21 Mayıs 2015 Perşembe

Avizeye güzelleme: Phantom of The Opera


Phantom of the Opera sadece 19. yüzyıldan kalma gotik bir hikaye değil, basbayağı 80'lerin ruhunu da yansıtıyor. İngilizceyi ilk öğrendiğimiz çocuk yaşlarda beginner seviyesinde uyarlamalarını okuduğumuz gotik harikası Gaston Leroux'un romanından uyarlama bu müzikalin yıllar sonra böylesi bir etki yaratacağına izlemesem inanmazdım. Belki de hayatımıza 80'li yıllarda girmiş olmasının, malum, çocukluğumuzun o döneme denk gelmesinin de bu duygusal etkileşimlerde payı olabilir. Gotik öyle bir şey ki sevildiği her dönemde o dönemin ruhundan unsurlar da alıyor: 19. yy Paris operasındaki hayaletin söylediği şarkıların 80'lerin manyak synthesizer'larının new wave'liği ve kilise orgu ruhaniliğiyle birleşmesi başka nasıl açıklanabilir ki? Başka bir örnek için bkz. Kate Bush'un Wuthering Heights takıntısı.

Broadway müzikali, görmemişciklerin ibadet yeri Zorlu'ya gelince olanlar: "Avize kafamıza şimdi düştü düşecek", "Sahnenin önünde bir selfie'miz olsun", "Bilmemne reklam ajansındakiler A bloktan bilet almış" kaygılarını duymamak için kulaklarınızı sağa sola kapayıp müzikale kilitlenmezseniz benim gibi ruhiyeler için heba olabilir caaanım Hayalet. 

Avize demişken... "Duvarda asılı bir silah varsa ille de patlayacak" diyen Çehov Efendi bu romanı okumuş muydu bilmiyorum ama bir nesne bir olay örgüsü içinde bu kadar bomba etkisi yaratabilir. Aşık olduğu Christine ile nişanlısının aşk düetlerini dinleyen Hayalet'in aynı şarkıları kendisine kabus gibi gelen hayalet şarkıları olarak yankı yankı duyuşu bence hayalet hikayesinin alaşağı edilişine erken bir örnektir. Kötü karakterin en acınası ve empati kurulası karaktere dönüşmesinin şahane bir biçimidir. Zavallı hayalet "A plague o both your house! / Çırağınıza od düşsün!" diye haykırırken onunla beraber coşarsınız. İşte bunlar hep Byron, Heathcliff sevgilerinden... Kanımıza kötü adam zehri bulaşmış, yapacak bir şey yok. Velhasıl, o avize ya düşecek ya düşecek ve bu sadece bir başlangıç!

İyi ki geldiler, dünya gözüyle izledik.

30 Nisan 2015 Perşembe

Aç Köpekler & Sermet Yeşil


İyi ki sinema var da tiyatro sahnelerinde nevi şahsına münhasır oyun parçalayan yetenekleri keşfedebiliyoruz, özellikle de tiyatroyla ilişkilerimiz mesafeliyse. Reha Erdem'in Kosmos'uyla tanıma şansına erdiğimiz Sermet Yeşil (yirmi yıldır sahnede) bu yeteneklerden biri işte. Onur Ünlü'nün Şubat'ıyla TV'de de arz-ı endam edip gönlümüzü fethedince İstanbul'un çeşitli tiyatro gruplarında oynadığı oyunları takip edip Kadis Has Sahnesi olsun (Savaş oyunuyla), Kumbaracı 50 olsun peşinden koşturmak bende hobi haline geldi.

Dün izlediğim Aç Köpekler, Kumbaracı 50'de oynanan Mirza Metin'in yazdığı bir oyun. Sermet Yeşil, Beşir-Beşer kardeşte ya da kardeşlerinde tek kişilik bir performans sergiliyor. Oyun pek alışık olmadığımız üzere Kürtçe altyazıyla gösteriliyor. Ülke yıllardır bölücülüktür, eşitliktir, halkların bir türlü yakalanamayan kardeşliğidir hezeyanlarıyla çalkalanadursun (seçimler de yaklaşmışken, bünyede başağrıları ayyuka...) en iyisi her zaman bireylerin hikayelerine kulak vermek. Milliyetçilik ajistasyonlarına dönüşen meselelere 'insan' üzerinden yaklaşmaya çalışmak. Bu anlamda Mirza Metin'in metni empatiyse empati, sorgulatmaksa sorgulatmak, duygusal etkisiyse maksimumundan, ortalama 80 dk'lık bir tiyatro oyunu için gereken her şeyi yerine getiriyor. Bas bas bağırmıyor, avangard ya da deneysel olacağım diye kendini paralamayıp anlamsız boşluklar yaratmıyor; metnin kendisi ve Sermet Yeşil'in şahane oyunculuğu tek başına alıp yürüyor.

Sermet Yeşil beyefendiye gelince, kendisinin içinde bir tiyatrocu Hulk'ı var, artık iyice ikna oldum, daha ne diyeyim. Nerd Nilay'ın performans değerlendirmesi ancak böyle olur.

"... sizi kardeş olmaya mahkum ediyorum." Drama dersi veriyor olsaydım, sınav sorusu yapacağım cümle. TV kanallarında, seçim kampanyalarında dört dönen siyasetçilerin ise üzerine düşünmeye bile yeltenmeyeceği altı çizilesi bir cümle.

İyi ki yazıyorsunuz, iyi ki oynuyorsunuz, peşinizdeyiz.

16 Nisan 2015 Perşembe

Blog'a dönüş girişimi

Doktoradır, ev taşımadır, çeviridir, yazılardır derken blogger'a bakmayalı bile bir yıl olmuş, bırakınız yazmayı. Amme hizmeti gören telif yazılar bir yana, blog yazmanın yeri ayrıydı halbuki...

Bilenler bilir, Suadiye'deki CTC Eğitim'de iki yıldır şahane bir edebiyat atölyesi sürdürüyorum. Sayıları ortalama 10 muhteşem kadın şimdiye kadar gördüğüm en tutkulu, kendilerinin farkında ve kendilerini her daim yenileyen, gerek hayat memat gerekse edebiyat anlamında da bana çok şey öğreten eşsiz öğrenciler. Şimdiye kadar yaptığımız okumalar, Batı ve Türk klasiklerinden, Dünya Edebiyatına, tematik roman listelerinden, sürprizli şiir okumalarına geldi gitti... Bu yıl kendilerine fahri Karşılaştırmalı Edebiyat doktorası verdirmeye kararlılar ve beni lisans dönemimin ilk yıllarına götürerek, mitolojiden tarih ve edebiyata, Batı medeniyeti tarihinden metin analizine, tragedyalardan sonelere, temel bir tedrisat disiplinine soktular. Belki de blog'da derslerle ilgili izlenimlere, yaptığımız okumalara değinebilirim bundan sonra, kısmet :)

Bu hafta Hümanizmanın aydınlık derinliklerinde seyrediyoruz efenim. Erasmus, Deliliğe Övgü okuyoruz; "yaşasın delilik".

Ahmet Cemal'in önsözünden bir alıntı: "... gerçek bilgelik, deliliktir. Öteki görüşe göre ise kendini bilge sanmak, gerçek deliliktir. (...) hakikati gülerek söylemek" ise başlıca yöntemdir.

* Görsel, dönemin resim üstadı 'Master' Hans Holbein'ın kitap için yaptığı çizimlerden.

23 Mayıs 2014 Cuma

The Selfish Giant

Alt sınıfta, başka bir coğrafyada, hurda çöplüklerinde para kazanmaya çalışırken Truffaut'nun 400 Darbe'sinden en az on kat daha darbe yiyen erkek çocuklar. Charles Dickens'ın sokakta büyümeye çalışan çocukları, Yılmaz Güney ve İtalyan Yeni Gerçekçiliği, Ken Loach'un tokat gibi gerçekliği ve hatta Bresson… Demi zehir gibi olmuş çay, acıdan mideyi yakan cinsten ama sinemanın en lezzetli ve yüksek hali: The Selfish Giant.

21 Nisan 2014 Pazartesi

Sabit Fikir, Nisan 2014

Tekinsiz seyirlik içinde hikaye


Bora Abdo
Doğan Kitap
Bora Abdo'nun hayal gücünün genişliği dilindeki kıvraklıkla kendini gösteriyor, dilindeki yaratıcılık okuma keyfi veriyor.
"Güzel bir kadının ölümü dünyadaki en edebi konudur," der Edgar Allan Poe. Nitekim öyküleri mahzenlerdeki tabutlara kapatılarak sonsuzluk uykusunu uyuyan, bazen en porselen güzellikleriyle dirilen ya da diri diri gömülen kadınlarla doludur. Edebiyatın karanlığa iltimas geçen tarafında Poe'nun baş tacı ettiği bu konu bizzat onun tarafından en yetkin ve büyüleyici haliyle işlenmiştir. Hamlet'in kendini bir demet çiçekle nehire atarak intihar eden Ophelia'sı, yıllar içinde nasıl estetik bir nesneye dönüştüyse (bkz. John Everett Millais'in 1851-1852 tarihli Ophelia tablosu) Poe'nun ölü kadınlarının yarattığı imgelemler de edebiyatın görsel belleğinde eşsiz bir yer edinmişlerdir. Korkulara kaynaklık eden, rahatsız edici ve yadırgatıcı olan unsurlar bulup çıkaran, ölü güzellerin yanı sıra yaşayan "çirkinleri" ön plana alan bir edebiyat alanından bahsediyoruz. Poe'nun ölü kadın imgesiyle başlattığı bu alanda dilsel beceri ve kurgu gibi edebi meselelere gelmeden önce görselliğin öne çıkması haliyle anlaşılır oluyor. Bir hikayeyi unutuyorsunuz ama tıpkı Poe'nun güzel ölü kadını gibi, o hikayede bir cüce varsa aklınızdan çıkmıyor, hilkat garibesi bir yaratık varsa görsel hafızanıza yerleşip kalıyor.

John Everett Millais

Bu girizgahın nedeni 1990'lı yıllarda çeşitli dergilerde yazdığı öyküler ve 2012'te yazdığı Öteki Kışın Kitabı adlı öykü kitabıyla tanıdığımız Bora Abdo'nun Bizi Çağanoz Diye Biri Öldürdü adlı yeni öykü kitabında karşımıza çıkan "tekinsiz görsel temaşa"ya değinmek. İsterseniz Doğan Kitap tarafından yayımlanan kitabın arka kapaktaki tanıtım yazısına bir göz atalım:

"Varoluşlarından sıyrılmış sağır papağanlar, denizkızları, çeyiz sandıklı travestiler, kuklalar, kötü rüyalar gören ayı oynatıcıları, çarmıha gerilmiş karakalem kediler, hayvan ölülerinden ilaç yapan kardeş katili, ensest yaşlı kız kardeşler, çiğdeci kuşlarının âşık olduğu on iki yaşındaki kambur korkuluk kız, keskin bir çürüme sürecindeki devinimleriyle çıkıyorlar okurun karşısına."

Kitabı okumadan önce bu karakterler ve yaratacakları muhtemel imgelemlerle ilgili edindiğimiz bilgi, para verip sıraya girerek sirk çadırında gerçek bir denizkızı görecekmişiz gibi bir heyecan yaşatıyor. Ne var ki biz edebiyat okurları sadece görsellikle kandırılabiliyor olsaydık; kelimelerle, o görselliğin barındırdığı hikayelerle uğraşmazdık. Abdo'nun kişileştirdiği Ece adlı papağan karakteri, Heybeliada açıklarında zuhur edip kaderi tecavüze uğramak olan denizkızı, kuşların aşık olduğu tabuttan çıkan on iki yaşındaki kambur korkuluk kız ya da ensest yaşayıp birbirlerini öldüren 70'lik kadınlar, çıkış düşüncesi olarak ilginçlik bağlamında oldukça iddialı olmakla birlikte maalesef muhtemel hikayeleri ve edebi etkileri onları tanıtan ifadelerin ötesine geçemiyor. Fotoğrafçılık kariyeri boyunca tekinsiz görünümleriyle etrafa tedirginlik salan ucubeleri, sınır dışı olanları çeken Diane Arbus fotoğraflarını düşünün; kelimelere gerek kalmadan hikayelerini sunarlar. Abdo'nun karakterleri ise kelimelere rağmen hikayesizleşiyor, sadece görüntü haline geliyorlar.

Sıradışı olma iddiası


Bunun birkaç nedeni olduğu kanısındayım. Abdo kendine son derece sıradışı karakterler seçerken sıradışı olma iddiasını diline ve kurgusuna da yansıtarak "anlatmama kaygısı" taşıyor gibi görünüyor. Elbette edebiyat, kabaca söylersek "dilin derde deva olamayacağı" yolundaki postmodern görüşlerle "anlatmama kaygısını" da kendine misyon edinebilir. Nitekim kitap metinlerarası dokunuşlar, karakterlerin ara sıra bir öykü okuduğumuzu yüzümüze vurmaları gibi özelliklerle postmodern anlatının demirbaş oyunlarına başvuruyor. "Postmodern-fabl" kahramanı papağan Ece, karşısındaki karakteri "Öykümüzü bozma," diyerek azarlayabiliyor. Bir roman kahramanı olduğunu ve romanın sonunda öleceğini öğrenen bir adamın kendisini "yazan" yazarın peşine düşüşünü anlatan 2006 yapımı Marc Forster imzalı Stranger Than Fiction / Lütfen Beni Öldürme filmini anımsatacak şekilde öykünün birinde yazar Abdo kendini öyküye dahil ediyor. Başka bir karaktere kendisi için "abuk sabuk öyküler yazan yazar" dedirterek kendisine sarkastik bir mütevazılıkla yaklaşıyor ve karakter yazarın oğlundan kendisini öldürmemesini rica ediyor. Kitaba adını veren Çağanoz adlı karakterin kitaptan fırlayıp yazarı öldürme tehlikesi de var tabii...

Gerçeküstücü eğilimlerle bir araya gelmesi imkansız, rahatsız edici imgeleri özellikle bir araya getiriyor; özellikle cinayet, ensest, denizkızına tecavüz örneğinde olduğu gibi kötücül ve "sapkınca" denebilecek olan imgelerin, sahnelerin sınırlarını zorluyor Abdo. Dehşet salan bir köpekbalığı birden bir tekir kediye dönüşüveriyor ve bir kabus sahnesi canlanıyor gözünüzde. Anlaşılacağı üzere, sıradışı olma, sarsıcı bir etki yaratma kaygısı var karşımızda. Ama karanlıktan büyülenenler için de estetik bir doyum mümkün olmuyor çünkü bu kabus sahneleri, deneysel olma adına parçalanan olay örgülerinde sadece görsel bir rahatsızlık seyirliği yaratmaktan öteye gidemiyor. Karakterler aynadaki ikizlerini seyredip kendilerinden korkma ile kendilerini öldürme içgüdüleri arasında tekinsiz yüzleşmeler yaşayarak postmodern romanların artık "beylik" diyebileceğimiz psikolojik gerçeklik yaratma hamleleriyle karşımıza çıkıyorlar. Kitaba adını veren ve kitabın yazarını öldürme ihtimali gündeme gelen Çağanoz karakteri, bilinçli bir anlamsızlığın bekleyiş nesnesi olan Samuel Beckett'inGodot'su gibi kim olduğunu öğrenemediğimiz, hikayesini çözemediğimiz bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Ne var ki bu başlıca karakter yazarın özneleri belirsizleştirdiği, zamanı böldüğü, olay akışına itiraz ettiği, epigraflar, anlatı içinde anlatı hamleleriyle postmodern bir arapsaçına çevirdiği kurgusu içinde, düzenli olarak görülen kabuslarda tekrar tekrar karşılaşılan anlamsız bir korku figürü olarak kalıyor. Kim olduğunu, hikaye(ler)de neye hizmet ettiğini, onun hangi özelliğine bakmamız gerektiğini anlayamıyoruz.

Bununla birlikte Abdo'nun dilinin çok zengin olduğunu belirtmek gerekiyor. Hayal gücünün genişliği dilindeki kıvraklıkla kendini gösteriyor, dilindeki yaratıcılık okuma keyfi veriyor. Keşke zihnindeki kurgulardaki yaratıcılığı yazıya dökerken biraz dizginlese, rafine etse, bize sunmak istediği "sıradışı ve tekinsiz" dünyayı bu kadar içine dönük ve kalabalık bir alana hapsetmese, diyorsunuz çünkü geriye bir hikaye kalmıyor.


İyi Kitap, Nisan 2014, İstanbul'da Bir Peri (mahlaslı yazı)

İstanbul’da bir
peri…
Perili köşklerin cazibesini kim bilmez! Aynı zamanda arkeolog olan yazar Betül Avunç’un İstanbul Perisi adlı son kitabında, böyle bir köşkten çıkan peri Keroessa, kahramanımıza hem İstanbul’u gezdiriyor hem de ona unutulmaz bir macera yaşatıyor.
Nice hikâyeye, filme konu olan, çocukken bahçelerinde heyecanla dolandığımız, hakkında binbir türlü hayal kurduğumuz “perili köşkler”... İstanbul’da onlardan kaç tane kaldı malum ama çocukluk anılarımızı hâlâ süsledikleri bir gerçek. Kişisel tarihimizin parçası olmalarının yanı sıra birlikte içinde yaşadığımız kentlerin de tarihi onlar. Çocukken onlar hakkında uydurduğumuz hikâyelerden ayrı, gerçek birer hikâyesi var her birinin. Nice insanlara, nice tarihi dönemlere, değişimlere tanıklık etmiş hepsi. Onların önünde durup hayranlıkla endamlarını seyrederken, içlerinden biri çıkıp merdivenlerde bizi karşılasa da dile getirse bize bu hikâyeleri...

GÜZEL PERİ KEROESSA
Betül Avunç’un Tudem Yayınları’ndan çıkan İstanbul Perisi adlı romanı tam da bunu yapıyor işte. Kitabın kahramanı küçük Pelin, evlerinin yakınındaki “perili köşk”ü merakla seyrederken, bir gün bahçenin gayet bakımlı olduğunu, içinde tatlı bir rüzgârla salınan mor salkımları, köşkün içine bir göz attığında ise düşündüğü gibi bir harabe olmadığını, birilerinin yaşadığını fark ediyor. Peki, içinde kim yaşıyor dersiniz? Evet, Pelin'e ve bize çok güzel hikâyeler anlatacak bir İstanbul perisi! Hem de tozpembesi saçları, zarif elbiseleriyle çok güzel yaşlı bir hanım bu peri: Keroessa.

Yeni arkadaşıyla tatlı bir sohbete dalan Pelin, okul dönüşünde geciktiği için evde onu merak içinde bekleyen anneannesinden bir güzel azar yiyor, geç kalma nedenini anlatmaya kalkıştığında ise büyüklerini İstanbul Perisi’yle tanıştığına bir türlü inandıramıyor. Anneannesi onun “keçileri kaçırdığını”, annesiyle babası ise hayalgücünün sınırlarının epey genişlediğini düşünüyor. Ne var ki Pelin’in öğretmeni bütün sınıfa İstanbul’a dair tarihî öykülerle ilgili bir ödev verdiğinde, ona en büyük yardımı ailesi değil, kimseleri varlığına inandıramadığı Keroessa, yani İstanbul Perisi ediyor.

MODA'DA KÜÇÜK BİR İSKELE
Asırlardır İstanbul’un yerlisi olan Keroessa, Pelin’i Moda sahilindeki kü- çük bir iskeleden aslında bir balina olan tekneye bindirerek, deniz tanrısı Poseidon’un oğullarından Amikos’un kaptanlığında İstanbul Boğazı’nda bir gezintiye çıkarıyor ve ona hayatı boyunca unutamayacağı bir gün yaşatıyor. Böyle bir gün unutulur mu hiç? Poseidon’un karısı ve baldızı olan denizkızlarıyla birlikte, Pelin de büyülü bir yosunla denizkızı olup, deniz tanrısının Marmara Denizi’nin derinliklerindeki sarayını ziyaret ediyor, Boğaz’daki gemilere eşlik eden o meşhur iki yunusla tanışıyor, Kız Kulesi’nde yaşayan, hapis prensesin patatesli böreklerinin tadına bakıyor, hatta Galata Kulesi’ndeki Uçan Adam’la, Hezarfen Ahmet Çelebi’yle bile tanışma şansına erişiyor.

Aynı zamanda arkeolog olan yazar Betül Avunç, İstanbul’a dair arkeoloji ve tarih bilgilerini Pelin’in bu unutulmaz İstanbul gezisine öyle tatlılıkla yerleştirmiş ki bu bilgiler, maceranın büyüsüne asla zarar vermedikleri gibi onu zenginleştiriyor, öğrenmenin/öğretmenin en ideal yolunu bizlere hatırlatıyor. Hayallerle beslenerek ve keyif alınarak da öğrenilebilir! Gezerken notlar almayı da ihmal etmeyen Pelin, İstanbul’un tarihine dair öğrendiği bu hikâyeleri, tanıştığı tarihî/mitolojik karakterlerin çizimleriyle de süsleyerek, tahmin edebileceğiniz gibi başarılı bir ödeve imza atıyor ama en büyük kazanımı İstanbul Perisi’yle çıktığı, hayat boyu unutamayacağı bu masal gibi gezi oluyor. Betül Avunç, Pelin’in bakış açısını doğallıkla yakalamayı başarıyor, su gibi akan diliyle zihnimizde tarihten ve mitolojiden rengârenk resimler canlandırıyor.

Mahallenizde hâlâ bir “perili köşk” kaldıysa, önünden geçerken umutla içeriye bir göz atıp, içerden hikâyeler anlatan bir perinin çıkmasını diliyorsunuz ama buna ek olarak, kitap bittikten sonra içinde yaşadığınız şehri seyreder ya da “dinlerken”, kendi hayallerinizin de pekâlâ böyle güzel hikâyelere dönüşebileceğini hissediyor, tatlı tatlı gülümsüyorsunuz.
İstanbul Perisi
Betül Avunç
Tudem Yayınları, 136 sayfa

İyi Kitap, Nisan 2014 Bir Yarışma, İki Kitap...


Bir yarışma, iki kitap…
2012 yılında öykü dalında gerçekleşen Tudem Edebiyat Ödülleri yarışmasında ikincilik ve üçüncülük alan öyküler okurla buluştu. Özlem Sözbilir’in Eyfel’i Kim Yedi ve Koray Avcı Çakman’ın Gülen Sakız Ağacı adlı kitapları okura sürpriz tatlar sunuyor.
Tudem Yayınları 2003 yılından bugüne her yıl öykü, roman, masal, şiir gibi farklı türlere yönelik düzenlediği yarışmalarla çocuk ve gençlik edebiyatımızın sınırlarını hatırı sayılır ölçüde genişletmeye devam ediyor. Geçtiğimiz on yıl içinde bu yarışmada kimler ödül almadı ki. Mavisel Yener, Miyase Sertbarut, Mucize Özünal, Ferda İzbudak Akıncı, Mehmet Atilla, Seza Kutlar Aksoy ilk anda akla gelenlerden.

Yarışma sonrasında yayımlanan kitapların hâlâ çocukların ve gençlerin ellerinden düşmediği düşünülecek olursa, kimi zaman burun kıvrılarak tartışılan ödül kavramının altındaki asıl motivasyonun ne derece değerli bir üretime dönüştüğü açıkça görülüyor. Yarışmacı olarak gördüğümüz isimlerin ilerleyen yıllarda jüri üyesi olmaları da bu değerli üretimin devamlılığına işaret ediyor. Yarışmanın 10. yıldönümü sebebiyle 
İyi Kitap’ta yer alan yazıda, yarışma hakkında fikirleri sorulan değerli yazarlardan biri olan Nilay Yılmaz’ın özellikle jüri konusunda getirdiği öneri dikkate değer: “Keşke jüride çocuklar ve gençler de olsa,” diyor Yılmaz. Çocuk ve gençlik edebiyatının doğrudan kendilerine yönelik olmasının yanı sıra, çocukların ve gençlerin kitapları çoğu zaman biz yetişkinlerden çok daha iyi değerlendirdiklerini ve “iyi kitapları” keşfettiklerini unutmamakta fayda var aslında.

Bu yazıda sizlere, 2012 yılında öykü dalında gerçekleşen Tudem Edebiyat Ödülleri yarışmasında ikincilik ve üçüncülük alan öykü kitaplarını tanıtacağız. Özlem Sözbilir
in Eyfel’i Kim Yedi ve Koray Avcı Çakman’ınGülen Sakız Ağacı adlı kitapları, hayalgücünün sınırları ile gündelik hayatımızda ve çocuklukta saklı güzellikler konusunda okura sürpriz tatlar sunuyor. Hem de Oya Diker ile Deniz Üçbaşaran’ın bakmaya doyamadığınız hayranlık uyandırıcı çizimleri eşliğinde.

GÖLGESİNİ KAYBEDEN KAHRAMAN
Daha önce Tudem Yayınları’ndan çıkan Pembe Kedi, Becerikli Martı ve Ben adlı bir şiir kitabı da bulunan Özlem Sözbilir, üçüncülük ödülü aldığı Eyfel’i Kim Yedi’yi adeta her bir rengine farklı bir hayal kattığı bir gökkuşağı olarak tasarlamış. Kitaptaki yedi öykü de çocuk ve gençlik edebiyatında fantastik tür düşünüldüğünde umut ve keyif verici nitelikte. Tolkien’in “Ararsan bulursun, ama bulduğun şey aradığın şey olmayabilir her zaman,” cümlesiyle açılan kitapta, her birinde samimi bir ben-anlatıcıyla karşılaştığımız öyküler, gerçekten de bizi bir gizemle karşılayıp başka bir gizemle uğurluyor. “Perili Köşk” vaadiyle başlayıp esrarlı bir tablonun ve Roma döneminden kalma bir tabletin hikâyesine uzanan; cadılarla haşır neşir olacağımızı düşündürüp dört başı mamur bir kimlik sorgulamasına dönüşen; antika bir oyuncak araba sevdasından başlayıp uluslararası bir meseleyle örülen; uzak kentlere yolculuklarda gölgesini kaybeden kahramanların hikâyesini anlatan rengarenk öyküler bunlar. Sözbilir, olabildiğince duru bir dille, birbirinden keyifli dünyalar yaratmış.

Yarışmada ikincilik ödülü alan Koray Avcı Çakman’ın, gene Tudem Yayınlarından çıkan 
Almarpa’nın Gizemi veSahibini Arayan Keman gibi roman ve öykü kitapları bulunuyor. Çakman, Gülen Sakız Ağacı adlı öykü kitabında, Sözbilir’in aksine fantastik değil, tamamen gerçekçi bir hat izliyor. Çerçeve bir anlatı olarak kurgulanan bu öykülerin en çarpıcı özelliği, çocuklarla yetişkinler arasında gündelik hayatın normları içinde yıkılıp giden sağlam köprüler kurması. Etrafındaki yetişkinlerin de bir zamanlar çocuk olduğunu, onların anlattığı birbirinden renkli anılar sayesinde mutlulukla idrak eden, bu anıları kâğıda döktükçe yazmaktan da mutlu olduğunu keşfeden Ardanın dünyasına konuk olmak son derece keyifli. Artık sayıları azaldığı için koruma altına alınan sakız ağaçlarının durumunu düşünecek olursak, Ardanın komşusu Şevket amcanın çocukluğunda yaşadığı bir olayın etkisiyle bahçesindeki bir sakız ağacını on eve değişmemesi, bitmeyen bir inşaat halindeki şehirlerde yaşayan bizler için akıldan çıkmayacak bir örnek.

Tudem Edebiyat Ödülleri sayesinde tanıma şansına eriştiğimiz her iki kitap da kütüphanelerimizde yerini almayı hak ediyor.
Eyfel’i Kim Yedi?
Özlem Sözbilir
Resimleyen: Deniz Üçbaşaran
Tudem Yayınları, 104 sayfa
Gülen Sakız Ağacı
Koray Avcı Çakman
Resimleyen: Oya Diker
Tudem Yayınları, 112 sayfa