12 Mayıs 2011 Perşembe

Naif üniversite ödevleri vol.12: Woolf'un mahur şiiri, Tanpınar'ın mahur bestesi












Bazen ‘anlayabilmek’ için bizim yerimize bir başkasının o deneyimi yaşaması gerekir.



Modernist romanın yapıtaşlarından biri olarak kabul edilen Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway romanında, Clarissa’nın hayatını anlamlandırması ve hayatta kalmaya devam edebilmesi için savaş yüzünden harap olan Septimus Warren Smith’in ölmesi gerekir. Partisinin orta yerinde bu genç adamın öldüğü haberini alan Clarissa, “böyle trajik bir hadisenin partinin keyifli havasını bozacağını” düşünürken bir yandan da ruhu genç adamınkinin yerine geçer. Septimus, Clarissa’nın yerine ölür; Clarissa mutlak bir arayış içindeki hayatına bundan böyle “partilerine konsantre olarak” devam eder.[1] Birey üzerinde sarsıcı etkiler bırakan bir geçiş döneminin –büyük toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasi değişimlerin, savaşların yaşandığı yüzyıl başının- belki anlam, belki mutluluk belki de Tanpınar’ın bütün bu kavramları da içeren “yekpare”liği peşinde koşan Clarissa, Tanpınar’ın Mahur Beste’sinin ‘sözde’ protagonisti Behçet Bey’in edebi ikizi olmaya adaydır. Bu yazı, Mahur Beste’yi temel alarak iki yapıt arasındaki modernist benzerliklere ve ayrışmalara göz atmaya çalışacaktır.
Öncelikle iki ‘ana’ karakterin konumsal benzerliklerine ve bundan kaynaklanan ruh hallerinin benzeşmesine değinebilmek için ikisinin de değişen dünyaların çocukları olduğunun altını çizmek gerekir. Clarissa, heybetle yükselen modernitenin her türlü değeri dönüştürdüğü iki dünya savaşı arasında kalmış bir bireyse; Behçet Bey yüzyıllardır iyi kötü sistemli bir biçimde hakimiyetini sürdüren büyük bir imparatorluğun çökmekte olduğu bir dönemde geçmiş ile ‘önündeki’ arasında afallayarak kalan, birey olma yolunda bir kişidir. Nitekim romanda, mevzubahis tarihi durumu, değişime seyirci kalmamak adına İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girmesi an meselesi olan “dinsiz hoca” Sabri Hoca somutlaştırır. Ne var ki, modernistlerin en can alıcı paradoksu olan “umudun ışığında yaşanan ümitsizlik” mefhumu, Sabri Hoca’da da kendini gösterir: “Yazık, yazık, ne ümitsizlikler içindeyuz, bilmezsin, ne ümitsizlikler içindeyuz...”[2] Clarissa ve Behçet Bey’i bırakıp Sabri Hoca’dan bahsetmeye başladık. Bu durum, tam da Woolf’un ve Tanpınar’ın roman boyunca okuyucuya bir karakteri ya da bir olayı anlatacak gibi görünme ‘vaadiyle’ yola çıkıp zamanı parçalayarak farklı karakterlerin dünyalarına gitmelerine benziyor. Clarissa ile başlayıp, Peter Walsh’la, Ms Klugh’la, Elizabeth’le, Sally Seton, Richard ve diğerleriyle dallanıp budaklanan bu edebi aldatmaca, Mahur Beste’nin de alameti farikası olur. Behçet Bey ile birlikte, romanın üstkurmaca kısmı olan mektupta yazarın yaratma sorunu yüzünden tatlı tatlı şikayet ettiği gibi, beraberinde getirdiği hayaletlerle, diğer karakterlerle muhatap olmak durumunda kalır okuyucu.
Belli bir karaktere ya da olay örgüsüne odaklanır gibi görünüp metni başka dünyalara çekme oyunu modernist kurmacanın bir özelliği olarak her iki metinde de karşımıza çıkar, dedik. Ancak Mrs. Dalloway ile Mahur Beste arasında bu ortaklığı ayıran başka bir nokta var ki, “modernist romanda bireyin yeri” sorunsalını akla getiren önemli bir unsura işaret eder. İsim anneliğini de aldığı “bilinçakışı” tekniğini uygulayan Woolf, karakterlerin iç dünyalarına iç sesleri ve savruk, saklı, zaman zaman da çarpık düşünceleri sayesinde girer ki bu üslubun onları birer “birey” olmaya daha çok yaklaştırdığı rahatlıkla iddia edilebilir. Mahur Beste’ye döndüğümüzde ise henüz “birey” olamamış; ancak bu yolda hızla ilerleyen karakterlerle karşılaşırız. “Birey” olamamışlardır; çünkü yazar bize onları tek tek tanıtır, uzun uzun anlatır. “Birey” olmalarına az kalmıştır; çünkü yazar psikolojinin bilincindedir, onun olanaklarını elinden geldiğince kullanır. Özellikle de fiziki ayrıntıların yarattığı psikolojik sonuçlara yer vermesi, ona modernist bir karakteristik kazandırır. Romanın başında yatağında gördüğümüz Behçet Bey’in uykusunda kolunun üstüne yatmış olması, gördüğü rahatsız edici rüyalar, geçmişle bugün, uyku ile uyanıklık arasındaki huzursuzlukla birleşir. Keza, Behçet Bey’in gördüğü rüyaların içeriği –babası İsmail Molla Efendi’nin ürkünç bir hale bürünmesi ya da ölen karısı Atiye’yi görme biçimi- onun mevcut psikolojisi hakkında ipuçları vererek, metni psikanalitik bir okumaya son derece müsait kılar. Yazar, romana eklediği mektupta bunun bilincinde olduğunu da belirtir: “Freud ile Bergson’un beraberce paylaştıkları bir dünyanın çocuğuyuz.” [3] Tanpınar’a göre “sanat ya da saf sanat, açıklamalarla değil, rüya ve büyüyle ilgili”[4] olduğuna göre, Behçet Bey’in gördüğü rüyaların, Necip Paşa’ya ait olduğunu öğrendiği için çok sevindiği aynanın karşısına geçip kendini izleyişinin, saatlere, kitap ciltlerine neden bu kadar düşkün olduğunun, romanın özüne yaklaşma serüvenimiz içinde üzerinde durulması gereken konular olduğu muhakkaktır.
Behçet Bey’in “iki uyku arasındaki düşünceler”i Mahur Beste romanını, Clarissa’nın “Londra’da, akşam vereceği davete hazırlanma arifesinde geçirdiği bir gün”ün Mrs. Dalloway romanını oluşturması, kişisel zaman ve deneyimin öne çıktığı, klasik olay örgüsünün kırıldığı ve zamandizimsel akışın bozulduğu, “düşün mantıksal-zamansal sıralamadan sıyrıldığı”[5] modernist bir kurmaca tekniğine işaret eder. Bu uyku ile uyanıklık arasında ya da bir günde sıkışıp kalan karakterlerin özelliklerine baktığımızda, kronolojisi -romanlarda somut bir şekilde bolca yer alan saatlere rağmen- kaybolmuş bir zamanda bütün olmak istedikçe parçalara ayrılan, parçalara ayrıldığını gördükçe geçmişe sığınan iki kişiyi görürüz. Mahur Beste’nin cemiyet hayatının yıldızı olarak sunduğu Necip Paşa, yalısı ve orada verdiği davetler gibi, Mrs. Dalloway de hızla “modern”leşmekte olan bir dünyada “cemiyet hayatının yıldızı” olmak zorunda bırakılır. Bu “zorunda bırakılmışlık” onu “bugün”den uzaklaştırır; geçmişinden gelen Peter Walsh’lar, Sally Seton’lar bütün romana / Clarissa’nın da psikolojisine yayılacak şekilde önem teşkil ederler. Öte yandan Behçet Bey’in uyku ile uyanıklığı arasında rol çalan karakterlerin hepsi birer “hayalet” olma özelliği taşır. İçinde bulunduğu “bugün” ile ne geçmişinde ne de şimdi başedebilen –hayatı boyunca başta babası tarafından olmak üzere ‘aciz ve silik’ atfedilen- Behçet Bey’in sahafları talan etmesine neden olan antika eşya saplantısı ve belki de zamanı yakalama derdiyle saatlere sarılması (babasından kalan saat, eve ‘yeni’ bir soluk getirecek olan genç Cavide’nin saati ya da saat tamirine duyduğu ilgi) bugünden geçmişe kaçma özleminden başka neye işaret edebilir ki? Bir başka “kaçış”, hatta geçmişe kaçış objesi olarak kitap ciltlerine –kitap ciltlerinin “eski”yi korumak, zamanın ötesine geçmek gibi bir dertleri olduğunu da unutmayalım- sarılması da Behçet Bey’in zamanla olan bilinçsiz kavgasına işaret eder.
Mahur Beste’nin Mrs. Dalloway’den ayrılan bir diğer yönü, yazarının romanın sonuna eklediği ana karaktere yazılan mektup sayesinde üstkurmaca özelliği kazanmasıdır; ki bu durum, yapıta “postmodernist” bir özelliğin atfedilebilir olmasını sağlayabilir. Mektupta, Oscar Wilde’ın kendi portresi yüzünden başına felaketler açan Dorian Gray’ini anımsatır bir biçimde, kendi portresinden rahatsız olduğu yazar tarafından ‘varsayılan’ Behçet Bey’in, gene yazar tarafından yatıştırılmaya çalışılması metnin kendi kurmacalığına vurgu yaptığını, bunun yanında Mrs. Dalloway’in ‘gerçekçi’ kaldığını gösterir.
Clarissa’nın umutsuzluğu ve “bugün” içindeki parçalanmışlığı içeriksel olarak da somutluk, ‘gerçeklik’ kazanır: Septimus’un ölümü, roman boyunca Clarissa’nın ‘ölümüne korkarak tekrarladığı’ “Fear no more the heat o’the sun...”dizelerini hayata geçirerek Clarissa’nın bir anlamda “ölüp yeniden dirilmesi”ni, partisine / hayatına kaldığı yerden devam etmesine sebep olur. Bir anlamda şiire kan bulaşır; Mahur Beste romanının ve üçlemenin parçası olan diğer iki Tanpınar romanının (Sahnenin Dışındakiler, Huzur) leitmotif’i olan “Mahur Beste”ye de kan bulaşır. Karısı tarafından terk edilen Talat Bey, kederinden bu ‘uğursuz’ parçayı besteler, besteyi tamamladığı gün ise karısının öldüğü haberini alır. Jale Parla’nın “ayrılığın ve ölümün, yazılamayacak zamanın simgesi”[6] olarak gördüğü “Mahur Beste”, Clarissa’nın dua gibi tekrarladığı şiirle birlikte “yekpare zaman”a ulaşmak için birer umut ışığı olurlar.


Kaynakça

Oğuzertem, Süha. Kitaplık, “Gizemli Bir ‘Yaz Gecesi’nde Freud, Joyce ve Tanpınar”. Mart- Nisan 2000.
Parla, Jale. Don Kişottan Bugüne Roman. İstanbul: İletişim, 2001.
Tanpınar, Ahmet Hamdi. Mahur Beste. İstanbul: Dergah, 2005.
Woolf, Virginia. Mrs. Dalloway. London: Penguin Popular Classics, 1996.


[1] Woolf, Virginia. Mrs. Dalloway. s. 202.
[2] Tanpınar, Ahmet Hamdi. Mahur Beste. s. 83.
[3] A.g.y. s. 148.
[4] Oğuzertem, Süha. Kitaplık. s. 111.
[5] A.g.y. s.111.
[6] Parla, Jale. Don Kişottan Bugüne Roman. s. 298.

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Naif üniversite ödevleri vol. bilmem ne... Tanpınar: "Adem ile Havva"







Cennet’ten düşüş, “büyük çelişki”ye düşüş


Ahmet Hamdi Tanpınar’ın tek tanrılı dinlerin kadim miti olan yaradılış öyküsünün baş kahramanları Adem ile Havva’yı konu edinen ve onların isimleriyle aynı adı taşıyan öyküsü, mite Tanpınarvari bir rüya atmosferi katar. Mitlere göre de yaratılan ilk kişi olan Adem, kadının ortaya çıkışından önce cennet bahçesinde melekler ve hayvanlarla, en önemlisi Tanrı’yı görebileceği bir ortamda yaşamaktadır. Keza, öykü “büyük hurma yapraklarının, acayip bambuların, tepesi demli duran okaliptüslerin, akşam güneşi meyveli narların, incirlerin, ağır akışlı berrak suların” [1] bulunduğu cennet ortamında Adem’in düş görmesiyle başlar. Düşünde tanrıyı her zamankinden farklı olarak görür, farklı dualar mırıldanılmaktadır ve Adem “kendini eskisi gibi sanmak istemektedir” [2] Bu ana kadar, tanrıyla kurduğu ilişkinin daha özel ve tek olma özelliği taşıdığını anlarız. Oysa bu rüya, bir şeylerin değişeceğini söylemek ister gibidir. Tanrının geniş ve yaratıcı eli, Adem’in düşündüğünün aksine henüz yaratım sürecini tamamlamamıştır ve son hamle olarak bizzat Adem’in bedeninden son bir eser daha meydana getirir: “(...) birdenbire bir tarafının boşaldığını, sonra yanıbaşında küçük, beyaz bir şeyin kımıldadığını, kendisine üşür gibi, korkar gibi sokulduğunu duymuş...”tur. [3] Havva’nın Adem’in sol kaburga kemiğinden yaratıldığına dair olan mit, Tanpınar’ın öyküsünde de böylelikle tekrarlanır.
Dikkat edilmesi gereken nokta, mitlerin ötesine geçip çağlara ve toplumsal / kamusal alanın her zerresine yayılan kadının narin, kırılgan, zayıf, korunmaya muhtaç ve “ikincil” olma özelliğidir ki bu da öyküde tekrarlanan bir motif olmaktadır. Tanrının eli kendisinin üzerine nasıl kapanıyorsa, Adem’in kendi eli de kadının üzerine doğru kapanır. Bu, hem koruma içgüdüsü hem de erkeğe “tanrı” rolü vermeyi ima eden bir harekettir. Belki de Havva’ya son şekli Adem tanrısı vermektedir. Nitekim günümüzde dahi kadının toplumsal kimliği erkek egemen söylem üzerinden şekillenmektedir.
Adem’in biricikliğini, onun tanrıyla kurduğu “özel” ilişkiyi bozan bir varlıktır kadın. Ne hayvandır, ne yıldız, ne de melek...Hatta bu varlık, ilk başta onun özerkliğine tehlike düşüren bir tehdit unsuru olarak da algılanır öyküde: “Sonra dayanamadı, döndü ve kendi böğründen çıkan bu sıcak, yumuşak varlığı, benliğine doğru bir düşünce, bir vehim, bir azap, bir haz gibi sokulan varlığı gördü” [4] Tedirginlik, görüldüğü gibi, karşısında duran varlığın narinliği ve savunmasızlığı karşısında bir yumuşamaya, erkek tarafında gerçekleşen koruma ve sahiplenme egosunun doyurulmasına da işaret etmeye başlamıştır. “Kadın”, “düşünce”yi ve düşüncenin yarattığı tedirginliği beraberinde getirirken bir yandan da “haz” işin içine dahil olmaktadır. Kadın ve erkeğin zıtlık ve hazla beraber gelen çekim gücünün ‘gerilimli’ uyumunun prototipi, Tanpınar’ın verdiği ayrıntılarla canlılık kazanır. Nitekim bu uyumun kaynağı, aslında “bir” olmaktan geçer. Havva, Adem’e “Benim, senden bir parçayım” [5] diyecektir. Öte yandan, Havva’nın Adem’in “parça”larından yaratılmış olması, “birlik” kavramına da çelişki getirir.
Bir sonraki aşamada Adem, tanrısal düzlemden yavaş yavaş uzaklaşarak bir değişim yaşamaya başlar. O ana kadar dostu olan yıldızların, meleklerin, hayvanların ve tanrının kendisinin yerini, başka bir deyişle kaybettiklerinin yerini kadının sıcaklığı, ona karşı duyduğu bedensel “haz” ve onu sahiplenmekten duyduğu içgüdüsel haz alacaktır. Böylelikle “düşüş” gerçekleşecek, belki de tabiri caizse Adem’in düştüğü yerde yılana sarılmasıyla, Tanpınar’ın tabiriyle “toprağın çocukları”nın [6] devri başlayacaktır. Bu öyküde yer almayan şeytanın yılan şekline girip Adem ile Havva’yı baştan çıkarması hikayesi düşünüldüğünde yılanın kendisinin bizzat kadın, kadınla birlikte gelen tedirginlik, dile getirilmeyen ancak ima edilen hazzın yok ediciliği olduğu düşünülebilir. Bununla birlikte, bu kabus tonunu da eksik bırakmayan rüya atmosferli öyküde, son bir umut ışığı bulunmaktadır. “İnsan sesine susamış toprak, bu sesleri dinledikçe ısınır, değişir” [7] Her ne kadar Adem ile Havva’nın uzaklardan birbirlerini çağıran sesleri korku ve dehşet duygularını beraberinde getirse de. Büyük çelişki ve uyum dilemma’sı, bu öykünün umuduna da gölgesini düşürmeyi başarır.
[1] Ahmet Hamdi Tanpınar. Hikayeler. İstanbul: Dergah Yayınları, 1991. s. 126.
[2] A.g.y. s. 126.
[3] A.g.y. s. 126.
[4] A.g.y. s. 127.
[5] A.g.y. s. 128.
[6] A.g.y. s. 131.
[7] A.g.y. s. 135.