11 Nisan 2013 Perşembe

Romanlardan Peliküle, Miller Time, Nisan 2013


Romanlardan peliküle: 10 Edebiyat Uyarlaması

Nilay Kaya


Alfred Hitchcock, François Truffaut ile yaptıkları bir söyleşide zamanında New Yorker’da yayımlanan bir karikatürü anlatarak edebiyat uyarlamalarının kendince ne anlama geldiğini söyler: İki tane keçi buldukları film şeritlerini yemektedir. Biri diğerine şöyle der: “Şahsen kitabını daha çok beğenmiştim.” Edebiyat uyarlamaları için en sıklıkla kurulan cümledir bu keçinin cümlesi. Bununla birlikte severek okuduğumuz bir kitabın beyazperdeye uyarlandığını duyduğumuz zaman peşin hükmümüze rağmen kitaptaki dünyanın nasıl görselleştirildiğini görmek için karşı konulamaz bir dürtü de duyarız. Bir kez sinema salonundan çıkılmayagörülsün, “Ama şu sahne çıkarılmıştı”, “Şu karakter hiç hayal ettiğim gibi değildi” yolundan şikayetler başlar. Oysaki çok basit bir şey unutulur: İzlenilen film ne kadar kitaptan uyarlama da olsa artık bağımsız bir sanat eseridir. Filmin yönetmeni de sizin gibi kitabı okumuş ve kendi hayal dünyasını görselleştiren kişidir aslında. O kendine özgü dünya sizinkiyle örtüşmese de aslında ne yapıp edip kitabı yeniden okuma isteği uyandırır. İşte iki sanatın büyülü etkileşimi burada saklıdır. Sinemalarda Tolkien’ın fantastik âleminden ikinci durak The Hobbit’in, Yann Martel’in Life of Pi’sinin, ağırtop Rus klasiği Anna Karenina’nın uyarlamalarının arzı endam ettiği bugünlerde sizler için geçmişten bugüne huzurlarımıza çıkan edebiyat uyarlamalarına bir göz attık. Herkesin uyarlaması kendine...

The Great Gatsby (1974)

Edebiyat uyarlamaları içinde belki de en çok sevilenlerden biri F. Scott Fitzgerald’ın fakirliği yüzünden reddedilen, yıllar sonra parası puluyla sevdiğini yeniden elde etme özlemiyle yanıp tutuşan Jay Gatsby ve büyük aşkı Daisy’nin hikâyesini konu alan romanının bu uyarlaması olabilir. Robert Redford ve Mia Farrow gibi doğru bir casting tercihiyle, önce Truman Capote tarafından yazılan, sonra ise Capote’nin Nick ve Jordan karakterlerini eşcinsel yapması nedeniyle Capote’den alınıp Francis Ford Coppola’ya emanet edilen senaryosuyla, romanın başlıca haleti ruhiyyesi olan Caz Çağı’nı buram buram verişiyle film unutulmaz uyarlamalar arasında. Gatsby’nin obsesif arzu nesnesi Daisy karakterini oynaması için kimler düşünülmemiş ki? Ali MacGraw, Faye Dunaway, Natalie Wood ... Gatsby rolü için ise Warren Beaty, Jack Nicholson, Steve McQueen, Marlon Brando teklif götürülen isimlerken bugün Gatsby denilince Robert Redford’dan, Daisy denilince Mia Farrow’dan başka bir ismi düşünmek hâlâ çok zor.

The Great Gatsby (2013)

Peki ya Leonardo Di Caprio’yu Gatsby, Carey Mulligan’ı Daisy olarak nasıl karşılayacağız? Bunun yanıtını verebilmek için önce 2013 yılbaşında gösterime gireceği açıklanan, sonra ise mayısa ertelenen Baz Luhrmann uyarlamasını beklemek zorundayız. Filmin yayınlanmakta olan iki fragmanını izleyince Baz Luhrmann’ın tam da kendinden beklendiği üzere, Romeo+Juliet ve Moulin Rouge’da yaptığı gibi geçmişi günümüz pop kültürüyle harmanlayan, bol şenlikli karnaval dünyalar sevgisinden mütevellit oldukça kendine özgü bir uyarlamayla karşılaşacağımız ortada. Bu ne anlama geliyor? 1920’lerin Caz Çağı, bol bol dökülen şampanyalar, hunharca fırlatılan havaifişeklerle en grotesk haliyle karşımıza çıkarken, fonda da Kanye West ile Jay Z, Jack White ve Florence&The Machine dinleyeceğiz.

 Anna Karenina (2012)

Büyük Rus yazarı Tolstoy’un merkezinde bir aşk-ı memnu vakasını barındıran klasiği Anna Karenina defalarca sinemaya uyarlandı. Şimdilerde daha önce Pride and Prejudice ile The Atonement gibi romanları da sinemaya uyarlayan Joe Wright da bu sevdaya kalkışarak bizlere yeni bir Anna Karenina sunuyor. Başrolü gedikli aktrisi Keira Knightley’ye veren Wright, bize kalırsa romanı orijinal bir şekilde uyarlamak adına, tiyatro sahnesini sinemaya taşımak suretiyle ilham perilerini Baz Luhrmann’dan ve Lars Von Trier’in Dogville deneyinden ödünç alıyor. Bu teatrallik romana yeni bir yorum getirme iddiasını taşırken kimilerine safi estetik bir haz, kimilerine de yapaylık hissi verebilir. Ancak ne olursa olsun Jude Law’u aldatılan aziz kılıklı eş Karenin olarak izlemek paha biçilemez.

The Hobbit: An Unexpected Journey (2012)

Sinema tarihinin en az kitapları kadar sevilen, Oscar’larla dahi taçlandırılan edebiyat uyarlamalarına, Lord of The Rings serisine imza atan Peter Jackson’ın Tolkien uyarlamaları meşhur serinin ön adımı olan The Hobbit’ten yaratılmış bir üçlemeyle bu yıl start verdi. Jackson tek bir kitaptan üç film çıkarmak gibi bir işe kalkıştığı için bu sefer “Ama kitapta olan şu olay, şu karakter filmde yoktu” isyanını etme şansı yok, aksine bu sefer kitabın üzerine yepyeni karakterler ve hikâyeler inşa edilmiş durumda. Bu yenilikler Tolkien evrenine doyamayanlar için bir nimet niteliğinde. Örneğin romanda bu kadar sahnesi olmadığı halde, Cate Blanchett suretinde çok sevildiği için bonus tadında Galadriel’li sahneler eklenmiş filme. Cücelerin bütün şirinlikleri, Martin Freeman’ın muazzam Bilbo Baggins yorumu, sevgi ve nefret odağı Gollum’un varlığı, ilk filmin sonunda henüz sesini duyamasak da ejderha Smaug’u ve Necromancer’ı çok sevgili “Sherlock” Benedict Cumberbatch’in seslendiriyor oluşu sinemaya koşmak için yeterli nedenler.

Life of Pi (2012)

Yann Martel’in 2002 Man Booker ödüllü romanı Life of Pi M. Night Shyamalan, Jean-Pierre Jeunet gibi yönetmenlerin adının geçtiği bir uyarlama projesi olarak bir süre ortalıkta dolandıktan sonra nihayet Ang Lee tarafından sinemaya aktarıldı. Pasifik Okyanusu’nun ortasında batan bir yük gemisinden kurtulan tek filintanın mürettebatını 16 yaşındaki Pi, bir sırtlan, bacağı kırık bir zebra, dişi bir orangutan ve Richard Parker adında 100 kiloluk bir Bengal kaplanı oluşturmaktadır. Pi’nin tanrı ve din sorgulamaları eşliğinde vuku bulan hayatta kalma serüveni Nuh’un Gemisi endamında salınıyor, hem de görsel şölen becerisine genelde güvendiğimiz Ang Lee sayesinde. Hikâyenin aldığı hale ise izleyip karar vereceğiz...

Les Misérables (2012)

Söz konusu roman bir klasik olunca sinemaya defalarca uyarlanması da kaçınılmaz oluyor. Victor Hugo’nun Les Misérables’ı da böyle romanlardan. Kürek mahkumu Jean Valjean’ı Hugh Jackman’ın, Müfettiş Javert’i Russel Crowe’un, yoksul anne Fantine’i Anne Hathaway’in, Fantine’in kızı Cosette’i Amanda Seyfried’in canlandığırdığı Les Misérables’ın yeni versiyonunu haleflerinden ayıran en önemli özelliği müzikal olması. Filmin yıldız kadrosunun diğer isimleri olan Helena Bonham Carter ile Sacha Baron Cohen, daha önce Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street’te de birlikte rol almış ve bol bol şarkı söylemişlerdi ancak filmin çekimleri süresince diğer oyuncuların müzikal performanslarının nasıl olduğuna dair merak, Anne Hathaway ile Hugh Jackman’ın rolleri gereği girdikleri, sağlıklı oldukları epey tartışılan rejimlerinin kopardığı gürültü kadar büyüktü.


Wuthering Heights  (2011)

19. yüzyıl İngiliz edebiyatının tekinsiz kraliçesi Emily Brontë’nin eksenine ölümcül boyuttaki tutkulu bir aşk ve intikam öyküsünü alan klasik romanı Wuthering Heights Luis Buñuel ve Metin Erksan gibi şaşırtıcı isimler de dahil olmak üzere çeşitli yönetmenler tarafından sinemaya uyarlandı. Şeytani çekiciliğin adeta sözlük karşılığı olan Heathcliff şimdiye kadar Laurence Olivier, Timothy Dalton, Ralph Fiennes gibi aktörler tarafından canlandırıldı. Andrea Arnold’ın çektiği yeni uyarlamadaysa Heathcliff’i ilk kez siyahi bir oyuncu olan James Howson canlandırıyor. Romanda koyu renk teni olduğu vurgulanan Heathcliff  için böyle bir casting tercihi yapmak son derece makul bir karar. Romana mekan olan Yorkshire’ın ürkütücü ve Heathcliff’le Catherine arasındaki sarsıcı aşkı iyiden iyiye depreştiren yabani doğası bu filmin gözbebeği desek yeridir. Film boyunca hiç müzik duymayıp bu vahşi doğanın seslerini dinledikten sonra finalde Mumford&Sons’ın film için bestelediği “The Enemy”yi hafif bir tokat mahiyetinde dinlemek ise tüyler ürpertici bir deneyim.


Never Let Me Go (2010)

Kazuo Ishiguro’nun gizemli bir yetimhanede ‘tuhaf’ amaçlar uğruna yetiştirilen üç çocuğun hayatını konu alan, belirsiz bir zamanda geçen yürek burkan romanı Never Let Me Go Mark Romanek tarafından sinemaya uyarlanmış, ‘ölümcül’ üçlüye Andrew Garfield, Carey Mulligan ve Keira Knightley hayat vermişti. Genç oyuncuların tutkulu performansları ve yarattığı atmosfer filmin en az roman kadar yürek burkmasına neden oluyordu. İkinci izleyiş için hazmetmesi zor, romanın sadık hayranları tarafından genelde benimsenen, uydurma bir şarkıcı olan Judy Bridgewater’ın “Never Let Me Go”sunun kasetten dinlendiği sahnelerin kulağa hep çalındığı unutulmayacak bir uyarlama izlemek isteyenler kaçırmasın.


Harry Potter (2001-2011)

Yediden yetmişe herkesi büyüleyen Harry Potter serisi 2001’den 2011’e kadar dört ayrı yönetmenin elinden geçerek 8 filmle seyirciyle buluştu. Alfonso Cuarón gibi görece avangard bir yönetmene teslim edilen üçüncü film Prisoner of Azkaban başta olmak üzere genellikle hayranlarının beklentilerini boşa çıkarmayan uyarlamalardı Harry Potter filmleri. Harry Potter ve kendisi gibi büyücü arkadaşlarını canlandıran Daniel Radcliffe, Emma Watson ve Rupert Grint on yıl içinde gözlerimizin önünde büyürken, İngiltere’nin gencinden yaşlısına yıldız oyuncularının her birini Hogwarts’ta konuk olarak ağırladık. Listede kimler yok ki? Alan Rickman, Gary Oldman, Kenneth Branagh, Ralph Fiennes, Robert Pattinson, Helena Bonham Carter ilk elden akla gelenler. The Goblet of Fire’ın yıl sonu balosunda Jarvis Cocker’ın sahne alıp “Do the Hippogriff” ile Hogwarts camiasını coşturması ise akıllara kazınan bir sahneydi.  Gözlüklü büyücünün büyümesiyle bir devir kapandı, bakalım J. K. Rowling’in bundan sonra yazacakları da aynı şekilde sinemaya uyarlanma isteği uyandıracak mı?



Twilight (2008-2012)

“Bir devir daha kapandı” dedirten bir diğer seri uyarlama da şüphesiz vampir edebiyatına ergenlik ve katışıksız romantizmle harmanlanmış yeni bir soluk getiren Stephenie Meyer imzalı Twilight serisinin birebir olduğunu söyleyebileceğimiz uyarlamaları oldu. Kitaplar halihazırda birer bestseller iken vampir Edward Cullen rolü için seçilen Robert Pattinson’ın varlığı filmleri de birer gişe canavarına dönüştürmekte hayli etkili oldu. Fetiş nesnesi vampirin getirdiği yankının üstüne bir de Pattinson’ın gerçek hayatta da Bella Swan’ı canlandıran Kristin Stewart ile girdiği ilişkinin tabloit basına yansıması filmlere olan ilgiyi iyiden iyiye artırdı. Dracula benzeri “old school” vampirlerin hayranlarını çileden çıkartan bir seri olsa da Twilight uyarlamaları artık yadsınamaz bir fenomen. Vampirlik hiçbir zaman bu kadar çekici olmamıştı!









Gri Gölgeler Arasında

Litvanya'nın trajedisi, Doğu Avrupa'nın hikayesi

Selçuk Uygur 04-04-2013, Sabit Fikir

 

14 Haziran 1940, Litvanya’nın başkenti, Moskova’dan gönderilen ültimatomla sarsılıyor. Kızıl giyinmiş Azrail, II. Dünya Savaşı’nın bulutları üzerinde, orağıyla çekicini tehditkar bir biçimde Baltık devletlerine savuruyor. Rus İmparatorluğu’nun “Ancien Régime”ini kendi kanında boğmuş olan Sovyetler, bir konuda selefiyle bütünüyle hemfikir: Rus İmparatorluğu’nun agresif XIX. yüzyıl dış politikasının soluksuz icrası. III. Reich’ın Fransa ve İngiltere ile tek cephede savaşabilmek için satranç tahtasında rok yaparak Sovyetler’e feda ettiği Litvanya çaresiz, teslim oluyor. Başkan Smetona silahlı direniş çağrısı yapıyor, lakin parlamento ve subaylar David’in pabuçlarını giyip Goliath’a karşı durmayı “romantizm” olarak niteliyor. Hürriyet, Sibirya’daki ölüm kamplarına tek yön biletiyle seyircilerin gözyaşları arasında sahneyi terk ederken, yerini NKVD, Politbüro, sürgünler, açlık, ölüm ve elli yıllık esaret alacaktır.
 Litvanya tarihine kısaca bir göz atmamızın sebebi, elimizde, mezkur konjonktürde ABD'ye göç etmiş Litvanyalı bir ailenin kızı olan Ruta Sepetys’in, yine söz konusu dönemi konu alan tarihsel romanı Gri Gölgeler Arasında’sının bulunması. Sepetys’in çıkış kitabı olan eser, 15 yaşındaki Lina, 10 yaşındaki kardeşi Jonas ve anneleri Elena’nın babalarının ortadan kaybolmasından bir gün sonra Sovyet otoriteleri tarafından tutuklanmasıyla başlıyor. Küçücük bir vagona istiflenen ailemiz, lohusa bir anne ve göbek bağı henüz kesilmiş bebeğinden tutalım, öldürülmüş bir Litvanya subayının karısı ve annesinin yanında kalabilmek adına özürlü taklidi yapan çocuğuna kadar birbirine esaretin zincirleriyle bağlanmış birçok hikayenin yoldaşlığında, günde iki kova su ve bir kova yemek eşliğinde bir kolhoz’a doğru sekiz hafta sürecek bir sürgün yolculuğuna gönderiliyor. Donmuş toprağın üzerinde çıplak elleriyle çalışan, kampta hastalıktan kırılan, tam da artık daha kötüsü olamayacağını düşünen ailemiz maalesef yanılmaktadır...

Tarihsel masal saçmalığından uzak

 Romanın tarihi bağlamda başarılı olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Yazarın, cesetlerin terörüyle çevrilmiş grotesk sahneleri herhangi bir edebi yumuşatmaya gitmeden betimlemesi, dönemin rahatsız edici, ağır ve karanlık ruhunu sayfalara güçlüce yansıtarak, kurguyu birçok eserin düştüğü “tarihsel masal” saçmalığından uzak tutuyor. Özellikle sürgün ve açlık süreçlerindeki anlatının Vasili Grossman gibi ustaların yakınına düşüyor olması ise dikkat çekici. Rahatsızlık veren yegane nokta Litvanca isimlerin Amerikanlaştırılmış olması. Edebi olarak ise, Sepetys’in dil kullanımında kısa ve hedef odaklı cümleleri ile yalın mimetik yöntem tercihi, kimi zaman bize boşlukları doldurma fırsatı sunarken, kimi zamansa karakterler/yaşananlar ile okuyucu arasında özdeşleşme sorununa sebep oluyor ki, bu durum karakterlerin yüzeysel bir hale bürünmesiyle sonuçlanabiliyor. Yazarın ilk kitabı olması adına hoş görülebilecek edebi aksaklıkları bir yana bırakalım... Sepetys, gelecekte dönem ve bölge üzerindeki altyapısını daha ince örülmüş bir yazın ile harmanlayabilirse “Baltıklı bir Hans Fallada” bizim için sürpriz olmayacaktır.

Gri Gölgeler Arasında, Ruta Sepetys, Deli Dolu, 2013. Çeviren: Nilay Kaya