12 Aralık 2013 Perşembe

Yozgat Blues'e dair





Mahmut Fazıl Coşkun'un bir rahibe ve Müslüman hoca aşkı temalı Uzak İhtimal'ini, tüm önyargımla uçakta bir Alman, bir Fransız, bir Amerikalı bir de Temel konseptiyle kolaycı ve politik anlamda nabza göre şerbet motivasyonlu, formüle dayalı bir film olarak algılayıp uzak durmuştum. Oysa Yozgat Blues'da öyle bir iş çıkarmış ki ilk filmini izlemeden dahi saydırdığım tüm kinayeli sevimsiz lafların bu ikinci filmin yanından yöresinden geçmesi mümkün değil.

Taşra sıkıntısı fetişizmi, bir kere şehirden taşraya gidişle alaşağı edilmiş. Bu defa şehir değil, taşra bir imkan arayışı, bir umut şehirde hayatta kalmaya çalışan için. Muhtemelen Zeytinburnu'nda bir AVM'de chanson döktürmek zorunda kalan, kel başını perukla gizlemesiyle bile ruh halini az çok anladığımız nevi şahsına münhasır bir 'müzik adamı'. Belediyenin müzik kursunda ders vermenin haleti ruhiyesi, Yozgat'ta bir pavyonda chanson söylemek, çayın nasıl demleneceğine dair Tarantinovari diyaloglar, aşk mı yalnızlık ve ihtiyaç karmaşası mı düşünülesi bir kadın-erkek ilişkisi, evlenerek 'adam' olmak, Nadir Sarıbacak'ın zıpır oyunculuğuyla entellik müessesi… Bu filmde en küçük ayrıntı bile auteur işi, kendine özgü. Ercan Kesal'a artık bukalemun desek yersiz olmaz. Ayça Damgacı, cinema-verite oyunculuğunu özümsemiş. Tansiyonu hiç yükselmeden, abartılı drama yaratmadan, az sözle, Fatih Özgüven'in tabiriyle "cool eda"lı bir film Yozgat Blues. Kendinden başka herkese hayrı dokunanlara selam olsun.

1 Kasım 2013 Cuma

Geyik Efsaneleri Aracılığıyla Mübadele Sorunu: Anadolu’da bir Rum köyü, Livera






Anadolu-Türk folklorunun çeşitli türlerinde, gerek Şaman kültüre gerekse İslamiyet dönemine ait anlatılarda geyik sıradan bir av hayvanı olmasının ötesinde kutsal bir hayvan olarak kabul edilmiştir ve bu kabul üzerinden geyiklerle ilgili çeşitli anlatılar oluşmuştur. Bu inanç motifi Türkçe edebiyatın modern metinlerinde de karşımıza çıkmaktadır. Örneğin Murathan Mungan’ın 1992’de yayımlanan ve defalarca sahnelenen Geyikler ve Lanetler adlı oyunu, folklorik gelenekten beslenerek hamile bir geyiğin avlanması sonucu saçtığı lanete odaklanan bir metindir. Bu yazıya konu olan Yusuf Bulut’un yazdığı “Livera Geyikleri” adlı öykü de avlanması sonucunda lanetlere vesile olan geyik hikâyesi kalıbının tekrarlandığı ancak bu kalıba efsanenin işlevi bağlamında yeni bir temanın eklendiği modern bir anlatı örneğidir.

Öncelikle bu hikâyeyi aktaralım. Bugünkü ismi Yazlık olan Trabzon’un Livera adlı Rum köyünde 1900 yılının Noel yortusu gecesi, yeni bir yüzyıla giriş ve Hz. İsa’nın öğretisinin 20. yüzyıla ulaşması nedeniyle kilisede ayinle kutlanmaktadır. O günlerde köye biri dişi, diğeri erkek olmak üzere iki geyik dadanır. Geyikler insandan kaçmaya meyilli, yabani özelliklere sahip hayvanlar olarak bilindikleri hâlde bu iki geyik köy halkından hiç çekinmez, insanların onları sevmelerine dahi izin verirler. İlgi çekici olan, ayinin yapıldığı sırada kilisenin önüne gelirler ve ayin bitene kadar adeta insan gibi ayini dinlerler. Dişi olanın başını erkek olanın boynuna doğru uzatıp uysal bir görünümde ayini dinler gibi durması özellikle vurgulanır. Geyikleri kutsal olarak algılayan köy halkı, aynı gece geyiklerden dişi olanın öldürüldüğü haberini alır. Köyün rahibi Hrisantos, ahalinin ileri gelenlerini çağırıp dişi geyiğin katilinin bir an önce bulunması gerektiğini, değilse başlarına büyük felaketler geleceğini söyler. Çünkü dişi geyiğin Meryem Ana’nın yirminci yüzyıla girerken dünyada oluşan bir gölgesi olabileceğini savunur. Geyiğin insanlardan korkmayıp özellikle Noel yortusunda ayin bitene kadar kilisenin önünde beklemesini bu şekilde açıklamaktadır. Ne var ki bir yıl boyunca dişi geyiğin katili bulunamaz. Erkek geyik arada sırada köye gelip inleyerek dolaşırken, insanlar onun dişisini aradığı yorumunda bulunurlar, sonraları geyik ortadan kaybolduğunda ise onun İsa’nın yanına uçtuğuna inananlar olur.
Aradan yıllar geçtikten sonra Birinci Dünya Savaşı patlak verir ve köylülerin ilk getirdiği yorum, dişi geyiğin öldürülmesinin ve katilinin bulunamamasının yol açtığı lanetin ilk ayağının savaş olduğudur. Savaşla birlikte köyün başına, yoksulluk, yıllardan beri varlığını sürdüren Gülbahar Hatun vakfına yolların tehlikeli olması nedeniyle yardımda bulunamamak gibi felaketler gelir. Ama en büyük felaket 1923 yılında baş gösterir. Muhtar köy halkını toplayarak yanlarına taşıyabileceklerinden fazla hiçbir eşya almamak suretiyle köylerini terk edip Yunanistan’a sürüldüklerini açıklar. Artık yüzyıllardır yaşadıkları topraklardan ayrılmak zorundadırlar. (Bulut, Yusuf. “Livera Geyikleri”. 30 Kasım 2011, http://www.yusufbulut.com/index.php/efs/11-livera, Erişim tarihi: 6 Nisan 2013)

Bu anlatı öykü türünde bir edebiyat metnidir ve bu metnin sosyal, kültürel antropolojik bir işlevi vardır: Tarihte yaşanmış bir olayın toplumsal bellekteki yansıması, bu belleği canlı tutmak, hatırlatmak, Anadolu’da Türk dışında bir millet olmaya, göç ve mübadeleye, göçün yarattığı travmaya, vatan kavramına dair bir meseleyi dile getirmek. Öykünün ikincil önemde sayılabilecek bir işlevi de bugün Yazlık adını taşıyan yöreye kültürel bir değer atfetmektir. İnsanın varoluşsal düzlemde kimlik sahibi olmaya duyduğu ihtiyaç gibi, bir yörede yaşayan bir toplumun da üzerinde yaşadıkları topraklar üzerinden toplumsal bir kimlik inşa etmeye duydukları ihtiyaçtır burada söz konusu olan. Bugün Yazlık köyünde “Livera”dan göç etmek zorunda bırakılmış Rum halkı yaşamıyor olsa da bugünün yerlilerinin yaşadıkları coğrafyaya kültürel bir değer atfetme ihtiyacının duyulduğu söylenebilir. Yazlık köyünü ziyarete gelenlere bu öykünün anlatılması ya da yöreyi tanıtan bir broşürde bu öykünün yer alması gibi “turistik” denebilecek bir motivasyondan dahi söz edilebilir. Sonuç olarak bu anlatının, kuramsal anlamda bildiğimiz, sözlü gelenek içinde oluşan efsaneye karşılık gelmediğini söylemeliyiz. Öyküde geçen muhtar ve rahip gerçekte yaşamış kişiler ve en önemlisi mübadele tarihsel bir gerçeklik olduğu hâlde bu anlatıyı mübadele gerçeğini toplumsal bellekte devam ettirmek üzere bugün yazılmış kurmaca bir metin olarak değerlendirmeliyiz. Bu öykünün mevzubahis işlevini yerine getirmek için de efsanenin olanaklarından yararlandığını söylemek gerekir. O halde burada sorulacak soru efsanenin temel işlevlerini hatırlayarak, bu öyküde nasıl fonksiyonlara karşılık geldiği olacaktır.

Bu noktada efsane ile ilgili bilimsel tanımlara ve efsanenin işlevini ifade eden açıklamalara başvurmaya ihtiyaç vardır. Prof. Dr. Şükrü Elçin efsaneleri, “insanoğlunun tarih sahnesinde göründüğü ilk devirlerden itibaren ayrı coğrafya, muhit veya kavimler arasında doğup gelişen, zamanla inanç, adet, anane ve merâsimlerin teşekküllerinde az çok rolü olan bir çeşit masallar vardır” (314) sözleriyle tanımlar ve sözlü gelenekte yaşayan bu anonim masalların efsane ya da mit olarak olarak adlandırıldığını (314) belirtir. Yusuf Bulut’un “Livera Geyikleri” adlı öyküsünde efsanenin “inanç” boyutundan büyük ölçüde yararlandığını görürüz. Anadolu folklor geleneğinde hali hazırda bulunan geyiklerin kutsal olduğuna ve onlar katledildiğine lanete yol açacaklarına dair inanç öyküde mübadeleyle gelen lanet bağlamında başlıca tema olduğu gibi, dişi geyiğin Meryem Ana ile özdeşleştirilmesi de başka bir inancı ortaya koyar. Öte yandan bu öykünün tarihte yaşanmış bir olayın bir halk ya da halklar üzerindeki (Rumlar ve Türkler olmak üzere) travmatik etkisinin toplumsal bellekteki uzantısını gösteren bir yapısının olduğu açıktır. Keza öykünün sonunda belirli bir coğrafyada yaşayan iki farklı halkın ortak coğrafyaları üzerinden maruz kaldıkları “aidiyet sorunsalı” söz konusudur ve bu aidiyet duygusunu sağlayacak olan yine inançtır:
Bu efsane kaleme alındığında, eski Liveralılar çoktan gitmiş yerlerine yenileri gelmişti. Olayın üzerinden 87 sene geçmiş. Geyiklerin Livera üzerindeki laneti halen devam ediyor.
Livera, ne gidene yar oldu ne de gelenlere…
Yine de efsaneye inat, hem gidenler hem de yeni gelenler büyük bir aşkla seviyor yaylalarını, dağlarını, ormanlarını, yazını, kışını ve baharını…
Hem eski gidenler hem de yeni gelenler, gurbet elde bir “Trabzon” sözcüğü duymaya görsün yanar da tutuşurlar. Hele de bir yerde karşılaşsalar, o anda memleketi oraya taşırlar…(Ek 1)

Pertev Naili Boratav’ın 100 Soruda Türk Halk Edebiyatı adlı kitabında “efsaneler halkın çaresizliklerini, umutlarını, özlemlerini, dünya görüşlerini bütün öteki halk edebiyatı türlerinden daha keskin belirtirler; çünkü inanış konusudurlar” deyişi (107) tam da geçmişte ve bugünde yaşayan Livera-Yazlık halkının yaşadıkları coğrafya üzerinden gelişen toplumsal travmalarını anlamlandırmanın, bir bakıma ehlileştirmenin bir yolu olarak “geyik efsanesine”  inanmak istemelerini açıklar.

Bu öyküde efsanenin temel işlevlerinden nasıl yararlanıldığına bir ölçüde değindikten sonra, yararlanılan “geyik efsanesi”nin Anadolu folklorundaki çeşitlemelerine ve bu öykü için bu motifin nasıl kullanıldığına bakalım. Zekeriya Karadavut ile Ünsal Yılmaz Yeşildal, “Anadolu-Türk Folklorunda Geyik” adlı makalelerinde geyik ile ilgili efsaneleri yedi türe ayırırlar. (103-111) “Livera Geyikleri” öyküsünde geyiğin kullanımının bu türlerden büyük çoğunluğuna denk geldiği görülmektedir. İlkel insanlara göre hayvanlarda olup insanlarda olmayan, yön bulma, güçlü sezgi, çeviklik, fiziksel güç onların hayvanlardan hem korkup hem de onları yüceltmelerine neden olmuştur. Hayvanları yüceltme onları tanrısallaştırma mertebesine ulaşmış ve türeyiş efsanelerine yol açmıştır. Nitekim Göktürklerin ve Uygurların kurttan türeyiş efsaneleri olduğu gibi geyikten türeyiş efsaneleri de mevcuttur. Cengiz Aytmatov’un Beyaz Gemi adlı romanına konu olan Kırgızların soy başlangıcına dair “Boynuzlu Maral Ana” efsanesinde de bu motif tekrarlanır. “Livera Geyikleri”ndeki İsa’nın 20. yüzyıldaki doğumunun kutlanışını seyreden dişi geyik, rahip Hrisantos tarafından Meryem Ana ile özdeşleştirilirken Hıristiyan âleminin annesi olduğu için türeyiş motifini doğrudan akla getirir.

Karadavut ile Yeşildal’ın sınıflandırılmasında geyiğin bir av hayvanı olarak folklorde nasıl işlendiği de aktarılır. Geyik av hayvanları içinde çok hızlı koşması, çok iyi yön bulması gibi çeşitli nedenlerle avlanması en zor ve zorluğu derecesiyle en değer gören hayvandır. Öte yandan da Karadavut ile Yeşildal’ın Bonnefoy’dan aktardığına göre, “Türk insanının düşüncesinde kutsal ve iyilik getiren bir hayvan olarak kabul edilen geyiğin avlanmasının
çoğu zaman uğursuzluk getireceğine inanılmaktadır. Çünkü geyik vahşi bir hayvandır. İlkel insanın zihninde evcil hayvanlar insanlar topluluğuna aitken, vahşi hayvanlar tanrılar topluluğuna aittir.” (105) “Livera Geyikleri”nde erkek olanın değil de Meryem Ana’yla özdeşleştirilerek tanrısal bir mertebeye sahip kabul edilen dişi geyiğin avlanması halkı yurdundan etmek gibi en büyük laneti getirdiği gibi, berekete de zeval getirerek köyde yoksulluğa, kıtlığa sebep olur. Kaldı ki halkına mübadeleye zorlandıklarını açıklayan muhtarın onlara “Bundan böyle ne siz Liveralısınız ne de ben Muhtarınız” deyişi, bir halkın türeyişinin kaynağı olan, bu öykünün özelinde Hıristiyan bir halkın annesinin katledilişinin getirdiği lanetle halkın soyunun tükenişine de işaret eder.

Geyikler, Karadavut ile Yeşildal’ın sınıflandırılmasında şekil değiştirme unsuru olarak da karşımıza çıkarlar. Gerek Şaman gerekse İslam kültüründe kutsal görülen kişiler geyik biçimine girerler. Budizm inancında da benzer bir motif tekrarlanır. Örneğin Buda ile ilgili anlatılardan birinde, “Dantipala adlı geyik avlamayı seven bir beyin, geyik şeklinde doğan Buda’yı öldürmesinin sonucunda cehennemin içinden çıkan alevlerin içinde kalarak ölmesi konu edilir.” (Ruben’den aktaran Karadavut, Yeşildal 108) “Livera Geyikleri” Anadolu-Türk folklorunda kullanılan bu temaya Şamanizm, İslamiyet, Budizm dinlerine ek olarak Hıristiyanlık üzerinden de bir boyut getirmektedir. Anadolu’ya ait efsanevi bir motif olarak geyik bu coğrafyada bulunan başka bir din pratiği içinde de karşımıza çıkmakta ve aynı coğrafyada yaşayan farklı etnik halkların kolektif bir efsane havuzundan yararlandığını/yararlanabileceğini göstermektedir.

Başta Yörükler olmak üzere Anadolu’nun çeşitli halkları geyiği bolluk ve bereket bağlamında uğurlu saymaktadır, geyik boynuzları evlerde nazar boncuğuna benzer biçimde uğur getireceğine inanılarak duvarlara asılır. “Livera Geyikleri”nde ölüsü bulunan geyiğin boynuzlarının özenle saklanması da köy halkının başlarına bir felaket geleceği korkusunu taşıdıklarının göstergesidir.  

Yazının başında Yusuf Bulut’un edebî anlatısının tarihte yaşanmış bir olayı günümüze yansıtmak ve bu olayın sonuçları üzerinden kolektif bir bilinç, bellek devamı yaratmak gibi bir niyetinin olduğunu söylemiştik. “Livera Geyikleri” mübadele konusundaki tarih bilincini vurgulamaya çalışırken Anadolu folklorunda mevcut olan geyik efsanelerinin çeşitlerinden olabildiğince kapsamlı bir şekilde yararlanmıştır. Karadavut ve Yeşildal’ın Anadolu folklorunda geyiğin kullanılışını yedi türe ayırdığını hatırlarsak, bu hikâyedeki geyik kutsallık, türeyiş, annelik-bereket, nadide bir av hayvanı, şekil değiştirme, boynuzlarının uğurlu nesne olarak kullanılması motifleri açısından yedi türe birden karşılık gelir. Sonuç olarak Pertev Naili Boratav’ın 100 Soruda Türk Halk Edebiyatı isimli kitabında sunduğu efsane türleri ayrımını düşünecek olursak “tarihlik efsane” (100) tanımına girebilecek günümüzde yaratılması ve yazıya dökülmesi nedeniyle ‘modern’ olan bu öykü, efsane geleneğinden yararlanarak geyik konulu efsanelere Hıristiyanlık ve mübadele meselesi üzerinden yeni bir tema katmaktadır.

KAYNAKÇA


Boratav, Prof. Dr. Pertev Naili, (2000). 100 Soruda Türk Halk Edebiyatı. İstanbul: Gerçek Yayınevi.

Elçin, Prof. Dr. Şükrü, (1993). Halk Edebiyatına Giriş. Ankara: AkçağYayınları.

Karadavut Zekeriya, Yeşildal Ünsal Yılmaz, (2007). “Anadolu-Türk Folklorunda Geyik”, Millî Folklor, (76).

Ek 1

Bulut, Yusuf. “Livera Geyikleri”. 30 Kasım 2011. http://www.yusufbulut.com/index.php/efs/11-livera Erişim tarihi: 6 Nisan 2013.






Ek 1
Livera Geyikleri Efsanesi

Efsane daha iyi anlaşılsın diye öncelikle, Livera’nın geçmişi hakkında kısa bir ön bilgi vermek isterim. O günlerde de Trabzon Maçka’sının yanı başında büyük ve kalabalık bir köy idi. Maçka ise onun kucağında oturan bir yavru gibiydi. O günün Liveralılarına sorarsanız Osmanlı ülkesinde “Osmanlılığın” şeref ve itibarı kendilerinden sorulurdu. “Neden?” diye soracak olursanız; Osmanlının ulu Padişahlarından biri olan Yavuz Sultan Selim Han hazretlerinin annesi, Gülbahar Hatun Hanım Sultan bir Livera kızıydı. Hanım Sultan olduktan sonra Trabzon ve çevresi halkına çok hizmetlerde bulundu. Halen de kabul görüyor ama o günlerde hem Müslüman hem de Hıristiyan ahali ona mistik bir saygı duyardı. Kurduğu “Gülbahar Hatun Vakfı” aracılığı ile Trabzon’a pek çok hizmetler sundu, geleni geçeni yedirdi doyurdu. Sağlığında bile halkın gözünde bir efsaneye, bir evliyaya dönüştü. Pek çoğunun fakında olmadığı bir şey daha vardı; Onun bir Livera kızı olması nedeniyle köyünün halkı emrinde ve hizmetindeydi. Livera yaylalarında üretilen yağ ve peynir Trabzon’a, vakfın mutfağına gönderiliyordu.
Hanım Sultan, her iki din’e mensup ahali tarafından dahi kendilerinden biri olarak kabul görüyordu. Hem kilise hem de Cami cemaatinin saygısına mazhar oldu.

Yüzyıllar boyunca, Hanım Sultanın Evliyalığı Trabzonlular için bir moral, ama özellikle eski Liveralılar için, gurur kaynağı olmaya devam etti.


1900 senesinin yılbaşısı Hıristiyan dünyasında olduğu kadar Livera’da da mümkün mertebe amacına uygun şekilde kutlandı. Ne de olsa yeni bir asrın başlangıcı ve İsa öğretisinin 20. yüzyıla ulaşması hafife alınacak bir iş değildi.

Gündüz kar yağmış ve Sumaa dağından aşağı sarkarak Sultan Murat suyu hizasına kadar her yeri beyazlatmıştı. Şimdi kar yağışı durdu artık, ama hafif bir soğuk rüzgâr kendisini hissettiriyor. Batıda yani güneşin battığı tarafta bulunan Karakaban iki aydan beri kar altındaydı. Onun beyazlığı dev bir fener gibi aydınlığını vadi boyunca yayıyordu.
Agios Georgios kilisesi o kadar kalabalık oldu ki, kubbesinden iğne atılsa yere düşmezdi. Asma katlar yan odalar dolup taştı. Dışarıda kalanlar bile oldu. Metropolit Hrisantos kilisenin önündeki makam evini açtı, kiliseye sığmayanlar oraya girdi. Gece geç saatlere kadar papazlar vaaz verdi. Vaaz aralarında ilahiler okundu. Yeni gelen yüzyılın Hıristiyanlık âlemine ve özellikle Osmanlı ülkesine, sonra da Liveraya bereket, zenginlik ve huzur getirmesi için dualar edildi.
Bir süreden beri, geceleri nerede yaşadıkları bilinmeyen iki geyik geliyordu köye. Köy içinde dolaşıyor sonra fındık bahçelerine giriyor otluyorlardı. Korkutacak bir hareket yapılmazsa insanlardan kaçmıyor sevilmelerine de izin veriyorlardı. İlginçtir özellikle ayinler sırasında kilisenin avlusuna girer çan kulesinin dibinde bekleyip dururlardı. O gece de öyle yaptılar. Geldiler, çan kulesinin altına sığındılar. Hem geviş getiriyor hem de sanki vaaz yahut ilahi dinliyorlardı. Bir ara boynuzlu olanı başını yukarı kaldırmış, Lagana tarafından esen rüzgârı kokluyordu. Boynuzsuz olanı başını erkeğinin boğazının altına doğru uzatmış öylece hiç kımıldamadan duruyordu. Birisi görse, kilisede yapılan ibadeti izliyor veya dinliyorlar sanabilirdi. Gece geç saatlere kadar çan kulesinin altında beklediler. Liveralılar içeride onlar dışarıda yeni yüzyılı karşılamak için ibadet etti.

Kilisenin dış kapısı açıldı, kandil ışıkları avluyu ve ardından çan kulesini aydınlattı. O anda geyikler ağır hareketlerle geriye döndü, yine o tembellikle selvi ağaçlarının arasından yürüyerek uzaklaşmaya başladı. Kapıdan çıkan iki delikanlı peşlerinden koştu ama onlar koşunca geyikler de hızlandı, yetişemeyeceklerini anlayınca durdular.

Kiliseden çıkan, sözü sohbeti dinlenen bazı adamlar evlerine giderken, geyiklerin kerametinden söz etti yol arkadaşlarına. Dinleyenler de; “bu işte bir hal bir keramet var” diyordu.  Ğorğor Şalvaridis küçük Livera mahallesinde otururdu. Üç ay önce muhtar seçilmişti. Henüz yeni muhtardı ve herkese nasip olmayan bu yeni asrın ilk gecesini köyün muhtarı olarak büyük kilisede karşılamak istedi. Oysa 24 yıl boyunca sürecek olan muhtarlığını ve halkının Liverada yaşayacağı zamanın son çeyrek yüzyılına girildiğini bilmesi düşünülemezdi elbet.
Gecenin yarısı çoktan geride kaldı. Bazı yerleri taş döşeli patika yollardan, herkes evine doğru yürüyordu. Şalvaridis ve arkadaşları iki mahalle arasındaki sırtı aşmış artık küçük Livera tarafına dönmüşlerdi. Bulutlar arasından arada bir kendisini gösteren ay, diğer yandan dağlardaki karın parlaklığı önlerini görmelerine yetiyordu. Mahallenin girişindeki çam ağaçları arasından akan ırmağın ala karanlık yolu boyunca yürüyorlar. Artık yol pek de seçilemez hale geldi, daha yavaş ve dikkatli yürümeleri gerekiyordu. Irmaktan akan suyun çağlama sesi olabildiğince çok çıkıyordu. Suyu geçtiler, ağaçlar arasından da çıktılar, Lazaridis’in evi göründü. Nereden geldiği belli olmayan bir silah sesi geceyi ikiye böldü sanki. Ses Verizena kayalıklarında yankılanarak Kudula vadisine doğru aktı gitti. “Durun!” dedi muhtar. Der demez o anda her yer zifiri karanlığa büründü. Birbirlerini göremediler. “Olacak iş değil” diye bir ses duyuldu karanlığın içinden, hepsi şaşkındı. “Silah sesinin nerden geldiğini anlayabildiniz mi?”  diye sordu birisi. Kimse cevap veremedi. Muhtar belinden silahı çıkardı, biraz bekledi. Sonra elini havaya kaldırdı, gecenin karanlığına doğru tetiği çekti. Onun sesi de karşı yamaçlarda yankılandı ve yankı kayarak vadi boyunca aktı gitti. Nefeslerini tutup bir cevap verilir mi diye nafile beklediler. “Gecenin bu saatinde karanlığa sıkılan kurşunların hayra alamet olmadığını düşünüyorum” dedi birisi. Herkesin içinde nedeni belirsiz bir endişe, bir kuşku olduğu halde evlerine doğru tekrar yürümeye başladılar.

Muhtar Şalvaroğlu Ğorğor elindeki tahta kürekle sabaha karşı bastıran karın avludaki birikintisini temizliyordu. Filikoğlu Astemi iki mahalleyi ayıran sırta geldi, oradan seslendi fakat duyuramadı. Bir parmağını ağzına soktu ve bir ıslık çaldı. Muhtar ıslığı duydu, o da aynen cevap verdi. Filikoğlu; “Metropolit hazretleri papazlarla beraber toplanmış seni de istiyor, hemen gelmelisin!” diye bağırdı. Söyleneni anladı Şalvaroğlu. “önemli bir şey olmalı” diye geçirdi içinden, elindeki küreği evin duvarına yasladı içeri girdi. Paltosunu giyerken karısı Desmina’ya durumu anlattı; “Önemli bir şey olmalı” dedi. Tekli tabancasını palaskasına taktı, barut kesesini de cebine koyup çıktı.
Sabaha karşı yağan kar yolda yürümeyi zorlaştırıyordu. O yüzden metropolitlik binasına ancak yarım saatte gidebileceğini hesap etti.

Küçük Livera geride kaldı, gökyüzü bulutlarla kaplı, Muhtar Verizena’ya doğru baktı, yağan karın köy değirmenine kadar inmiş olduğunu gördü. Şimdi de Büyük Agios Georgios kilisesi karşıdan göründü. İki katlı metropolitlik binası da hemen önünde ve biraz aşağısındaydı. Her iki yapı da kar kümelerinin altında beyaza bürünmüş bir gelin gibi görünüyordu. Yukarıdaki Lagana ormanı da kardan bir elbise giyinmiş genç kız misali köy içi yollarda yürüyenleri süzüyordu sanki.

Çizmeleri onu yeteri kadar koruyamadı, eriyen kar nedeniyle içleri su dolmuş, ayakları ıslanmıştı. Metropolitliğin yokuşuna varınca Turnaoğlu’na yetişti. O da çağrılmıştı, peş peşe yokuşu çıktılar.

Avluya girdiler, paçalarına sarılan kar dökülsün diye ayaklarını sertçe yere vurdular. Avlu temizlenmiş papazlar ve Metropolit çoktan yerlerini almıştı.
Alt kata girişin yanındaki merdivenlerden ikinci kata çıktılar. Metropolitin oda kapısı açık içerisi kalabalıktı. Açık kapıyı tıkladı, Metropolit gırtlaktan çıkan bir sesle “gir!” dedi. Heybetli bir adamdı ve sırtı pencereye dönük vaziyette ayakta duruyordu. Karşısında papazlar ve köyün ileri gelen adamları oturuyordu. Muhtar ve Turnaoğlu hazırda olanlara selam verdi.
“Yanıma gel şuraya otur, Şalvaroğlu” dedi Metropolit Hrisantos.
Herkes sessizce izliyordu. Uzun sakallı, kalın sesli koca adam;
“Sana büyük bir görev veriyorum Muhtar.”
Şalvaroğlu dikkatle Metropolit’e bakıyor heyecandan dizleri titriyordu.
“Sen yiğit bir delikanlısın, şanına yakışır bir iş veriyorum sana.”
Muhtar önce oturanlara baktı sonra da gözlerini konuşan adamın gözlerine dikti.
“Dün gece ayinimizi izlemeye gelen geyiklerden dişi olanını vurdular.”
Şalvaridis o anı hatırladı fakat silah sesinin nereden geldiğini anlayamamıştı.
“Bu cinayet bizim için, yani Liveralılar için kara bir leke olarak kalacak. O dişi geyik belki de Meryem anamızın yirminci yüzyıla girerken oluşan bu dünyadaki gölgesiydi. Öyle olmasa, yıllardan beri köy içinde bizden biri gibi gezebilir miydi? Kilisenin önüne gelip çan kulesinin altına sığınarak ayinlerimizi izler miydi? Normal bir hayvan için kilise ayinleri bir anlam ifade eder mi?”
Yaşlı adam konuşurken duygulandı, gözleri yaşardı. Geriye döndü, pencereden dışarı, aşağı mahalleye doğru baktı. Odadakilerin hepsi çok üzgün ve endişeli görünüyordu. Muhtar;
“Dün gece eve giderken bir silah sesi duydum. Ortalık bir anda kapkaranlık, göz gözü görmez oldu” dedi. “Sesin nereden geldiğini anlayamadım. Ben de havaya bir el ateş ettim, cevap veren olmadı.”
“Raşi yolunda, ormana girerken yabani armut ağaçlarının altında vurmuşlar” dedi genç bir papaz.
“Şimdi anlıyorum” dedi Muhtar. “Onu vuranı yakalamak ve ondan hesap sormak boynumun borcu olsun.”
Yavaşça yüzünü içerdekilere dönen Metropolit;
“Sana güveniyorum evlat, eğer katili bulamazsan başımıza gelecek felaketin boyutunu ne sen tahmin edebilirsin ne de ben.”

Aradan bir yıl geçtiği halde dişi geyiği vuran adam bulunamadı. Ne var ki erkeği, koca boynuzları ile köye eskisi gibi gelip ortalıkta dolaşıyordu. Arada bir kiliseye de gidiyor ama artık eskisi gibi çan kulesinin dibine yanaşıp ayinlerle ilgilenmiyordu. Bazen meleyerek köy içi yollarda koştuğu olurdu. İnsanlar onun için; “Eşini arıyor” şeklinde yorum yapardı. Arada bir ormana giderdi. Hava güneşli olduğunda döner, köy içi yollarda dolaşır, kiliseye de mutlaka uğrar ama çok durmaz geçip giderdi. Sonra da bir fındıklığa girer otlamaya başlardı. Kadınlardan ve çocuklardan kaçmazdı.

Aradan epey seneler geçti, boynuzları iyice dallanıp budaklandı, yaşı da oldukça ilerledi. Bir sonbahar günü ormana girdiğini gören oldu da çıktığını gören olmadı. Köylüler sonraki günlerde aylarca aradılar onu. Bazıları İsa’nın yanına uçtuğunu, bazıları da onu kurtların parçalamış olabileceği fikrini savunuyordu.
 1910’un yılbaşı yaklaştığı halde o sene kar yağmadı. Noel günüydü, köyden iki delikanlı “Ziya Kayalıkları”na doğru çıktı. Dönüşte bir erkek geyik kafası iskeleti buldular. Bunun, dillere destan o geyiğin kafa iskeleti olduğunu düşündüler. O boynuzları köy içinde tanımayan yoktu zaten. Ve delikanlılar boynuzları köye götürüp Metropolit’e teslim etti.

Metropolit bir gün sonra bir bildiri yayınladı. Artık, Liveralıların bir musibete duçar olacaklarını bunun için çok dikkat etmeleri gerektiğini, istedi.

Birkaç yıl sonra birinci dünya savaşı başladı ve geyik efsanesini oraya yordular. Bitmez tükenmez bir savaş gibi gözüküyordu ve gidenlerin hiçbiri geri dönmüyordu.
Savaş sonunda Osmanlı devleti yıkıldı. Memleket temelli sahipsiz kaldı. Dağ yolları asker kaçağı eşkıyalarla doluydu. Artık hiç kimse korkusundan yaylaya gidemiyor ve Trabzon’daki Gülbahar Hatun vakfına yiyecek bir şey gönderemiyordu. Bu kez geyik olayını oraya yorumladılar.

Zengin bir köy olan Livera yoksullaştıkça yoksullaşıyordu. Muhtar Şalvaroğlu ise artık altmışına yaklaşıyordu. Maçka Kaymakamı Sadullah Koloğlu bir gün onu makamına çağırdı. Öyle bir emir verdi ki yenilir yutulur şey değildi;  “Bütün köylüler bohçasının dışında taşıyamayacağı her şeyini burada bırakarak Yunanistan’a gidecek” dedi. Bu emir karşısında muhtar dondu kaldı, her tarafı uyuştu hiçbir şey hissedemiyordu. Olduğu yere bir boş çuval gibi yığıldı. Sadece, 23 sene önce, bir gece vakti ırmağı geçerken duyduğu silah sesi kafasının içinde yankılanıyordu. Sona da kendi silahından çıkan sesin Kudula ve Sümela vadileri boyunca yankılanarak ilerlediğini hissetti.
Kaymakam odacısını çağırdı, su getirmesini istedi. Muhtar kendisine gelince; “Bu söylediğiniz gerçekten doğru mu Kaymakam Bey?” diye sorabildi.
 Sene 1923, aylardan Şubat 24, günlerden Cumartesi ve Şalvaroğlu Ğorğor, bütün köylüleri ama çoluk çocuk herkesi, büyük kilisenin avlusuna topladı. Avluya sığmayanlar çevre yolları, metropolitlik avlusunu, hatta çevredeki fındık bahçelerini de doldurdu. Ortalık ana baba gününe dönmüş her kafadan bir ses çıkıyordu. Korku, kuşku ve endişe insanları çıldırtacak gibiydi. Aslında herkes ne söyleneceğini biliyordu ama her işin bir çıkar yolu vardı ve bu mesele de çözümlenebilirdi.
     Muhtar Şalvaridis, kilise avlusunun ortasında bulunan çan kulesinin ikinci katına çıktı. Herkes ona bakıyordu. Hava bulutlu güneş görünmüyor. Sumaa dağını saran dumanlar mezere eteklerine kadar yayılmıştı. Deniz tarafından akan beyaz bulutlar Mulaga tepelerini görünmez hale getirmiş, yağmur işareti yok ama sıkıcı durumu herkes algılayabiliyordu. Muhtar;
“Kardeşlerim, arkadaşlarım …” diyebildi. Sözler boğazına düğümlendi, konuşamadı sustu.
Yüzlerce insanın gözü kulağı üzerindeydi.
Neden sonra;
“Yıllardan buyana bizi üzen geyik olayının gerçek anlamı şimdi daha iyi anlaşıldı. Hepimiz iyiye yorum yaptık, başımıza gelebilecek bu felaketi hayal bile edemedik. Hakkımızda verilen kararı duymuş olmalısınız, hepimizi bütün köy halkını Yunanistan’a sürecekler.  Bizim için bu kararı veren bir bakıma idam fermanımızı uygulamaya koydu.
Bundan böyle ne siz Liveralısınız ne de ben Muhtarınız” dedi ve sustu.
Herkes ona bakıyor ama söylediklerinin doğru olmadığını düşünüyordu.
Son sözlerini de kısık ve boğazına düğümlenir şekilde söyledi;
“Artık hazırlanın… şunu da bilin ki taşıyabileceğinizden gayri hiçbir şey götürmenize izin verilmeyecek…”
Turnasoğlu Yorgo kalabalığın ortasına doğru yürüdü elini havaya kaldırarak bağırdı;
“Olmaz öyle şey, biz Osmanlıyız, Yavuz Sultan Selim’in akrabalarıyız” dedi.
Herkes şaşkındı, pek çoğu onu duymadı, doğrusu hiç kimse ne diyeceğini ne yapabileceğini de bilemiyordu.
Tarhanoğlu Lazaridis haykırdı;
“Böyle saçmalık mı olur? Ben ne bilirim Yunanı, Trabzon’dan dışarı çıkmış adam değilim. Kimse köyümden çıkaramaz beni.”
Onu da duyan olmadı sanki.
   Bayram oğlu Anastasios selvi ağaçları tarafındaki duvarın üzerine sıçrayıp iki elini havaya kaldırdı olanca gür sesiyle;
“Evimiz köyümüz ne olacak, insan insana böyle zulüm yapar mı?”
“Unutmayın ki Osmanlı olmanız, Yavuz Selimin akrabası olmanız yetmez, Müslüman değiliz! Başka dindeniz!” dedi yaşlı bir adam.
“Ama Allahımız aynı!” diye bağırdı kalabalık arasından genç bir delikanlı.
“Geyikleri hatırlayın, her suçun bir bedeli olmalı, katillerini yakalayamadık. Bu beceriksizliğin cezasını ödeyeceğiz. Kendimizi kandırmayalım, hakkımızda verilen kararı değiştiremeyiz, bir an önce hazırlığa başlayalım!”  Bu son sözü papaz evi tarafındaki duvarının üzerinde ayakta duran ve peştamalının ucunu sıkıca tutup çekiştiren bir genç kız haykırdı.
Ve Muhtar başını yukarıya kaldırıp kulede asılı olan çana baktı. Sonra da elini uzatıp ipini tuttu, hızla kendine doğru çekti. Çıkan ses yukarıda Ziya kayalıklarına, diğer taraftan Hortokop dağını aşarak Mulaga vadisine doğru son kez yayıldı. Ve sonra, titreyen bacakları ile muhtar ağır ağır kuleden inmeye başladı, bütün köylüler olup bitenler karşısında donup kalmış, dilleri tutulmuştu sanki…

Bu efsane kaleme alındığında, eski Liveralılar çoktan gitmiş yerlerine yenileri gelmişti. Olayın üzerinden 87 sene geçmiş. Geyiklerin Livera üzerindeki laneti halen devam ediyor.
Livera, ne gidene yar oldu ne de gelenlere…
Yine de efsaneye inat, hem gidenler hem de yeni gelenler büyük bir aşkla seviyor yaylalarını, dağlarını, ormanlarını, yazını, kışını ve baharını…
Hem eski gidenler hem de yeni gelenler, gurbet elde bir “Trabzon” sözcüğü duymaya görsün yanar da tutuşurlar. Hele de bir yerde karşılaşsalar, o anda memleketi oraya taşırlar…                

Bulut, Yusuf. “Livera Geyikleri”. 30 Kasım 2011, http://www.yusufbulut.com/index.php/efs/11-livera Erişim tarihi: 6 Nisan 2013.










İyi Kitap, Ekim 2013, Avrupa’nın ve Balkanlar’ın en genç, en ünlü orkestrası!



Yalvaç Ural’ın Tembeller Orkestrası – Sakızağacı Çocukları adını verdiği otobiyografik kitabı, gençliği Kabataş Erkek Lisesi ve Sakızağacı civarında geçen bir grup “tembel teneke”nin bol müzikli, gayet samimi ve tabii ki ince bir mizahla örülü öyküsünü anlatıyor.
Küçük okurların “Yalvaç Abi”sinin; sadece küçük okurların değil, bizlerin de gözbebeği olan Yalvaç Ural’ın bir zamanlar bir rock grubunda müzisyen olduğunu biliyor muydunuz? Hem de “Avrupa’nın ve Balkanlar’ın en genç, en ünlü orkestrası” diye takdim edilen bir grupta elektrogitarını konuşturmuş kendisi. Yalvaç Abi, nedense o zamanlar grupları bu şekilde anons etmenin çok moda olduğunu söyleyerek, içlerinde bir tanesi dışında hiçbirinin Edirne’den öteye gitmediğini belirterek samimiyeti ve ince mizahıyla gülümsetiyor. Tembeller Orkestrası - Sakızağacı Çocukları adını verdiği bu otobiyografik kitabın tamamı, tahmin edeceğiniz üzere aynı samimiyet ve mizah duygusuyla örülü.
Yalvaç Abi, döneminin en meşhur okullarından birinde, zaman içinde çok şöhret çıkaran Kabataş Erkek Lisesi’nde okurken, arada sırada çift dikiş giden, her yıl birden çok dersten “ikmale” (Eskiden bütünlemelere böyle denirdi,) kalan tembel mi tembel bir öğrenciymiş. Yeni taşındıkları apartmanda edindiği arkadaşı Ateş ve sınıf arkadaşları Fikret ile Cahit’in de etkisiyle (Bilin bakalım bu iki meşhur kim?) müziğe merak sarmış. Kendisine biraz da beyhude çabalarla mandolin öğretmeye çalışan Şevki Bey’i zamanında usandırdığı halde, gitar çalmayı aklına ve kalbine öyle bir koymuş ki, zar zor ikinci sınıfa geçtiği zaman babası onu ödüllendirmek için maddi durumları sınırlı olduğu halde ne yapıp edip ona ilk gitarını alarak destek olmuş. Yalvaç Abi’nin tabiriyle babası oğlunun “bir baltaya sap olması” için bu müzik aşkını maddi manevi desteklemeye devam etmiş. 
KAHKAHA GARANTİ
Prova yapmak için kullandıkları aile evlerinden çıkardıkları gürültü nedeniyle sırayla kovulmaları, grup elemanları arasındaki tatlı didişmeler, başörtülü teyzelere, oyun havası duymak isteyen amcalara ille de rock diye tutturmaları, ilk konserlerinde uğradıkları hezimet ama hiçbir şekilde pes etmeyip gruplarını yaşatmaya çalışmaları, bizi hem kahkahaya boğuyor hem de gençlik zamanlarına özgü, naif tutkuların peşinden ısrarla gidişin tatlı zarafeti hayranlık uyandırıyor.  Naif tutku dedik ama Yalvaç Abi’nin grubunun yolu ileride çok başarılı bir müzisyen olan Bora Ayanoğlu’yla kesiştiği gibi, bir dönem sinema gösterimleri öncesinde Türk sinemasının en büyük komedyenlerinden Öztürk Serengil’le birlikte program bile yapıyorlar. Beraber “Abidik Gubidik Twist” gibi hit parçalar kaydediyor, onları izleyen seyircileri kahkahadan kırıp geçiriyor, artık “bir baltaya sap olup” ailelerine maddi destekte bile bulunuyorlar.  Ama bazı güzel şeyler sona erer; grubun dağılmasının ve müziğe devam etmemelerinin nedenini en güzel Yalvaç Abi’nin kendisi dile getiriyor: “Yıllar birbirini izledi. Hepimiz bir köşeye dağıldık. Kimimiz yurtdışına gitti, kimimiz okulunu bıraktı, kimimiz babasıyla çalıştı. Ama müzik âşığı ‘tembel tenekeler’ birbirini hiç unutmadı.”

Haslet Soyöz’ün son derece eğlenceli çizimleriyle renk kazanan Tembeller Orkestrası’nı okurken kalabalık kadrolu, bol kahkaha garantili bir Ertem Eğilmez filmi izler gibi oluyorsunuz. Her biri birbirinden şenlikli grup elemanlarının, Yalvaç Abi’nin gençlik hâli gözümüzün önünde canlanıyor, keşke bir de Beatles’tan “And I Love Her”, Rolling Stones’tan “I Can’t Get No Satisfaction” çalışlarını duyma şansımız olsaydı demeden edemiyorsunuz. Ama bu güzel anıları okuma şansımız da hiç olmayabilirdi. O yüzden ne mutlu ki kanına giren müzik tutkusunun peşinden gitmiş ve gün gelmiş bizimle bunları en tatlı diliyle paylaşmış Yalvaç Abi.
Tembeller Orkestrası-Sakızağacı Çocukları
Yalvaç Ural
Resimleyen: Haslet Soyöz
Yapı Kredi Yayınları, 120 sayfa

9 Temmuz 2013 Salı

"Okurken Kitap Ayracı Gerektiren Çizgi Roman": Grafik Roman



Çizgi roman bir tutkudur. Süper kahramanların cazibesi kiminin çocuklukta kanına bulaşır, kimi geç yaşta da olsa onların büyüsüne kapılır. Ama şurası bir gerçek ki uluslararası bir ‘event’ olarak medya konusu haline gelen Comic Con çizgi roman festivalinden tutun, şehrin dört bir yanında karşımızda beliriveren çizgi roman dükkanlarına, kahramanlar temalı kostümlü partilere kadar çizgi roman hiçbir zaman olmadığı kadar hayatımızın içinde. Bu tutkuyu yaşamaya devam edelim ama sizlere yepyeni ve heyecan verici bir önerimiz var. Çizgi romanların karşı konulamaz görsel büyüsüne ilaveten süper kahraman maceralarına alternatif olarak konusunu bizzat içinde yaşadığımız dünyadan alan nitelikli edebi metinler okumak istemez misiniz? O halde grafik romanlarla tanışmalısınız.

2007’de animasyon formatında sinemaya da aktarılan, İran’daki İslami devrimler sırasında büyüyen bir kız çocuğunun hikayesini anlatan Persepolis, grafik roman deneyimini ve keyfini bize yaşatan ilk örnek olmuştu. Türkiye’de henüz çok yaygın olmayan bu türe ilgi duyan yayınevleri ve editörler, en güzeli de Türkçe grafik romanlar yavaş yavaş da olsa belirmeye başladı. Oldukça nitelikli grafik roman çevirileri yayımlayan İletişim Yayınları’nın editörü Levent Cantek’e bu heyecan verici kitaplar üzerine sorular yönelttik.  Levent Cantek’in bu yıl DumAnkara, Hayat Bir Yangındı adlı kendi grafik romanını yayımlamış olması ise bizleri ayrıca heyecanlandırıyor ve bu türün Türkiye’de yaygınlaşması için umut vadediyor.

Grafik romanı çizgi romandan ayıran nedir?
Grafik roman için daha nitelikli çizgi roman denebilir. Her şeyi başaran, muktedir kahramanların merkezde olduğu geleneksel çizgi romanlardan farklı bir hikayesi olan, edebiyata yakın, daha insani ve daha derinlikli metinler. Kitap ayracı kullanarak okunan çizgi romanlar da deniyor.
Grafik romanın Türkiye'deki durumu ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Türkiye'de grafik roman üretimi var denemez, bu tanıma dahil edilebilecek örnekler tek tük sayılabilir. Genellikle çeviri örnekler sayılıyor, grafik roman denildiğinde... Maus, Persepolis veya Joe Sacco işleri gibi...
DumAnkara, Hayat Bir Yangındı Türkiye’deki grafik roman üretiminde nasıl bir boşluğu dolduruyor?
Benim asıl çabam, çizgi roman okurlarının dışındaki bir okura ulaşmak, grafik romanın Türkçe edebiyat literatüründe kendine yer açabilmesini sağlamak. Büyük laflar etmeyi sevmem ve her işe illa amaç ekseninde bakmak da tatsızdır, onun da farkındayım ama grafik roman deryasının farkında olunmasını istiyorum. İnsanlar grafik roman okusalar, çizgi roman denildiğinde akla gelen şeylerin tamamen dışında bir şeylerle karşılaşacaklar çünkü.

Okuma Önerilerimiz

DumAnkara, Hayat Bir Yangındı, Levent Cantek

Levent Cantek’in DumAnkara, Hayat Bir Yangındı adlı grafik romanı, 21 hikayeyi ve 19 çizeri bir araya getiren, 1916 yılından günümüze kadar tamamı Ankara’da geçen hikayelerden oluşan bir çalışma. Hikayelerin tamamı Cantek’a aitken, her çizer kendine özgü bir estetik anlayışla hikayeleri yorumluyor ve ortaya çok sesli, ‘enerjisi yüksek’ bir roman çıkıyor. Kitabı en güzel Cantek’in kendisi tanıtıyor: “İsli sabahçı kahveleri, ekmekle soğan, nam için yaşayan hikâyelerin mahallesi. Kaledibi, Altındağ, Eskitepe. Kabadayı yevmiyesi. Azap ceketi, hayal hançerleri, yıkıldı yıkılacak ahşap evler, teneke çatılar, güvercin taklaları, afyonun ve tütünün saati. Şıngır mıngır sofralar, Allah'ın inayetine şükran. Yerdeki kel halılar, ahbapsız apartmanlar, siyahî gündüzler, şehirdeki tezek kokusu, eskiyip cızırdayan plaklar... DumAnkara, Hayat Bir Yangındı yeraltının dumanını tüttürüyor, sokağın kirini konuşuyor. Perdesi kısa gelmiş evi, kale arkasını, çıldırmasa görülmeyecek yoksulları, para kokan âlemleri, 'Lan, sen ne alçaksın dünyayı ' dönderiyor...”

Yıldız Tutulması, Ender Özkahraman


Ender Özkahraman’ın çizgi hikayelerinden derlediği, Orası Öyküleri, Herkes Aşağı İnsin, Son Kullanma Tarihi gibi önceden yayımlanmış kitapları da var ancak Yıldız Tutulması, tek bir hikayeye odaklanan bir grafik roman. Güneydoğu’da geçen bu roman, dağla şehir, parti ile devlet, masal ile gerçeklik arasındaki bir dünyada Ruken ile Pervin adında iki kadının hikayesini anlatıyor. Tepedeki helikopter seslerinden uyuyamayan bebekler, sürekli etrafta kol gezen polisler, esaslı ‘abiler’, teslimiyet ve hıyanet arasındaki gerilim Yıldız Tutulması’nı özetleyen anahtar sözcükler. Çizgi roman kahramanlarının süper güçleri varsa böyle bir dünyada kıstırılmış olan Ruken ile Pervin’in de ‘cesaret’ adında bir süper gücü var. Ender Özkahraman’ın hikayeyi kanlı canlı kılan çizimleriyle Yıldız Tutulması bizi çok da anlatılmayan bir coğrafyada zuhur eden büyüleyici ve kendine özgü bir kahramanlık hikayesine davet ediyor.

 Berlin: Taş Şehir (Birinci Kitap), Berlin: Duman Şehir (İkinci Kitap), Jason Lutes

Jason Lutes'un üçleme olarak tasarladığı grafik roman serisinin ilki Berlin: Taş Şehir, Almanya'nın Weimar Cumhuriyeti döneminde kapkaranlık yıllar yaşayan Berlin’i ve insanlarını anlatıyor. Gazeteci Kurt Severing ve Köln’deki orta sınıf yaşamından kaçıp Berlin’e resim eğitimi almaya gelen genç Marthe Müller’in aşk ilişkisi etrafında gelişen tarihi olaylarla iç içe geçen çok sayıda karakteri de hikayeye dahil ediyor. 1928 yılı Eylül'ünden 1929 yılının İşçi Bayramı'na kadar geçen sekiz aylık bir dönemi anlatan Taş Şehir, giderek daha karanlık bir geleceğe doğru yol alan Berlin halkının, ümitlerini ve mücadelelerini etkileyici bir görsellikle bizlere sunuyor.
Bu epik tarihi hikayenin ikinci kitabı olan Berlin: Duman Şehir ise 1929’daki kanlı işçi bayramından başlayıp 2. Dünya Savaşına doğru ilerleyen Berlin’de birinci kitaptaki karakterlerin hayatlarını anlatmaya kaldığı yerden devam ediyor. Komünistlerle, Nasyonal Sosyalistlerle, Yahudilerle, polislerle, işçilerle, kime oy vereceğini bilemeyen şaşkın orta sınıfla çalkalanan Berlin’de, Kurt ile Marte’nin ilişkisi çıkmaza girince Marte sayesinde şehrin karanlık ve yozlaşmış yeraltındaki şehir hayatına tanıklık ediyoruz. Lutes’un görkemli çizgilerinden Amerikalı siyahilerin Berlin’in gece kulüplerinde çaldığı ‘şeytan müziği’ caz ezgileri yükseliyor, Marlene Dietrich benzeri sigaradan sesleri boğuklaşmış maskülen kadın şarkıcıların sahne aldığı lezbiyen kulüpleri dikizler gibi oluyoruz. Üçüncü kitabı heyecanla beklemek durumundayız.

Maus: Hayatta Kalanın Öyküsü,  Art Spiegelman

Amerikalı çizer Art Spiegelman’ın 1991’de yayımladığı Maus: Hayatta Kalanın Öyküsü, 2012 yılında İletişim Yayınları tarafından yayımlandığında “geç olsun da güç olmasın” deyip bağrımıza bastık. Kitap konu aldığı dönem itibariyle Berlin: Duman Şehir’in kaldığı yerden devam ediyor görünüyor keza 2. Dünya Savaşı Almanya’sının toplama kamplarına giden sürecini anlatıyor. Romanın en ilginç özelliği insan ırkını hayvanlar üzerinden, Yahudileri fareler, Almanları kediler, Yahudi olmayan Polonyalıları domuzlar olarak anlatarak karanlık olduğu kadar mizahi bir alegorik dünya kurması. Kitabın 1992’de aldığı Pulitzer ödülünün bir grafik romana verilen ilk ödül olduğunu da belirtelim.

Cash: Her Yer Karanlık, Reinhard  Kleist

2012 yılında grafik roman yayıncılığında "bağımsızlık" ilkesiyle yola çıkan Flaneur Comics'in ilk bastığı kitaplardan biri bir biyo-grafik roman. Yeni başlayanlar için Johnny Cash. Şarkıcının maddi zorluklarla, tarım işçisi olduğu yılların göçebeliğiyle geçen karanlık yıllarından star oluşuna; star oluşun, aşkın, uyuşturucunun onu soktuğu başka bir karanlığa dair sıradışı çizimlerle dolu bir roman bu. Onun şöhretle kurduğu kırılgan çizgi, yoksulların, hapishane mahkumlarının sesi oluşu bu çizgi dünyasında yepyeni ve etkileyici bir boyut kazanıyor. Şarkılarının hikayesi de ayrıca veriliyor. Yurtdışında bol ilgi gören ve ödül kazanan bu biyo-grafik roman, hem bu türe hem Johnny Cash'e gönül verenler için taptaze bir lezzet niteliğinde. Flaneur Comics'in grafik eylemlerinin devamını diliyoruz. 

*Bu yazı Miller Time dergisinin Yaz 2013 sayısında yayınlanacaktı. Ancak alkol yasasındaki yeni 'düzenlemeler'in gazabına uğrayan dergi şimdilik yayın hayatına son vermiş durumda.

6 Mayıs 2013 Pazartesi

İyi Kitap, Mayıs 2013, Gezegenimi Seviyorum


Gezegenimi Seviyorum

Nilay Kaya


İçinde yaşadığımız gezegene olan merak çocuk yaşta başlar. Onun sıhhatini ve geleceğini korumaya yönelik bilinçlenmenin de ne kadar erken bir yaşta başlarsa daha iyi olacağı malum. Caretta Çocuk Yayınları bu bilinçlenmeye hizmet edecek üç kitabı “Gezegenimi Seviyorum” ortak başlığıyla yayın hayatına kazandırmış durumda: Su, Atıklar, ve Sürdürülebilir Kalkınma adını taşıyan Fransızcadan çevrilmiş bu kitaplar, okullarda okutulan Hayat Bilgisi derslerinin müfredatına alternatif olarak, gerek içerikleri gerekse görsel zenginlikleriyle çocuklar için çevre bilinçlenmesine önemli katkılar sağlıyor.

Michéle Mira Pons’un yazdığı Sophie Lebot’nun resimlediği Su “mavi altın” olarak tanımladığı suyun yeryüzündeki hayat için zorunluluğunu ayrıntılı bir şekilde sunarken, günümüzde tükenmekte olan su kaynaklarına ve suyun kullanımı konusunda gösterilmesi gereken hassasiyete dikkat çekiyor. Dünyanın başına gelmesi muhtemel kıyamet senaryolarını konu alan romanlarda ve filmlerde suyun gerçekten de bir “altın” olarak sunulduğuna rastlarız. Kitap bu kıyamet senaryolarının gerçekleşmemesi adına günlük hayatta; odada, banyoda, okulda, tatilde uygulanabilecek pratik çözümler de öneriyor.

Öncelikle dünyanın olduğu gibi bizlerin de büyük çoğunluğunun sudan oluştuğunu vurgulayarak suyun altın değerindeki önemine dikkat çeken kitap, yeryüzünde ve gökyüzünde suyun döngüsü, sudan elde edilen tuz ve ona olan ihtiyacımız, suyun tarımda ve endüstride olmak üzere çeşitli kullanım alanları, yeraltı suları ve minerallerin önemi gibi suya dair hayati bilgileri sunuyor. Bu bilgilerin zihinde daha kolay somutlaşabilmesi için suyun çözücülüğünü, cisimlerin hacmini ölçmeye yarayabileceğini gösteren ‘uygulanabilir’ deneyler verdiği gibi kendi kendimize bulut yapma şansını dahi elde ediyoruz. Günlük hayatımızda temizlikten enerji üretmeye, taşımacılıktan çeşitli endüstri alanlarında kullanım alanı olan suyun geleceğini kurtarmak adına neler yapılabilir sorusu kitabın sonunda en çok üzerinde durduğu mesele. ‘Mavi altın’ savaşlarının çıktığı günleri görmemek için bir an önce bu kitabın sayfalarını çevirmekte fayda var.

Caretta Çocuk Yayınları’nın bu üç kitap için ortak bir sloganı daha var: “Daha yaşanılabilir bir dünya için.” Jean François Noblet’nin yazıp Laurent Audouin tarafından resimlenen Atıklar gezegeni korumak için dikkate alınması gereken başka bir konuya odaklanıyor. Her gün çöp kutularımızı dolduran gazete kâğıtları, yemek artıkları, ambalajlar, eskimiş teknolojik aletler gibi nesnelerin hepsinin geri dönüşüme uğrayamadığı düşünülecek olursa doğanın bu yüzden de tehlikede olduğunun altı çiziliyor. İhmalkârlık ve çevreye karşı bilinçsizlik yüzünden türlerine ayırmadan atılan ya da kontrol altına alınması gereken çöplerin yaratabileceği tehlikeler eğlenceli görseller eşliğinde detaylarıyla anlatılıyor. Örneğin su geçirmeyecek şekilde muhafaza edilmesi gerektikleri halde edilmeyen atıkların metan gazı ve zararlı sıvılar ürettiği açıklanıyor. Bu arada, bütün bu detaylı bilimsel bilgiler verilirken haliyle anlamını bilmediğimiz terimlerle de karşılaşıyoruz. Metan gazının tam olarak ne demek olduğunu bilmiyor muyuz? Kitabın arkasında tıpkı serinin diğer kitaplarında olduğu gibi özenle hazırlanmış birer sözlük buluyoruz.

Peki atıkların doğa için yarattığı tehlikelere karşı ne gibi önlemlere başvurulmalı? Yakma işleminden tutun bireysel olarak daha az atık üreterek, mümkün olduğunca geri dönüşüme uygun malzemeler kullanarak yapabileceğimiz birçok şey olduğunu göreceksiniz. Danimarka ve Yeni Zelanda gibi ülkelerin geri dönüşümü arttırmak amacıyla “sıfır atık” prensibini benimsemesi, Çin’de bir şehirde plastik poşetlerle savaşmak için vatandaşlara söğüt ağacından yapılmış sepetler dağıtılması gibi durumlar iyi bir örnek teşkil edebilir. Alışverişe giderken bez bir çanta götürüp markette bize verilen plastik poşetlere “hayır, teşekkürler” diyerek anlamlı bir başlangıç gerçekleştirebiliriz. Kullandığımız nesneleri bir kez bozulduklarında çöpe atmak yerine tıpkı eski günlerde olduğu gibi onları tamir etme/ettirme girişiminde bulunmak, artık işimize yaramayan eşyaları ihtiyacı olanlara vermek ya da reel ve sanal bitpazarlarında satışa çıkarmak başvurabileceğimiz diğer yöntemler olabilir. Daha fazlası ve arkadaşlarla beraber de keyifle uygulanabilecek temizlik operasyonu önerileri için bu kitap biçilmiş kaftan.

“Gezegenimi Seviyorum” serisinin son kitabı olan Marie-Sophie Bazin imzalı Sürdürülebilir Kalkınma bir bakıma su ve atıklar üzerine yeterince bilinçlendikten sonra ileriye dönük başka neler yapılabilir sorusuna odaklanarak çevre bilinci ve daha adil bir dünya konusunda genel ve kapsamlı bir bakış açısı sunuyor. Keza sürdürülebilir kalkınma meselesi, sadece ‘yeşil’ bir gezegeni değil ‘adil bir yeşil gezegen’de yaşamayı da amaç ediniyor. Kitap sayesinde bu  ‘yeşillikte’ bir gezegene kavuşmak için telaffuz edilen karbon vergisi, ekolojik iz, koruma altındaki alanlar, çevre dostu oluşumlar gibi kavramlar hakkında bilgi sahibi oluyoruz. Adına küreselleşme denen olgunun beraberinde eşitsizliği ve bencilliği de getirerek maalesef dünyayı herkes için yeşil kılmadığı gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Ancak paniğe ya da umutsuzluğa kapılmak yerine kendimiz için küçük ama gezegenimiz için büyük adımlar atabiliriz. Kitapta da söylendiği gibi bunun yolu “yaşam tarzımız ve yaptıklarımızla ilgili seçimlerimiz”den geçiyor.

Sürdürülebilir kalkınma için 1972’de Stockholm’de gerçekleşen İnsani Çevre Konferansı’nda ortaya atılan “küresel düşünüp yerel hareket etme” düsturu, ortağı olduğumuz gezegen adına her bireyin sahip olması gereken bilince işaret ediyor. Size kitaptan hemen bir öneri sunalım: “Şehrinde sürdürülebilir kalkınma ile ilgili hazırlanan projeleri araştır, bu projelerde okulunla birlikte veya bireysel olarak yer al.” Bu tip projeler bulmakta zorlanıyorsak da kendimiz oluşturmak için neden harekete geçmeyelim? Kitap ayrıca bu konudaki bilinçlenme adına okullara büyük roller düştüğünün de altını çiziyor ve “eko-okul” programlarını tanıtıyor. Bu kitabı okuduktan sonra kendinize hemen bir ajanda edinip kendi “sürdürülebilir ajandanızı” oluşturabilir, bir gün et yemeyerek, bir gün bir fidan ekerek, bir gün hiç alışveriş yapmayarak,
bir yıl boyunca her ayın bir gününde sürdürülebilir bir dünya için bireysel bir katkıda bulunabilirsiniz.

Türkçeye çevrilirken bu kitapların sonuna konuyla ilgili daha fazla bilgi edinmek için ulaşılabilecek internet sitelerinin de eklendiğini belirtelim. Galiba artık harekete geçmemek için elimizde hiçbir neden kalmıyor…

Su, Michèle Mira Pons, Caretta Çocuk, Mart 2012, 31 syf.
Atıklar, Jean-François Noblet, Caretta Çocuk, Mayıs 2012, 31 syf.
Sürdürülebilir Kalkınma, Marie-Sophie Bazin, Caretta Çocuk, Eylül 2012, 31 syf.

11 Nisan 2013 Perşembe

Romanlardan Peliküle, Miller Time, Nisan 2013


Romanlardan peliküle: 10 Edebiyat Uyarlaması

Nilay Kaya


Alfred Hitchcock, François Truffaut ile yaptıkları bir söyleşide zamanında New Yorker’da yayımlanan bir karikatürü anlatarak edebiyat uyarlamalarının kendince ne anlama geldiğini söyler: İki tane keçi buldukları film şeritlerini yemektedir. Biri diğerine şöyle der: “Şahsen kitabını daha çok beğenmiştim.” Edebiyat uyarlamaları için en sıklıkla kurulan cümledir bu keçinin cümlesi. Bununla birlikte severek okuduğumuz bir kitabın beyazperdeye uyarlandığını duyduğumuz zaman peşin hükmümüze rağmen kitaptaki dünyanın nasıl görselleştirildiğini görmek için karşı konulamaz bir dürtü de duyarız. Bir kez sinema salonundan çıkılmayagörülsün, “Ama şu sahne çıkarılmıştı”, “Şu karakter hiç hayal ettiğim gibi değildi” yolundan şikayetler başlar. Oysaki çok basit bir şey unutulur: İzlenilen film ne kadar kitaptan uyarlama da olsa artık bağımsız bir sanat eseridir. Filmin yönetmeni de sizin gibi kitabı okumuş ve kendi hayal dünyasını görselleştiren kişidir aslında. O kendine özgü dünya sizinkiyle örtüşmese de aslında ne yapıp edip kitabı yeniden okuma isteği uyandırır. İşte iki sanatın büyülü etkileşimi burada saklıdır. Sinemalarda Tolkien’ın fantastik âleminden ikinci durak The Hobbit’in, Yann Martel’in Life of Pi’sinin, ağırtop Rus klasiği Anna Karenina’nın uyarlamalarının arzı endam ettiği bugünlerde sizler için geçmişten bugüne huzurlarımıza çıkan edebiyat uyarlamalarına bir göz attık. Herkesin uyarlaması kendine...

The Great Gatsby (1974)

Edebiyat uyarlamaları içinde belki de en çok sevilenlerden biri F. Scott Fitzgerald’ın fakirliği yüzünden reddedilen, yıllar sonra parası puluyla sevdiğini yeniden elde etme özlemiyle yanıp tutuşan Jay Gatsby ve büyük aşkı Daisy’nin hikâyesini konu alan romanının bu uyarlaması olabilir. Robert Redford ve Mia Farrow gibi doğru bir casting tercihiyle, önce Truman Capote tarafından yazılan, sonra ise Capote’nin Nick ve Jordan karakterlerini eşcinsel yapması nedeniyle Capote’den alınıp Francis Ford Coppola’ya emanet edilen senaryosuyla, romanın başlıca haleti ruhiyyesi olan Caz Çağı’nı buram buram verişiyle film unutulmaz uyarlamalar arasında. Gatsby’nin obsesif arzu nesnesi Daisy karakterini oynaması için kimler düşünülmemiş ki? Ali MacGraw, Faye Dunaway, Natalie Wood ... Gatsby rolü için ise Warren Beaty, Jack Nicholson, Steve McQueen, Marlon Brando teklif götürülen isimlerken bugün Gatsby denilince Robert Redford’dan, Daisy denilince Mia Farrow’dan başka bir ismi düşünmek hâlâ çok zor.

The Great Gatsby (2013)

Peki ya Leonardo Di Caprio’yu Gatsby, Carey Mulligan’ı Daisy olarak nasıl karşılayacağız? Bunun yanıtını verebilmek için önce 2013 yılbaşında gösterime gireceği açıklanan, sonra ise mayısa ertelenen Baz Luhrmann uyarlamasını beklemek zorundayız. Filmin yayınlanmakta olan iki fragmanını izleyince Baz Luhrmann’ın tam da kendinden beklendiği üzere, Romeo+Juliet ve Moulin Rouge’da yaptığı gibi geçmişi günümüz pop kültürüyle harmanlayan, bol şenlikli karnaval dünyalar sevgisinden mütevellit oldukça kendine özgü bir uyarlamayla karşılaşacağımız ortada. Bu ne anlama geliyor? 1920’lerin Caz Çağı, bol bol dökülen şampanyalar, hunharca fırlatılan havaifişeklerle en grotesk haliyle karşımıza çıkarken, fonda da Kanye West ile Jay Z, Jack White ve Florence&The Machine dinleyeceğiz.

 Anna Karenina (2012)

Büyük Rus yazarı Tolstoy’un merkezinde bir aşk-ı memnu vakasını barındıran klasiği Anna Karenina defalarca sinemaya uyarlandı. Şimdilerde daha önce Pride and Prejudice ile The Atonement gibi romanları da sinemaya uyarlayan Joe Wright da bu sevdaya kalkışarak bizlere yeni bir Anna Karenina sunuyor. Başrolü gedikli aktrisi Keira Knightley’ye veren Wright, bize kalırsa romanı orijinal bir şekilde uyarlamak adına, tiyatro sahnesini sinemaya taşımak suretiyle ilham perilerini Baz Luhrmann’dan ve Lars Von Trier’in Dogville deneyinden ödünç alıyor. Bu teatrallik romana yeni bir yorum getirme iddiasını taşırken kimilerine safi estetik bir haz, kimilerine de yapaylık hissi verebilir. Ancak ne olursa olsun Jude Law’u aldatılan aziz kılıklı eş Karenin olarak izlemek paha biçilemez.

The Hobbit: An Unexpected Journey (2012)

Sinema tarihinin en az kitapları kadar sevilen, Oscar’larla dahi taçlandırılan edebiyat uyarlamalarına, Lord of The Rings serisine imza atan Peter Jackson’ın Tolkien uyarlamaları meşhur serinin ön adımı olan The Hobbit’ten yaratılmış bir üçlemeyle bu yıl start verdi. Jackson tek bir kitaptan üç film çıkarmak gibi bir işe kalkıştığı için bu sefer “Ama kitapta olan şu olay, şu karakter filmde yoktu” isyanını etme şansı yok, aksine bu sefer kitabın üzerine yepyeni karakterler ve hikâyeler inşa edilmiş durumda. Bu yenilikler Tolkien evrenine doyamayanlar için bir nimet niteliğinde. Örneğin romanda bu kadar sahnesi olmadığı halde, Cate Blanchett suretinde çok sevildiği için bonus tadında Galadriel’li sahneler eklenmiş filme. Cücelerin bütün şirinlikleri, Martin Freeman’ın muazzam Bilbo Baggins yorumu, sevgi ve nefret odağı Gollum’un varlığı, ilk filmin sonunda henüz sesini duyamasak da ejderha Smaug’u ve Necromancer’ı çok sevgili “Sherlock” Benedict Cumberbatch’in seslendiriyor oluşu sinemaya koşmak için yeterli nedenler.

Life of Pi (2012)

Yann Martel’in 2002 Man Booker ödüllü romanı Life of Pi M. Night Shyamalan, Jean-Pierre Jeunet gibi yönetmenlerin adının geçtiği bir uyarlama projesi olarak bir süre ortalıkta dolandıktan sonra nihayet Ang Lee tarafından sinemaya aktarıldı. Pasifik Okyanusu’nun ortasında batan bir yük gemisinden kurtulan tek filintanın mürettebatını 16 yaşındaki Pi, bir sırtlan, bacağı kırık bir zebra, dişi bir orangutan ve Richard Parker adında 100 kiloluk bir Bengal kaplanı oluşturmaktadır. Pi’nin tanrı ve din sorgulamaları eşliğinde vuku bulan hayatta kalma serüveni Nuh’un Gemisi endamında salınıyor, hem de görsel şölen becerisine genelde güvendiğimiz Ang Lee sayesinde. Hikâyenin aldığı hale ise izleyip karar vereceğiz...

Les Misérables (2012)

Söz konusu roman bir klasik olunca sinemaya defalarca uyarlanması da kaçınılmaz oluyor. Victor Hugo’nun Les Misérables’ı da böyle romanlardan. Kürek mahkumu Jean Valjean’ı Hugh Jackman’ın, Müfettiş Javert’i Russel Crowe’un, yoksul anne Fantine’i Anne Hathaway’in, Fantine’in kızı Cosette’i Amanda Seyfried’in canlandığırdığı Les Misérables’ın yeni versiyonunu haleflerinden ayıran en önemli özelliği müzikal olması. Filmin yıldız kadrosunun diğer isimleri olan Helena Bonham Carter ile Sacha Baron Cohen, daha önce Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street’te de birlikte rol almış ve bol bol şarkı söylemişlerdi ancak filmin çekimleri süresince diğer oyuncuların müzikal performanslarının nasıl olduğuna dair merak, Anne Hathaway ile Hugh Jackman’ın rolleri gereği girdikleri, sağlıklı oldukları epey tartışılan rejimlerinin kopardığı gürültü kadar büyüktü.


Wuthering Heights  (2011)

19. yüzyıl İngiliz edebiyatının tekinsiz kraliçesi Emily Brontë’nin eksenine ölümcül boyuttaki tutkulu bir aşk ve intikam öyküsünü alan klasik romanı Wuthering Heights Luis Buñuel ve Metin Erksan gibi şaşırtıcı isimler de dahil olmak üzere çeşitli yönetmenler tarafından sinemaya uyarlandı. Şeytani çekiciliğin adeta sözlük karşılığı olan Heathcliff şimdiye kadar Laurence Olivier, Timothy Dalton, Ralph Fiennes gibi aktörler tarafından canlandırıldı. Andrea Arnold’ın çektiği yeni uyarlamadaysa Heathcliff’i ilk kez siyahi bir oyuncu olan James Howson canlandırıyor. Romanda koyu renk teni olduğu vurgulanan Heathcliff  için böyle bir casting tercihi yapmak son derece makul bir karar. Romana mekan olan Yorkshire’ın ürkütücü ve Heathcliff’le Catherine arasındaki sarsıcı aşkı iyiden iyiye depreştiren yabani doğası bu filmin gözbebeği desek yeridir. Film boyunca hiç müzik duymayıp bu vahşi doğanın seslerini dinledikten sonra finalde Mumford&Sons’ın film için bestelediği “The Enemy”yi hafif bir tokat mahiyetinde dinlemek ise tüyler ürpertici bir deneyim.


Never Let Me Go (2010)

Kazuo Ishiguro’nun gizemli bir yetimhanede ‘tuhaf’ amaçlar uğruna yetiştirilen üç çocuğun hayatını konu alan, belirsiz bir zamanda geçen yürek burkan romanı Never Let Me Go Mark Romanek tarafından sinemaya uyarlanmış, ‘ölümcül’ üçlüye Andrew Garfield, Carey Mulligan ve Keira Knightley hayat vermişti. Genç oyuncuların tutkulu performansları ve yarattığı atmosfer filmin en az roman kadar yürek burkmasına neden oluyordu. İkinci izleyiş için hazmetmesi zor, romanın sadık hayranları tarafından genelde benimsenen, uydurma bir şarkıcı olan Judy Bridgewater’ın “Never Let Me Go”sunun kasetten dinlendiği sahnelerin kulağa hep çalındığı unutulmayacak bir uyarlama izlemek isteyenler kaçırmasın.


Harry Potter (2001-2011)

Yediden yetmişe herkesi büyüleyen Harry Potter serisi 2001’den 2011’e kadar dört ayrı yönetmenin elinden geçerek 8 filmle seyirciyle buluştu. Alfonso Cuarón gibi görece avangard bir yönetmene teslim edilen üçüncü film Prisoner of Azkaban başta olmak üzere genellikle hayranlarının beklentilerini boşa çıkarmayan uyarlamalardı Harry Potter filmleri. Harry Potter ve kendisi gibi büyücü arkadaşlarını canlandıran Daniel Radcliffe, Emma Watson ve Rupert Grint on yıl içinde gözlerimizin önünde büyürken, İngiltere’nin gencinden yaşlısına yıldız oyuncularının her birini Hogwarts’ta konuk olarak ağırladık. Listede kimler yok ki? Alan Rickman, Gary Oldman, Kenneth Branagh, Ralph Fiennes, Robert Pattinson, Helena Bonham Carter ilk elden akla gelenler. The Goblet of Fire’ın yıl sonu balosunda Jarvis Cocker’ın sahne alıp “Do the Hippogriff” ile Hogwarts camiasını coşturması ise akıllara kazınan bir sahneydi.  Gözlüklü büyücünün büyümesiyle bir devir kapandı, bakalım J. K. Rowling’in bundan sonra yazacakları da aynı şekilde sinemaya uyarlanma isteği uyandıracak mı?



Twilight (2008-2012)

“Bir devir daha kapandı” dedirten bir diğer seri uyarlama da şüphesiz vampir edebiyatına ergenlik ve katışıksız romantizmle harmanlanmış yeni bir soluk getiren Stephenie Meyer imzalı Twilight serisinin birebir olduğunu söyleyebileceğimiz uyarlamaları oldu. Kitaplar halihazırda birer bestseller iken vampir Edward Cullen rolü için seçilen Robert Pattinson’ın varlığı filmleri de birer gişe canavarına dönüştürmekte hayli etkili oldu. Fetiş nesnesi vampirin getirdiği yankının üstüne bir de Pattinson’ın gerçek hayatta da Bella Swan’ı canlandıran Kristin Stewart ile girdiği ilişkinin tabloit basına yansıması filmlere olan ilgiyi iyiden iyiye artırdı. Dracula benzeri “old school” vampirlerin hayranlarını çileden çıkartan bir seri olsa da Twilight uyarlamaları artık yadsınamaz bir fenomen. Vampirlik hiçbir zaman bu kadar çekici olmamıştı!









Gri Gölgeler Arasında

Litvanya'nın trajedisi, Doğu Avrupa'nın hikayesi

Selçuk Uygur 04-04-2013, Sabit Fikir

 

14 Haziran 1940, Litvanya’nın başkenti, Moskova’dan gönderilen ültimatomla sarsılıyor. Kızıl giyinmiş Azrail, II. Dünya Savaşı’nın bulutları üzerinde, orağıyla çekicini tehditkar bir biçimde Baltık devletlerine savuruyor. Rus İmparatorluğu’nun “Ancien Régime”ini kendi kanında boğmuş olan Sovyetler, bir konuda selefiyle bütünüyle hemfikir: Rus İmparatorluğu’nun agresif XIX. yüzyıl dış politikasının soluksuz icrası. III. Reich’ın Fransa ve İngiltere ile tek cephede savaşabilmek için satranç tahtasında rok yaparak Sovyetler’e feda ettiği Litvanya çaresiz, teslim oluyor. Başkan Smetona silahlı direniş çağrısı yapıyor, lakin parlamento ve subaylar David’in pabuçlarını giyip Goliath’a karşı durmayı “romantizm” olarak niteliyor. Hürriyet, Sibirya’daki ölüm kamplarına tek yön biletiyle seyircilerin gözyaşları arasında sahneyi terk ederken, yerini NKVD, Politbüro, sürgünler, açlık, ölüm ve elli yıllık esaret alacaktır.
 Litvanya tarihine kısaca bir göz atmamızın sebebi, elimizde, mezkur konjonktürde ABD'ye göç etmiş Litvanyalı bir ailenin kızı olan Ruta Sepetys’in, yine söz konusu dönemi konu alan tarihsel romanı Gri Gölgeler Arasında’sının bulunması. Sepetys’in çıkış kitabı olan eser, 15 yaşındaki Lina, 10 yaşındaki kardeşi Jonas ve anneleri Elena’nın babalarının ortadan kaybolmasından bir gün sonra Sovyet otoriteleri tarafından tutuklanmasıyla başlıyor. Küçücük bir vagona istiflenen ailemiz, lohusa bir anne ve göbek bağı henüz kesilmiş bebeğinden tutalım, öldürülmüş bir Litvanya subayının karısı ve annesinin yanında kalabilmek adına özürlü taklidi yapan çocuğuna kadar birbirine esaretin zincirleriyle bağlanmış birçok hikayenin yoldaşlığında, günde iki kova su ve bir kova yemek eşliğinde bir kolhoz’a doğru sekiz hafta sürecek bir sürgün yolculuğuna gönderiliyor. Donmuş toprağın üzerinde çıplak elleriyle çalışan, kampta hastalıktan kırılan, tam da artık daha kötüsü olamayacağını düşünen ailemiz maalesef yanılmaktadır...

Tarihsel masal saçmalığından uzak

 Romanın tarihi bağlamda başarılı olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Yazarın, cesetlerin terörüyle çevrilmiş grotesk sahneleri herhangi bir edebi yumuşatmaya gitmeden betimlemesi, dönemin rahatsız edici, ağır ve karanlık ruhunu sayfalara güçlüce yansıtarak, kurguyu birçok eserin düştüğü “tarihsel masal” saçmalığından uzak tutuyor. Özellikle sürgün ve açlık süreçlerindeki anlatının Vasili Grossman gibi ustaların yakınına düşüyor olması ise dikkat çekici. Rahatsızlık veren yegane nokta Litvanca isimlerin Amerikanlaştırılmış olması. Edebi olarak ise, Sepetys’in dil kullanımında kısa ve hedef odaklı cümleleri ile yalın mimetik yöntem tercihi, kimi zaman bize boşlukları doldurma fırsatı sunarken, kimi zamansa karakterler/yaşananlar ile okuyucu arasında özdeşleşme sorununa sebep oluyor ki, bu durum karakterlerin yüzeysel bir hale bürünmesiyle sonuçlanabiliyor. Yazarın ilk kitabı olması adına hoş görülebilecek edebi aksaklıkları bir yana bırakalım... Sepetys, gelecekte dönem ve bölge üzerindeki altyapısını daha ince örülmüş bir yazın ile harmanlayabilirse “Baltıklı bir Hans Fallada” bizim için sürpriz olmayacaktır.

Gri Gölgeler Arasında, Ruta Sepetys, Deli Dolu, 2013. Çeviren: Nilay Kaya



22 Şubat 2013 Cuma

İyi Kitap, Mart 2013, Şu Köşede 101 Tekerleme, Bu Köşede 101 Yanıltmaca





Nilay Kaya


Çocuk edebiyatının derleme üstadı Süleyman Bulut’tan iki yeni derleme kitabı daha Tudem Yayınları’ndan çıktı. 101 Yanıltmaca ve 101 Tekerleme Türk folklorunun en değerli dil hazinelerinden ikisini günümüz çocuklarıyla tanıştırıyor.

“Sepet sepet yumurta, sakın beni unutma, unutursan küserim, mektubumu keserim…” İlkokul çağlarında sıra sıra gezdirdiğimiz hatıra defterlerimize, arkadaşlarımız için yazdığımız sevgi dolu satırları, güzel söz söylemeyi beceremeyenlerimiz dahi bu hoş tekerlemeyle bitirirdi. Tekerlemenin son kısmının duruma göre değiştiği de görülürdü: “Unutursan küserim, gözlerinden öperim,” gibi bir bitirişle hitap edilen kişiye küsme tehdidi savrulsa da kıyılamazdı bazen. Akşam çökene, anneler balkonlardan sarka sarka çocukları eve çağırana kadar sokaklarda oynamak istenirken oyun arkadaşları nasıl çağrılırdı peki? “Aaali pabucu yarım, çık dışarıya oynayalım…” Süleyman Bulut kitaba yazdığı önsözde ev ya da sokak oyunlarının tükenmekte olduğuna değiniyor belki ama bu, çocukların ana dilleriyle tanışmaları için bulunmaz bir fırsat olan tekerlemelerin günümüz çocuklarına hitap etmeyeceği anlamına gelmiyor elbette. Çünkü yine yazarın belirttiği gibi tekerlemeler hayata dair komik ve abartılı durumların uyak ve tekrarlarla dile getirilişi, ritmik bir şekilde söylenişi nedeniyle her zaman için çocuklarda ezberleme ve söyleme isteği uyandırırlar. Masallarda, tiyatro oyunlarında karşımıza çıktıkları gibi, pekâlâ bağımsız söz oyunları olarak eğlenceli bir aktivite de olabilirler.

Bulut’un diğer derleme kitabı 101 Yanıltmaca ise en az tekerlemeler kadar eğlenceli ve incelikli bir zekâ ürünü (Bu müthiş zekâ elbette anonim bir zekâ)  olan yanıltmacaları, çocuk oyunlarının iddialı bir malzemesi yapabilecek nitelikte. Benzer seslerin art arda getirilerek oluşturulduğu bu zorlu yanıltmacalar hem o yanıltmacayı seri bir şekilde eksiksiz söyleyebilmek için tatlı bir meydan okuma sunuyor hem de çaktırmadan fonetik bir bilinç kazandırıyor. Nitekim konuşma zorluğu çeken kişilere verilen alıştırmaların arasında tekerlemelerin bulunması bu yüzdendir. “Şu köşe yaz köşesi, bu köşe kış köşesi, ortada su şişesi” gibi en kısa ve söylemesi kolay görünenlerden, derenin başına ekilen kekere mekerelere dadanan kekelemelere dair zorlu mücadeleyi anlatan, kekelemeden söylemek için bin bir dereden su getirmek zorunda kaldığımız yanıltmacalara kadar en keyifli olanları titiz bir araştırma sonucunda bu kitapta bir araya getirilmiş.

Süleyman Bulut her iki derlemede de anonim halk edebiyatının zenginliklerini çocuklara tanıtırken onlara keyifli bir şekilde dil becerilerini geliştirme imkânı sunuyor. Bu kitapların bir başka dikkat çekici özelliği de daha önce Zeynep Uzunbay’ın Kedi Merdiveni adlı kitabındaki tatlı çizimleriyle dikkat çeken Burcu Yılmaz’ın bir kez daha hayranlık uyandıran çizimlerine yer verilmesi. Şimdi yazımıza bir yanıltmacayla son verelim: “Kapı gıcırtıcılardan mısın, ocak kıvılcımlattırıcılardan mısın? Ne kapı gıcırtıcılardanım, ne ocak kıvılcımlattırıcılardanım.” Ben bu kitaplara bayılanlardanım.