2 Ocak 2013 Çarşamba

O ROMANI BEKLERKEN… Miller Time, Aralık 2012





Kanına bir kez Kinyas ve Kayra bulaşan Hakan Günday okurları, onun her romanını okuduktan sonra acı tatlı bir bekleyiş içine girer, malum. 2000 yılında Kinyas ve Kayra ile edebiyat âlemine giriş yapan Günday, Zargana’dan Piç’e, Malafa’dan Azil’e, Ziyan’dan en son geçtiğimiz yıl yayımlanan Az’a derken bütün mahsülleriyle bizleri bu bekleyişin azılı bir müptelası yapmış durumda. Bu bekleyişin en tatlı taraflarından biri de romanların keyfini sindirmek dışında, röportajlarında dile getirdiği ya da bizzat romanlardan çıkardığımız kadarıyla Günday’ın dünyasına dair fikirler edinip bu dünyayı besleyen kaynakların da tadına varmak. Hakan Günday çok sevdiğini belirtti diye Louis-Ferdinand Céline’in Gecenin Sonuna Yolculuk adlı romanını keşfeden okurlar çoktur örneğin. Romanlardan aldığımız keyfe ‘bonus’ tadında eklenen Malafa’nın tiyatro uyarlaması ise tiyatroyla fazla haşır neşir olmayanları bile Dot’a sürüklemiştir. Hakan Günday’ın oyunlaştırdığı, Murat Daltaban’ın yönettiği Malafa başlı başına bir tiyatro zevki sunarken, romanın kendisini yeniden okuma isteği uyandırıyordu keza. Şimdilerde internette dolanan beş adet teaser ise yeni bir Hakan Günday romanı okuyamadığımız bu bekleme sürecinin acılı kısmına merhem niteliğinde olabilir: Ümit Ünal yazıyor, Selim Demirdelen yönetiyor ve Günday’ın üçüncü romanı Piç, Hiç adıyla filme çekiliyor. Hakan Günday, 1-6 Ekim tarihlerinde düzenlenen İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nde Günday severlerin sevme potansiyelinin yüksek olduğu başka bir yazar olan Edgar Keret ile birlikte bir söyleşide karşımıza çıktı. Bazen bekleyişin kendisi en az beklenilen kadar güzel olabiliyor. Bakın bu söyleşi bize nasıl lezzetler sundu…

Bir kere Hakan Günday’ı neden sevdiğimizi bir kere daha anladık. Onun sırf karanlık sokaklarda büyüyen, içkiyle, uyuşturucuyla, şiddetle, öfkeyle, çatışmayla beslenen karakterler yarattı diye “yeraltı edebiyatının karanlık prensi” olmadığını mesela. Kaldı ki, bir keresinde Hakan Günday’ın eski bir söyleşisinde dediği gibi, kitapçıların “yeraltı edebiyatı” diye bir rafları olacaksa bu rafa olsa olsa tek bir kitap yaraşır: Dostoyevski’nin Yeraltı Adamı. Bu görüş bile onun her şeyden önce derdinin hikâye anlatmak olduğunu gösteriyor. Nitekim Günday, bizlere ilk olarak bu derdini dile getirdi. Evet, hayatın içindeki sıkıntılı konuları tercih ettiğini söyledi ama bunları mümkün olduğunca tarafsız, çıplak bir bakışla “ameliyat anlatır” gibi anlatmaya çalıştığını da ekledi. Yine kendi deyişiyle “kekeme bir yazısı” olduğu için de anlatmak istediklerini öykü ile değil, romanla anlattığını söyledi.  

Peki ya bir yazar süperstar muamelesi görebilir mi? Söyleşinin yapıldığı salonda oturacak yer kalmadığını, söyleşi bittikten sonra yazardan imza almak için ufak çaplı bir izdiham yaşandığını ve bu kalabalık okur topluluğunun çoğunun genç olduğunu belirtirsek “süperstarlık” sorusu Hakan Günday’a yöneltilen yerinde bir soruydu. Günday’ınki süperstarlık egosu değil ama düşünmeyi bile düşünmediği fikirler yazıda çıktığı, yazıya malzeme olan her şey gündelik hayattan farklılaşıp son derece akıllı bir inşaat sürecine girdiği için yazdığı şeyin kendisinden daha önemli olduğunu söyleyerek yazının bizzat kendisini süperstar olarak gördü bir anlamda. Yazmanın yalnız bir iş, yanına bir ikinci kişi gelene kadar ellerinin titremediğini, yazının onun patronu olduğunu söyleyen birisinin kendisi nasıl süperstar olabilir ki zaten? Bununla birlikte yazarın içine doğduğu dünyayı yeniden inşa etmek isteği başlı başına bir ruh hali olduğu için gençlerin onu ayrıca seviyor olabileceği fikrinde de hiç haksız sayılmazdı.

Bu yılki İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nin ana teması şehir ve korku olunca Günday’a korkuları da soruldu. Bu soruya çok sevdiği yazar Céline’in kullandığı bir metaforla cevap vererek bizleri de kendi korkularımızla yüzleştirdi: Yedi tane köpek kutuplarda giderken en önde giden kılavuz köpek yolda çatlak varsa uluyarak haber verir. Hepimizin bu çatlakların arasında durması yeterince korku verici değil mi? Ama çatlakları haber veren kılavuz köpeklerin, bu durumda yazarların, olması da bir o kadar huzur verici.
Piç’in sinema serüveni Hiç de Hakan Günday’a yöneltilen sorulardan bir tanesiydi. Günday, roman sinemaya uyarlanırken tek bir kriteri önemsediğini söyledi: ruh muhafazası. Gerekirse hikâyenin bile değiştirilebileceğini ama kitabın “fotokopisinin çekilmemesi” gerektiğini söyleyerek yeniden üretimin ne kadar serbestse o kadar iyi olabileceğinin altını çizdi. Bu durumda Günday’ın filmin halihazırda devam eden çekimlerinden pek haberdar olmadığına şaşırmamamız gerekiyor çünkü o artık filmi aynı lisanı konuştuğu için güven duyup fikrini verdiği Ümit Ünal’ın senaryosu olarak görüyor.

Yazar neden yazar? Söyleşinin sonunda sorulan bu soruya Hakan Günday’ın verdiği cevap, yazacaklarını beklememiz için bir sebep daha veriyor bize: “Bir gün Büyük İskender olunca yazmazsınız artık. Belki de anlatacak bir şey kalmayınca. Paylaşmama isteği başladığı zaman. Çaresizlikten başlayışınız gibi çaresizlikten yazmayı da bırakabilirsiniz. Yıllardır ayakta duran rock grupları başarısını sürekli değişmelerine bağlı.” Yazarın dediği gibi her şey değişime tabi. O yüzden heyecan verici, beklemesi güzel…