6 Haziran 2012 Çarşamba

XOXO The Mag, June 2012 Hakan Bıçakcı röportaj


SAMİMİ KALABALIKTAN UZAKTA


Yaklaşık 10 yıldır yazıyor ve yazabilmek için ne uğurlu kalemlere ne ilham perilerine, ne de güneye yerleşip sebze yetiştirmeye ihtiyacı var. Kelimeleriyle yarattığı film şeritlerinde kendi persona’nızın altında ezilen hakikat parçalarıyla karşılaşabilirsiniz.Yazar Hakan Bıçakcı’yla yazıda ve yaşamda belirsizlikten doğan kurguları konuştuk.

Salinger’ın Çavdar Tarlasında Çocuklar’ının kahramanı Holden sevdiği bir kitabın yazarıyla telefonda sohbet etmek istediğini söyler. Senin telefonda konuşmak istediğin yazarlar var mı?
Çok beğendiğim zaman konuşmaktan korkacak bir noktaya geliyorum sanki. Zaten genelde geç kalınmış oluyor. İlk olarak lisede Kafka’yı, Sartre’ları, Camus’ları okuduğumda hiçbiri hayatta değildi. Oradan gelen bir refleks olabilir. Kabullenilmiş çaresizlik refleksi.
Bazen yazarları tanımak o yazarın kitaplarıyla arana da girebiliyor.
Tabii, o da var. Yazarlık çok başka, çok soyut bir alan. Yazar çok acayip bir dünya kuruyor ama kendisi de öyle bir dünyanın içinde yaşıyor olmak zorunda değil. Genelde öyle bir iluzyona kapılıyoruz. Halbuki yarattıkları dünyaya uzak açıdan bakan yazarlara ben daha çok saygı duyuyorum.
Sait Faik gibi “Yazmasam delirecektim”güdüsüyle mi yazmaya karar verdin peki?
Yazar olma hayalim hiç olmamıştı. Üniversite çağında kendi kendime karaladığım öyküler vardı sadece. Sonra onların arasında garip bir bağlantı olduğunu hissettim. Birleşince bir romana benziyorlardı. Onların bazılarını birleştirip bazılarını atarak bir roman dosyası haline getirdim ve şansımı denedim. Ama gerçekten “Alın işte roman görün” iddiasıyla değil, yönlendirilmek için. Sonra iş ciddiye bindi. İlk romanı deneme yanılma dünyasında, bir hayal aleminde sürüklenerek yazmıştım. Belki de yayımlanmaz diyerek. O da garip bir rahatlık aslında, bazen işe yarayan bir şey. Günümüzde daha çok “Yazdıklarım basılmazsa deli olacaktım” gibi bir güdü var çünkü.
Meselen bugün ve belli bir nesil gibi. Karanlık Oda adlı romanında karakterin alışveriş merkezinin en üst katından her yere kusmak istediği ve Maslak minibüsünde giderken yaptığı gözlemlerin olduğu bölümler bütün öykü ve romanlarının meselelerini de özetliyor.
Bu çağın yaratabileceği, benim içimde yaşadığım dünya nasıl bir insan ortaya çıkarabilir ya da nasıl o insanın posasını çıkarıp atabilir sorusuna odaklandığım için çizdiğim karakterde benden çok izler yok ama onun içinde yaşadığı dünya benim içinde yaşadığım dünya. Bu dünyaya ben bir şekilde direniyorum, kendimi korumaya çalışıyorum ama korumayan birine neler yapabilir gibi bir bakış açım var. Bu arada tespitçilik yapma kolaycılığına düşme tehlikesi olduğu için alışveriş merkeziyle ilgili yerler en korkarak, en otuz kere çıkarsam mı diye düşünerek yazdığım bölümlerdi. “Bakın, tüketim toplumunu eleştiriyorum!” demek istemedim ama karakterin de “Biliyorum, bunu herkes eleştiriyor” şeklinde bir çırpınışı olduğu için bu kaygım azalıyor.
Karanlık Oda’dan devam edelim. Gündelik hayatımızda maruz kaldığımız korkunç müziklerden bahsediyorsun. Bu bizim cehennemimiz mi?
Hepimizin aynı kalıba sokulduğu bir ortama karşı tepkinin sadece vitrinindeki bir şey müzik ama her türlü davranışımıza yansıyor. Toplumun geneli bir tür zihin kontrolünde, toplu hipnozda mutlu bir şekilde yansıyor ama dışarıdan bakan birtakım insanları da bu durum huzursuz ediyor. Roman karakterim de öyle bir kişi. “Bakın ben bu grupları dinliyorum” der gibi gözükmemek için genelde müzik gruplarının isimlerini vermekten kaçınıyorum ama Karanlık Oda’da tersini yaptım çünkü Ortadoğu’nun neredeyse göbeğinde bir üçüncü dünya ülkesinde yaşayan birinin belli İngiliz gruplarına tuhaf bir iştahla tutulmasını ben aslında rahatsız edici bir şey olarak yazmak istedim. Roman kahramanı kendini saran o popüler müziklerin içinde “alternatif” müziğe sarıldıkça bir anlamda çirkinleşiyor çünkü “alternatif” lafı da sistemin bir dayatması. Karakter alışveriş merkezinin kapalı devre müzik yayını dükkanlara girince yavaş yavaş küçülerek üstüne kapanan karanlık bir odada kalıyor ve bundan kaçmak için kendi müziklerine tutunuyor ama kendi içinde klişeleri olan bu alternatif müzikleri dinleyip kurtulduğunu hissetmek de sistemin bir tuzağı.
Gelelim senin sinemasal diline. Görsellik senin için bir hassasiyet meselesi mi?
Çok bilinçli olarak sağlamaya çalıştığım bir şey. Genelde bir fikirden yola çıkıp o fikrin görsel karşılığını arıyorum. O fikri doğrudan tarif edersem kağıt mürekkep israfına girer gibime geliyor. Fikre başka bir yerden bakmaya çalışmak bende görsel bir refleksle oluşuyor çünkü sadece okuduklarımdan değil, en az o kadar izlediklerimden de etkileniyorum. Eski Türkçeye meraklı olduğum halde çok fazla süslü, fazla “enteresan” kelimeler kullanmaktan da bu yüzden kaçınıyorum çünkü o tarif etmeye çalıştığım görsel dünyanın şeffaflığından sıyrılıp kelimelerin karşımızda duracağını hissediyorum.
Yusuf Atılgan ve Vüs’at O. Bener’in kesik kesik, sadece eylemi aktaran cümlelerini hatırladım yazdıklarını okurken.
Kendime yakın bulduğum yazarlar zaten.
Görselliğini besleyen kaynakta bizim neslin kanonunu oluşturan filmlerden izler gördüm. Karanlık Oda’daki fotoğrafçı karakterin boş bir havuzda hayati bir görüşme yapması ve orayı fotoğraf sergisi için mekan seçmesi bana ister istemez David Lynch’in tekinsizliğini hatırlattı.
Kara mizah ve mafyatik durumlar. David Lynch en sevdiğim ve etkilendiğim yönetmenlerden bir tanesi. Roman Polanski, Chan-Wook Park, Takashi Miike de öyle.
Bu bahsettiğin yönetmenlerin tekinsizlik konusunda ortak bir dilleri var. Sen korkuyla kaygı arasında net bir ayrım yapıyorsun. Bu yönetmenlerin filmlerinde de senin yazdıklarında da tekinsizliği yaratan korku değil kaygı sanki ve bunu çok iyi başarıyorsunuz.
Korku değil kaygı yazacağım diye net bir ayrımla başlamadım yazmaya. Son zamanlarda bunun korku değil kaygı olduğunu fark ettim. Korku dediğimiz şeyin adı çok konmuş, nesnesi belli. Bundan korkulur denir ve çözümü de bellidir. Ama kaygı öyle bir şey değil, nesnesi olmayan bir durum. İnsan beyni mantık hastalığına tutulduğu ve kendini tutarlılık rolü oynama zorunluluğunda hissettiği için kaygıya katlanamıyor. Hemen ona bir korku nesnesi uydurup, tedirginliğin oradan kaynaklandığını düşünüp ondan kurtulma, bir tür hayatta kalma içgüdüsü duyuyor. Günümüzde kaygı o kadar bulaşıcı ve soyut bir şey ki bir ihaleyi kaybetme kaygısı bile atalarımızdan gelen bir miras, ölme korkusu. Kaybedince ölecekmişiz gibi. Halbuki birini kaybedersen başka bir iş gelecek. O ferahlık yok. İnsanlar kendi kendilerine kurdukları hapishanenin gönüllü tutsakları. Bu hapishane kaygıyla işliyor, o görünmez duvarları kaygıyla örülmüş sanki ve insanlar onun içinde yaşıyorlar. Sorarsan da mutlu yaşıyorlar. Fantastik dediğimiz şeyde de hep belirsizlikten besleniyorum. Ejderhalı bir evren bana fantastik gelmiyor çünkü başka bir paralel evrende kodlanmış gerçekçi bir hikayeden bahsediyoruz aslında. Beynin arada kalması, bir şey var mı yok mu sorusunun cevabının belirsizliği, eşittir kaygı. İşte benim içinde yüzdüğüm sular.
İlham perisinin insanları yazmaktan soğutmak için uydurulmuş bir şey olduğunu düşünüyorsun. Seni yazmaktan soğutan şeyler nedir?
Karşılık bulmamak, okurun gittikçe azalmasını hissetmek olabilir. Sonuçta okunması için, öyle bir içgüdüyle yazıyorsun. “Ben kendim için yazıyorum” demek büyük bir yalan. O zaman yazdıklarını bastırmazsın. Haberleri izlediğimde, dünyadaki gidişatı gördüğümde de çok anlamsız buluyorum yazmayı ama o da benim yapmaya çalıştığım şeyle tuhaf bir ilişki içinde. Zaten anlamsızlıktan beslendiği için o anlamsızlık beni yıpratırken yazdıklarıma bir katkıda bulunuyor olabilir.
Anlaşılma kaygın var mı? Nasıl bir okuyucu kitlesi tahayyül ediyorsun?
Bu sorunun cevabı çok zor. Aslında acayip bir paradoks var. Anlaşılsın kaygısı benim anlatmaya çalıştığım şeyi zedeliyor. Netleşsin dediğin anda benim deminden beri anlatmaya çalıştığım belirsizlikten beslenen o kaygı atmosferi ölüyor. Şöyle bir kaygım var: bu işin meraklısı sevsin, onlar nefret etmesin ama çoğunluk sevmesin. Bu zaten kitap kapaklarına bile yansıyor. Oldukça itici, beni alma diye bağıran, aşırı minimal kapaklar. İsimleri hiç öyle davetkar değil. Kitaplarım daha çok yayılsın, her eve girsin, herkes bayılsın diye bir duygum hiç yok.
“Samimiyet fetişizmi” diye bir tabir kullandığını duymuştum.
Son dönemlerde her müzik albümü çıkarana, her kitap yazana bu işi niye yaptığı sorulunca “samimiyetten” diyor. Sanki bir damga var, eser geliyor “Samimi mi?” diye sorup damgayı basıyorsun geçiyor ya da geçmiyor. İnsanlar samimiyetin kolaylıkla ölçülebileceğini zannediyor ama ölçülemeyecek bir şey. Ben bir sanat eserine baktığımda iyi mi kötü mü olduğunu düşünürüm. Karakterlerim de samimi değil. Kolay kolay özdeşim kurulamıyor onlarla. Yeri gelince yalan söylüyorlar. Öyle bir tekinsiz dünyanın peşindeyim. Samimiyet, özdeşim hevesimi kıran şeyler. Karakterler sıcacık duygular, sıcacık birlikteliklerle mutlu yarınlara doğru ele ele koşup gitmesinler.