10 Nisan 2011 Pazar

Bir gerçek idil


Sabah 9'da uyanılan bir pazar. Yıllar sonra Kaybedenler Kulübü yeniden. Sabah sabah Asu Maralman'dan "Bağrı Yanık Dostlara" ve "anlatamama bahsi." En son neyi anlatamamıştın, hatırladın mı? Bu da bir soru... 1970'ler Türkçe müziği ve 90'lar altkültür atmosferinden bir nebze sıyrılıp kulaklığın hakimiyetini Sufjan Stevens'a veriyorum. Ama su gibi bir kitapçık okuduktan sonra. Nitekim "anlatabilir miyim" bilmiyorum ama bu kitabı okuduktan sonra bir şeyler anlatmaya çalışmamam olmazdı. Birkaç şey çevirmeye başladıktan sonra etkilendiğim kitapları okuduktan sonra "bunu ben yazsaydım ya" yerine "bunu çevirmiş olmak isterdim" demeye başladım -egom tanrısal level'dan daha mütevazı bir boyuta geçti sanırım-. Bu kitap da bunu dedirtti: Ursula K. Le Guin'den Her Yerden Çok Uzakta. Bu çok heybetli zekası olan kadının fantastik, politik, feminist ve bilumum katmanlı dünyasına hiç giremedim şimdiye dek ama sürpriz bir şekilde bu novella denebilecek kitabı çıktı karşıma. Maalesef baskısı yok şu an, yanılmıyorsam. Yeniden çevirmelik:) Le Guin'in ergenler için yazdığı ilk metin. İşimi gücümü bıraktırıp beni blogger karşısına oturttu. Tam Catcher In The Rye'ı yeniden okumaya hazırlanırken ve öğrencilere 400 Darbe'yi mi seyrettirsem diye düşünürken bir prelüd oldu. Büyümeye dair soru sormak ve her şeyin de anlaşılacak bir tarafının olmadığını önermek için bu yeni nesillere hala bir şans var belki de dedim. Lisedeki son yıllarında geleceklerine dair planlar yapan "her şeyden çok uzakta" iki genç. Biri kız, biri erkek. Kızın geleceği planlanmış (kızlar daha erken olgunlaşır ya!), erkek kararsız (bakalım, diyor). Bir daha yaşanmayacak olsa bile bir noktada yalnız olmadıklarını hissediyorlar. Okyanusun kenarında dururken. Ondan sonra su gibi aksın gitsin işte her şey. Fazla da söylenecek bir şey olmadığı için oğlancık anlatmaya çalışıyor ve işte 90 sayfa sürüyor maksimum. Le Guin'in "başka dünyalar" özlemi bu hiç fantastik olmayan metinde de kendini belli ediyor, oğlanın yarattığı "Thorn" adlı dünya ve kızın Emily Bronte'nin "Angria"sıyla büyümesiyle.
Bu pazar her şeyi bir kenara bırakıp hayatı boyunca papaz evinden çıkmayan Bronte'nin "No coward soul is mine" dizelerini düşünüp hayata dair korkularla yüzleşmek gerektiğini düşünüyorum, planlar yaparak geçirilen ergenlikten bugüne kalanlarla. Gel de anlat...

4 Nisan 2011 Pazartesi

Keep bloggin'


Birtakım DSN ayarları yapıldı ama acar PC uzmanım Senem abladan duyduğuma göre (bayılıyorum bilgisayardan anlayan kadınlara) blog'ların ömrü nihayete ermek üzereymiş herkes kendi web sitesini alsın diye. Shopping forever diyor imansız kapitalizm tam gazla. Gittiği yere kadar deyip takılmaya devam ediyoruz, bizim kuşak da böyle ne yapalım.


Naif üniversite ödevlerimi utanmadan sıkılmadan buraya toplamaya devam ediyorum ama bazen yeniden okudukça özeleştiri mekanizmam tavan yapıyor. Az önce yüklediğim Cüce yazısında mesela, başlıkta ayna, başlığın altındaki alıntıda ayna, bununla birlikte dipnota demişim ki ayna meselesine hiç girmeyeyim, o da başka yazı konusu. Altı kaval üstü Şişhane cinsinden ama olsun, yüklemeye devam.

Naif üniversite ödevleri vol.11: Leyla Erbil'in Cüce'si üzerine



“Ayna ayna, söyle bana...”çıkmazından örülü bir anlatı labirenti olarak Cüce’nin kurgusuna dair bir inceleme

“aynaydın da sen artık o sadece yansıtıyordu senin aynalığını sana” [1]


Postmodern kurmacanın karşı konulamayan türlü dil cambazlıkları, teknik oyunları, gönderme bombardımanları, bilincin ve benliğin zapturapt altına alınamaz yansımaları, noktalamama isyanları, sentaksa deforme olmuş şekiller ve harflerle direnç gösterme hali, “kurmacanın da kurmacası” yanılsamaları, farklı sanat dallarını metne dahil etme (Cüce’ye eklenen Mustafa Horasan çizimleri) ve daha nice özellik, Leyla Erbil’in Cüce’si üzerine düşünmeyi yoğunlaştıran ama bir o kadar da yazmayı zorlaştıran unsurlar olma özelliği taşıyor. Modern ve postmodern kurmacanın başlıca sorunsalı olan benliğin “parçalanması” mefhumu, bu eserde de kendini metnin kurgusal yapısında kendisini gösteriyor. Belki de bu “parçalanmış” kurguya bakarak yapıtın öncelikli olarak iskeletini çıkarmak karşımızdaki labirentin müşküllüğünü aza indirmek için yerinde bir hamle olabilir ki bu yazının da yapmaya çalıştığı bu olacaktır. Eser, “Yazarın Notu” adını taşıyan bölümle başlıyor. Yazarın notu, her ne kadar klasik kurmacada metnin kendisine dâhil edilmeyip “kurmaca” olan metnin dışında kalan “gerçeklik” alanı gibi gözükse de, burada bu durumun tam da tersi söz konusu. Tutunamayanlar’ın Selim’inin kurmacaya getirdiği yeni anlamla “önsözler kitabı” yazma hayalini hatırlatır biçimde yazar kendi adını “yazar Leyla Erbil”i kullanmaktan çekinmeyip “sahte bir gerçeklik” sunuyor metnin başında okuyucuya. Hayır, ne Zenîme Hanım diye birisi var aslında ne de yazar Leyla Erbil fiziksel dünyamızla algıladığımız Leyla Erbil. O, sadece bu metnin Leyla Erbil’i. Okuyucuya “sevgili okur, bu okuduğun gerçek değil; bir kurmaca” diye seslenen yazar kişisi. Nitekim, “sevgili” okur tabiriyle de metin boyunca uğraşıp duruyor, gönderme noktalarından birisi olan Oğuz Atay’ın ruhuna seslenerek. “Çetrefil sorunlarla boğuşmaktasın; gün günden yıl yıldan yenemediğin bu kaçıştan ya da bu derin sevdadan söz etmek zorunda duyumsuyorsun kendini okura? Okura mı? Hani yoktu onlar?” [2] diyerek “Ben buradayım sevgili okurum, siz neredesiniz?” diye soran yazarı anımsamamak mümkün olmuyor. “Sevgili okurlar? (Nereden sevgili oluyorsanız,) [3] diye sorarken Atay’ın “anlaşılma / anlatma / ulaşma” sorunsalına ‘yaşlı ve huysuz bir kadın yazarın’ sitemini ekliyor. “Yazarın Notu” bölümünün kurmaca özelliğine dönecek olursak, bilinen ilk örneğini Cervantes’in Don Quixote’sinde gördüğümüz “bulunan metin” teması karşımıza çıkıyor. Don Quixote’nin ‘yazarı’ güya pazarda Mağribi bir yazarın el yazmalarını bulur, onları derleyip toparlar, çevirtir, çevirtmediği yerlere kendisi eklemeler-çıkarmalar yapar ve okuyucuya gerçeklik yanılsamasını parmağıyla işaret ederek ‘kurmaca’ bir Don Quixote metni sunar. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban’ında da benzer bir şekilde, köy kalıntıları arasında bir günlük bulunur ve günlüğün kendisi metnin gövdesidir. Burada “bulunan metin” sendromu, postmodern kaygılardan elbette uzakta, tersine okuyucuya bir “gerçeklik” sunma iddiasındadır. Ancak postmodern metinlere geldiğimizde (bkz. Orhan Pamuk’un Beyaz Kale ve Sessiz Ev’i) “bulunan metnin” gerçeklik özelliği buharlaşıp havaya karışmış, okuyucuya “sahteliği ve kurmacalığı” geçirilmeye çalışılmaktadır. Yazar Leyla Erbil’in “derleyip toparladığı” Zenîme Hanım metniyle devam eder Cüce’nin yapısal dizgesi. “Cüce” başlığı taşıyan bu metin de kendi içinde üç bölüme ayrılmıştır. “Esas olay” gibi gözüken yaşlı kadının inzivaya çekildiği sayfiye evinde kendisiyle röportaj yapmak üzere gelecek olan sanatçı-muhabiri bekleyişi “Cüce” metninin bir kısmını oluşturur. Bu “bekleyiş”e paralel giden başka bir formatta yazılmış kısım olan 2. kesim, tamamiyle yaşlı kadının bilinç karmaşasını konu almaktadır ve “içsel bir bekleyiş”le açılır: “Bekliyorsun. Ruhun enerjiyi bir yere akıtarak dirilmek istiyor; olası mı bu. (...) Bekliyorsun, sürekli bekleyişleri ard arda ekliyorsun. (...) Bir ömrün bekleyiş eziyeti içinde kıvranabilmek uğruna başa dönüşün bekleyişi ile geçmesini düşünebiliyor musun?” [4] Mevzubahis içsel bekleyiş hali, yaşlı kadının metnin hatırı sayılır bir süre boyunca savaş muhabirini, “cüce”yi bekleyişiyle birleştiğinde metnin tamamına yayılan bir bekleyişten söz etmekten mümkün olmaktadır. Birinci ve ikinci metnin “bekleyen” kişisi yalnızlığın, yaşlılığın, bireyciliğin ve elitizmin aşırı dozundan nasibini almış bir biçimde kendisiyle çatışmakta, kendini acımasızca eleştirmekte, zihninde aynı anda farklı alanlar açmakta, tabiri caizse deliliğin sınırlarında gezinmektedir. Kendisine “sen” diye hitap ederek, içinde bulunduğu topluma karşı yine kendisini yargı koltuğuna çekinmeden oturtur: “Evet, işte sonunda dostlarına, düşmanlarına ve cemaatine vermek zorunda kaldın hak verilmez alınırsa da, bununla birlikte onlara geride kalan üç beş kişiye –dostlarına- aynadan, bir ayna oluşundan söz etmemişindir asla; istememişindir onları doğrulamak anlayamayacakları bir olayla, karıştırmak kafalarını bireyci, elitist, on para etmez duygularla.” [5] Gerçekten de, nasıl da entelektüel ve soyludur karakter: Chanel giysilerini giyer, pahalı kokularını sürünür, abartılı makyajlar yapar. Süslenip püslenmesinin nedeni onunla röportaj yapmak için gelecek olan “cüce” gibi düşünülebilir; nitekim hikâyenin gidişatında cüce “erkekleşecek ve gözünde büyüyecek”, kendisi tekrardan “kadınlaşacak”tır. Öte yandan da öyle bir görünüm çizer ki, onu -Hatçaabla ve Yıldırım dışında- kimsenin ziyaret etmediği inzivaî yaşantısında evin içinde zaman zaman kendi kendine abartılı bir şekilde süslenip aynanın karşısına geçer gibidir. Bu haliyle, esriklik duygusunun yoğun olarak kendisini ele geçirdiği hayatının son dönemlerine rastlayan opera sanatçısı, ressam Semiha Berksoy’un görüntülerini anımsatır. Kürkleri, rengârenk şalları, 30’lar kabarelerine çıkarmış gibi sürülmüş kopkoyu kırmızı-pembe allıkları, yaşına göre ‘frapan’ giysileriyle Semiha Berksoy’u. Aynı imge, Charles Dickens’ın Büyük Umutlar adlı eserinde kendini bir ömür boyunca konağa kapatıp genç kızlığından kalma gelinlikle evde gramafonlardan yayılan müzik eşliğinde dans eden, abartılı makyajlar yapan korkunç mutsuz ama dâhi, sürekli bekleyiş içindeki Miss Havisham karakterini de anımsatır. Yaşlı, ‘bunak’, deli ama dâhi kadın imgesidir karşımızdaki. Nitekim Cüce’nin karakteri de eskiden beri Frida Kahlo’ya olan tutkusundan, Frida gibi giyinip Frida gibi abartılı bir şekilde giyinip süslenmeye olan meylinden bahseder. Kıyafet ve makyajdaki bu groteske varan abartılık, postmodern kurmacanın “sahteliğe” ve “yapaylığa” olan vurgusuyla da uyum içerisindedir. Karakterin ‘okumuşluğu’ ve toplumsal olaylara karşı hassasiyeti, yani ‘münevverliği’ satır aralarındaki göndermelerden kendini belli eder: “Ah, işte o gür saçların ki, (öteki kadınlara örttürdüler üzerini sımsıkı korku kefenleriyle; korkunç birer cinsel organdan başka bir şey olmadığına ikrar getirttikleri bedenleriyle birlikte) sense bugün bu kara saçlarını, -vaktiyle her bir teline bir aşığının kendini astığı- ...” [6] sözleri, “kara saç” imgesinin onda yarattığı farklı açılımlara işaret eder: toplumsal bir mesele olarak başörtüsü, genç kızlığını ve dişiliğini hatırlayıp acı çekme, bütün bunları Divan edebiyatı mazmunlarıyla dillendirme ve etkin bir bilinçakışı hali. Kara saçın tasavvufi manada kesret âlemine tekabül ettiğini ve karakterin artık yok olmuş dişiliğine her daim ağıt yaktığını da es geçmek mümkün değildir. Tanpınar’ın meşhur şiirini toplumsal düzleme taşıyarak “zamanın ne içinde ne de dışındalığını” küreselleşmeye atfettirmesi de onun karmaşık entelektüel bilincinin göndermesi ve göstergesidir. Karakterin içsel karmaşasının “aynaya bakmak” ve “cüce” gibi bir dizi simgeyle [7] daha ziyade metnin yapısını oluşturan ilk iki metin parçasına hâkim olduğu söylenebilir. Bir leitmotif olarak düşünülebilecek köylü çocuğu Yıldırım’a mütemadiyen burnunu silmesi gerektiğinin söylenmesiyle üçüncü metin parçası eş zamanlı olarak diğer iki metnin arasında yer alır. Bu arada, her üç metnin de biçimsel deformasyona uygun bir biçimde farklı yazı karakterleriyle yazılması gözden kaçacak gibi değildir. Üçüncü metin, civardaki iki köylü karakterini –Hatçaabla ve oğlu Yıldırım- konu edinişi, bunu yaparken yerel ve gündelik bir dil kullanışı –Hatice Abla yerine Hatçaabla- nedeniyle “zıtlığı” ön plana çıkarır, karakterin soyluluğunu ve elitliğini, bunlardan doğan içsel çatışmalarını ve “farklılığını” vurgular. Karakterin tartışmasız yalnızlığının pekiştiği noktalardan biri de, bu zıtlıktan doğar: ‘basit’ ve ‘cahil’ bir köylü olan Hatçaabla, kocasından dayak yediği halde kendisine onu terk etmesi yönünde modern, sağduyulu ve bağımsız kadına yaraşır bir şekilde öneri getiren karaktere ne olursa olsun kocasının “sıcaklığından” [8] ayrılamayacağını söyleyerek karakterin yalnızlıkla olan mücadelesine ağır bir darbe daha indirir. Anlaşılması güç simgeler ve modern hayatın çıkmazlarına dair getirdiği ilave kafa karışıklıkları, geleneğe direnen biçimsel özellikleri ile içinden çıkılması güç bir metin olma özelliği taşıyan Cüce, bu şekilde yapı iskeleti çıkarıldıktan sonra labirentte kaybolmayı keyif haline getirebilecek ve okuyucuyu anlam zenginliklerine kavuşturabilecektir. [1] Leyla Erbil. Cüce. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2001. s. 55. [2] A.g.y. s. 27. [3] A.g.y. s. 35. [4] A.g.y. s. 25. [5] A.g.y. s. 54. [6] A.g.y. s. 19. [7] “Aynaya bakmak” ve “cüce” simgeleri başlı başına bir yazı konusu olabileceği için bunları burada ele almayı tercih etmedim. [8] A.g.y. s. 61.