30 Eylül 2011 Cuma

Yanlış okumalar


"If you read a person rightly, you get the meaning truly." İlk bakışta Şıpsevdi sakızının içinden çıkmış gibi gözükse de bu cümle, insana yapılan "okunacak bir kitap" benzetmesi pek yerinde. Hele de zaman zaman hayatımızın insanları "misreading"lerle okuya okuya geçtiğini düşünüyorsak...

27 Eylül 2011 Salı


Arayı açmadan devam edeyim...

Üniversiteden arkadaşım Ege her hafta blog'undan paylaştığı zen deneyleri önerilerinde bu hafta duyduğumuz seslere odaklanmamızı, kulaklarımızı kocaman açarak mevzubahis duyumuzu en konsantre halinde yaşatmamızı salık veriyor. (Bu arada bu sabah otobüste gelirken bu deneyi koku duyumuz üzerinden yapmaya çalıştığımızı düşünüp güldüm kendi kendime. Türkiye'de!) NBC'nin son filmi Egeciğin ses odaklı deneyini de otomatikman hatırlattı. Yönetmenimizin ses konusundaki takıntısı malum, Bir Zamanlar Anadolu'da da odaklanma ve farkına varma hali sesi en ileri boyutta ayrıştırarak gerçekleştiriyor kendisi. Toprak, rüzgar, gökgürültüsü, yağmur, karıştırılan çay kaşığı, ağız şapırtısı, araba motorunun sesi, anlaşılamayan mırıltılar... Her birine teker teker yoğunlaşma ve bunları duyurma çabası anlatmaya çalıştığı hikayeyi nasıl ve neden anlattığını da gösteriyor gibi sanki. "Bir zamanlar Anadolu'nun bozkırında görev yapan bir doktor varmış." Bir hikayeye başlamak için yerinde bir girizgah. Bir masal girişiyle taçlandırılmış gerçekliğin dibine kadar vurgulandığı bir hikaye. Nitekim o Anadolu sahnesinde karşımıza çıkan olay, manzara, karakterler her şey dış dünyamızla fazlasıyla ve birebir örtüşmekte, anlatım dili de sapına kadar cinema verite. Orada o uzak kırsalda yaşananlar birer Anadolulu olan çoğumuzun malumu değil mi? Asıl mesele de bu değil zaten, en kaba saba haliyle insan olma hali. Yani en çok büyük addettiğimiz edebiyatçıların anlamaya ve anlatmaya uğraştığına benzer bir insan olma hali. Cannes vesilesiyle fikir yumurtlayan ecnebi eleştirmenlerin tabiriyle film "edebi, Dostoyevski tadında vs." keza. Hah ben de Murathan Mungan'ın Cenk Hikayeleri'ni hatırladım mesela. Şehirden uzaklaşıp bozkıra gittikçe çıplaklığı daha bir görünür hale gelen insan ruhu. Filmdeki ruhlar da her bir ses dalgası gibi ince ince ayrıştırılarak, yeterli ama etkili dozda sergileniyor.
Nuri Bilge Ceylan bu filmin standart dışı bir film olmasını istediğini söylüyor. 177 dakikalık süreyi dayandırdığı en temel nokta da bir romancı gibi özgür olma isteği. Nasıl ki bir romancı istediği uzunlukta yazabilir, ben de bunu yapabilmeliydim, diyor. Nitekim kendisi filmini "izlenmesi zor" olarak nitelendiriyor ama galiba bu noktada zaten onun filmlerini izlemeye teşne kitleyi kast etmediği belli. Tiyatro izler gibi izledik valla. Tiyatrodan kastım bu ruhsal epik anlatının diyalog, mizah ve herkesin teker teker sahneye çıkıp rolünü oynayıp çekilmesi bağlamında son derece teatral ve de kolay izlenebilir oluşu.

"Neden filmde doğru dürüst kadın yok?" diyenlere cevap veresim hiç yok. "Nasıl yok?" diyeyim, geçeyim. Benim androjen damarımı kabartmayın.

"Sanat hakikati anlatmaya çalışan bir yalandır" demişti Picasso. Bkz. Bir Zamanlar Anadolu

Küçükken sinebadi arkadaşım Barış'la izlediğimiz filmlerin kendimizce eleştirilerini bir defterde toplardık. Şimdilerde o zaman yaptığımız yorumları okumak oldukça eğlenceli tabii. Hararetle duygusal etkileşim içine girdiğimiz filmleri yerden yere vururken de göklere çıkarırken de "eleştirel mesafe"den nasibimizi almamışız haliyle ama içimizdeki sinema aşkının filizlenme hallerine şahit olmak pek keyifli. Bu girizgah niye mi? Nuri Bilge Ceylan'ın son şahikası Bir Zamanlar Anadolu'da'yı taze taze izlediğim için girdiğim coşkulanımı dile dökme isteğim küçükken tuttuğumuz film defterlerini hatırlattı da ondan.

Devam edecek...

21 Eylül 2011 Çarşamba


‘Kalender’ kavak ve sebep oldukları üzerine

Yenişehir’de Bir Öğle Vakti yapısal açıdan roman türüne kafa tutar bir görünümdedir. Fethi Naci, başlı başına bir hikaye olabilecek kimi sayfaların romana eklendiğini söyler.[1] Gerçekten de roman, bu özelliği bakımından kendisinden önce yazılmış olan bir öyküyü akla getirir: Haldun Taner’in “Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu” adlı öyküsünü.[2]

Öykü, Kalender adlı bir atın sokakta yürürken aynada kendi suretini görüp heyecandan ve korkudan kişneyerek gemi azıya alıp geri geri gitmesi ve sokakta zincirleme araba kazasına neden olan bir kaosa yol açmasıyla başlar. Kalender’in yarattığı bu ‘kelebek etki’ sayesinde o sokakta bulunan karakterlerin ve o karakterlerle ilişkili olan dünyanın farklı yerlerindeki karakterlerin hayatlarından o günde geçen bir kesit sunulur bize öyküde. Bir gün sonra Kalender aynı sokaktan geçerken aynada kendi suretini gördüğünde bu sefer ‘kişnemez’, adete karakterleri okuyucuya sunma işlevi sona ermiştir ve öykü bu şekilde sona erer. Öykünün başı ve sonu arasındaki sayfalar çıkarıldığında mevzu bahis olan, Kalender’in bir gün bir sokaktan geçerken aynada kendi suretini görüp korkarak kişnemesi ve geri geri gitmeye başlayarak kazaya yol açması, ertesi gün de aynı sokaktan geçerken hiçbir tepki vermemesidir. Ancak yazar, ‘Kalender çerçeve hikayesinden’ aradaki alana odaklanarak okuyucuya Kalender sayesinde bir ortaklıkları bulunan karakterleri sunmayı seçen bir öykü yapısı oluşturur. Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nin çerçeve anlatısının kahramanı da devrilmek üzere olan bir kavak ağacıdır; onun aracılığıyla etraftaki karakterlerin hayatlarından kesitlere şahit olma imkanını yakalar okuyucu. Dolayısıyla “Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu” öyküsünün yapısıyla olan benzerlik düşünüldüğünde uzun bir öykü gibi okunabilir Yenişehir’de Bir Öğle Vakti de.

Fethi Naci, yapısal olarak kural dışı olan bu romanda kavak ağacının bağımsız hikayeleri birbirine bağlamak için bir ‘uhu’ gibi kullanıldığını söyler.[3] “Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu”nun ‘uhu’sunun da Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nin ‘uhu’sunun da anlatılarına yapısal bir çeşni getirmekten başka sembolik görevleri de vardır aslında. Nitekim Yenişehir’de Bir Öğle Vakti yayınlandıktan sonra üzerinde en çok durulan konu, yazarın kendisinin dahi beklemediği bir şekilde, kavak ağacının neyi temsil ettiği sorunudur.[4] Karşılaştırılan öykünün birleştirici unsuru olan Kalender ismindeki atın ‘kalender’ bir at olması, romandaki birleştirici unsurun ise artık yaşama alanı kalmadığı için devrilmek üzere olan, yaşlı ve bir bakıma ‘kalender’ bir kavak ağacı olması iki anlatıcı için de manidardır aslında. İkisi de bütün zavallılıklarına rağmen hem yapısal bir bütünlük oluşturma görevinin altından layıkıyla kalkarlar hem de hikayelerinin oluşmasına vesile oldukları karakterlerin her biri ve bütünü için sembolik anlamlar teşkil ederler. Böylelikle anlatıların yapısal ve tematik bütünlük kazanmasını da sağlarlar.

Öyküde bir kalender at trafik kazasına, bu trafik kazası zor zoruna yaşanmaya çalışılan bir Yeşilçam bozması aşka, bozulan bir ticari sözleşmeye, bozulan bu ticari sözleşme Nazi Almanyası’nın bozguna uğrattığı bir ailenin küllerinden yeniden doğuşuna, dolayısıyla birden fazla insanın başarısızlığına ya da hayırlarına vesile olur. Romanda ise yapısal bir bütünleştirici unsur olarak kavak ağacı, Mevhibe Hanım’ın babasından kalma apartmanında yaşayanların ve apartmanın çevresindeki kişilerin bireysel başarısızlıklarının ya da iyiden iyiye kaybettikleri dil yetilerinin / iletişimsizliklerinin sembolü gibidir. Her karakterin mevcut sistem içinde kendine biçtiği ancak gerçekleştirmek konusunda sükut-u hayale uğradığı bir biçim vardır. Her birinin bu uğurdaki çabası, yazarın da mizahi diliyle son derece ‘kalenderce’dir.

Tezgahtar Ahmet, bir Hollywood artisti kıvamına gelerek var olmayı düşler bu sistemde. Ne var ki yarattığı aura bir işyeri deposunda sevgilisiyle sevişebilmesini bile sağlayamaz. Hayal edilenlerle gerçeklerin zıtlığının büyüklüğü hepten canlı kılar bu ‘kalender’ etkiyi. Emekli öğretmen Hatice Hanım’ın hayat karşısındaki mutsuzluğu, ev alışverişi gibi en basit gündelik ritüellerde bile beklediği kurallardan oluşan mükemmeliyetçiliğin mutlakiyeti yüzünden suçu etrafa, ‘bir takım’ insanlara hıncını alırcasına atışından bellidir. Kökeni Selanikli zengin bir aileye dayanan Necip Bey, bir yanda burjuva ailelerin bir yanda Anadolu’nun bağrından kopup gelmiş başka bir sınıfın bulunduğu Yenişehir’in orta yerinde alafranga düşlerle bezeli komforlu bir hayatı gerçek kılmaya çalışır, ancak hazıra dağ dayanmaz ve ona kalan miras eriyince kara kara ne yapacağını düşünmeye başlar. Bir çeyiz sandığı dolusu genç kızlık hayalleri olan bankacı Mehtap, maddi güçlükler içindeki ailesini geçindirebilmek için sandığını açamamak üzere kapatmak zorunda kalır ve senetlerin bordroların arasında yaşam savaşı verir. Hayatta gözüpekliliği sayesinde en çok ‘yırtmış’ görünen Güngör, zamanında niye sevdiğini bilemediği karısından ayrılma mücadelesi verirken, şimdi niye sevdiği de pek anlaşılamayan sevgilisinin yanından polis engellerini aşıp avukatla olan randevusuna yetişmeye çalışırken sevgisizlik çukurunda boğulmaktadır aslında. Prof. Salih Bey, alt sınıfa mensup ailesinden sıyrılarak üstün bir çalışma-savunma mekanizmasıyla sınıf atlamış, mebus kızı Mevhibe ile evlenip aile kurarak ‘saygın’ bir mertebeye ermiştir; ancak ne karısıyla ne de çocuklarıyla sevgiye dayalı bir iletişim kuramaz, işin vahim tarafı bu durumun farkında da değildir. Kendini içinde bulunduğu saygın sosyal mertebenin nizamlarını mükemmellikle yerine getirmeye adayan Mevhibe Hanım da bu uğurda çocuklarıyla kurabileceği sıcak aile ilişkisini harcar. Diğer karakterlere nazaran daha fazla üzerlerinde durulan karakterler, belki de başarısızlık ve umutsuzluğun en vahim neticelerini temsil ettikleri için geleceğin umutları (?!)gençler olan Doğan, Olcay ve Ali’dir. Doğan ve Olcay, ailelerinden ‘aile’ şefkati görmezler, bunun yerine burjuva hayat biçimleri onlara sus payı olarak verilmiştir. Doğan, en şık kıyafetleri giyer, Paris’e okumaya gönderilir. Ne var ki bu sus payı özelliği taşıyan burjuva hayat biçimlerinden bir kaçış olmalıdır. Doğan, bunu sinemada ve Ali’de bulur. Olcay ise binbir sıkıntılarla okuduğu özel okul yılları sırasında kitaplara, sonrasında da abisi Doğan gibi Ali’ye sığınır. Ancak çıkış kapısı bulmak istedikleri burjuva hayatlarının değerleri bir yandan ikisinin de Ali karşısında bocalamasına neden olur. İçinden geldiği alt sınıfın değerleriyle son derece barışık olan Ali ise, istediği kadar gözaltında tanıştığı fahişe Aysel’e bile değiştirilmesi gereken toplumu anlatmaya çalışsın, ‘devrim nasıl gerçekleşmez’in başarısız bir sembolü gibidir. Devrilmek üzere olan kavağın etrafında, bu karakterlerden oluşan kalabalığın içinde Ali gibi alt sınıftan birisi daha vardır: Boyacı Necmi. Önceleri yankesicilik yaptığını öğrendiğimiz Boyacı Necmi de kendince bir yaşam kavgası verip, boyacılık mertebesine yükselmiştir. Onun kavaktan beklentisi ise kavağın neden olduğu kalabalık sayesinde fazladan ayakkabı boyayarak o günü kurtarmaktır; ama o da başarısızlığa uğrar. Hayattaki rolüyle en fazla barışmış olan karakterlerden biri olan fahişe Aysel dahi roman sonunda kadınlığı bağlamında Ali’den beklentilerinin boşuna çıkması yüzünden ufak çaplı bir başarısızlık ve hayalkırıklığı yaşar. Romanın kendinden en bihaber kişisi olması sebebiyle kendisiyle en fazla barışık karakteri olan mahallenin delisi, bu başarısızlıklar kaosunu hem simgesel boyutta hem de devrilme eylemiyle somutlaştırarak taçlandıracak olan kavağın gölgesinde, devrilme eyleminin hemen öncesinde ironik bir Shakespeareyen soytarı görevi üstlenir: “Ey insancıklar! Kendinizden ve başarısızlıklarınızdan artık haberdar olun!” der gibidir ve onun bu sözlerini tamamlayan bir unsur olarak, son derece somut bir şekilde, yaşlı ve kalender kavak, insancıklardan birinin kafası üzerine devrilir.[5] Böylelikle kalender kavak, yapısal ve tematik görevlerini başarıyla tamamlamış olur.

Kaynakça

Doğan, Erdal. Sevgi Soysal, Yaşasaydı Aşık Olurdum. İstanbul: Everest, 2003.

Naci, Fethi. 50 Türk Romanı. İstanbul: Oğlak, 1997.

100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme. İstanbul: Gerçek, 1990.

Taner, Haldun. Bütün Hikayeleri-2. YenişehirJ, Ankara: Bilgi, 2005.


[1] Naci, Fethi. 50 Türk Romanı. s. 360.

[2] Haldun Taner’in “Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu” adlı öyküsü ilk defa 1953’te yayınlanmıştır.

[3] Naci, Fethi. 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme. s. 374.

[4] Yazar Sevgi Soysal, kendisiyle yapılan bir söyleşide kavak ağacının bu kadar üzerinde durulmasını çok da anlamadığını belirterek, asıl üzerinde durulması gereken konunun Ali üzerinden yapılması icap eden ‘devrimci genç’ eleştirisi olduğunu söyler. Doğan, Erdal. Sevgi Soysal, Yaşasaydı Aşık Olurdum. s. 221.

[5] Kavağın en nihayetinde kapıcı Mevlut’un üzerine devrilmesi sınıfsal eleştirinin odak noktası olduğu başka bir yazı konusu olabilir; ancak bu yazıda toplumun her kesimine ayrı ayrı bir eleştiri yapıldığı görüşü hakimdir.