1 Kasım 2013 Cuma

Geyik Efsaneleri Aracılığıyla Mübadele Sorunu: Anadolu’da bir Rum köyü, Livera






Anadolu-Türk folklorunun çeşitli türlerinde, gerek Şaman kültüre gerekse İslamiyet dönemine ait anlatılarda geyik sıradan bir av hayvanı olmasının ötesinde kutsal bir hayvan olarak kabul edilmiştir ve bu kabul üzerinden geyiklerle ilgili çeşitli anlatılar oluşmuştur. Bu inanç motifi Türkçe edebiyatın modern metinlerinde de karşımıza çıkmaktadır. Örneğin Murathan Mungan’ın 1992’de yayımlanan ve defalarca sahnelenen Geyikler ve Lanetler adlı oyunu, folklorik gelenekten beslenerek hamile bir geyiğin avlanması sonucu saçtığı lanete odaklanan bir metindir. Bu yazıya konu olan Yusuf Bulut’un yazdığı “Livera Geyikleri” adlı öykü de avlanması sonucunda lanetlere vesile olan geyik hikâyesi kalıbının tekrarlandığı ancak bu kalıba efsanenin işlevi bağlamında yeni bir temanın eklendiği modern bir anlatı örneğidir.

Öncelikle bu hikâyeyi aktaralım. Bugünkü ismi Yazlık olan Trabzon’un Livera adlı Rum köyünde 1900 yılının Noel yortusu gecesi, yeni bir yüzyıla giriş ve Hz. İsa’nın öğretisinin 20. yüzyıla ulaşması nedeniyle kilisede ayinle kutlanmaktadır. O günlerde köye biri dişi, diğeri erkek olmak üzere iki geyik dadanır. Geyikler insandan kaçmaya meyilli, yabani özelliklere sahip hayvanlar olarak bilindikleri hâlde bu iki geyik köy halkından hiç çekinmez, insanların onları sevmelerine dahi izin verirler. İlgi çekici olan, ayinin yapıldığı sırada kilisenin önüne gelirler ve ayin bitene kadar adeta insan gibi ayini dinlerler. Dişi olanın başını erkek olanın boynuna doğru uzatıp uysal bir görünümde ayini dinler gibi durması özellikle vurgulanır. Geyikleri kutsal olarak algılayan köy halkı, aynı gece geyiklerden dişi olanın öldürüldüğü haberini alır. Köyün rahibi Hrisantos, ahalinin ileri gelenlerini çağırıp dişi geyiğin katilinin bir an önce bulunması gerektiğini, değilse başlarına büyük felaketler geleceğini söyler. Çünkü dişi geyiğin Meryem Ana’nın yirminci yüzyıla girerken dünyada oluşan bir gölgesi olabileceğini savunur. Geyiğin insanlardan korkmayıp özellikle Noel yortusunda ayin bitene kadar kilisenin önünde beklemesini bu şekilde açıklamaktadır. Ne var ki bir yıl boyunca dişi geyiğin katili bulunamaz. Erkek geyik arada sırada köye gelip inleyerek dolaşırken, insanlar onun dişisini aradığı yorumunda bulunurlar, sonraları geyik ortadan kaybolduğunda ise onun İsa’nın yanına uçtuğuna inananlar olur.
Aradan yıllar geçtikten sonra Birinci Dünya Savaşı patlak verir ve köylülerin ilk getirdiği yorum, dişi geyiğin öldürülmesinin ve katilinin bulunamamasının yol açtığı lanetin ilk ayağının savaş olduğudur. Savaşla birlikte köyün başına, yoksulluk, yıllardan beri varlığını sürdüren Gülbahar Hatun vakfına yolların tehlikeli olması nedeniyle yardımda bulunamamak gibi felaketler gelir. Ama en büyük felaket 1923 yılında baş gösterir. Muhtar köy halkını toplayarak yanlarına taşıyabileceklerinden fazla hiçbir eşya almamak suretiyle köylerini terk edip Yunanistan’a sürüldüklerini açıklar. Artık yüzyıllardır yaşadıkları topraklardan ayrılmak zorundadırlar. (Bulut, Yusuf. “Livera Geyikleri”. 30 Kasım 2011, http://www.yusufbulut.com/index.php/efs/11-livera, Erişim tarihi: 6 Nisan 2013)

Bu anlatı öykü türünde bir edebiyat metnidir ve bu metnin sosyal, kültürel antropolojik bir işlevi vardır: Tarihte yaşanmış bir olayın toplumsal bellekteki yansıması, bu belleği canlı tutmak, hatırlatmak, Anadolu’da Türk dışında bir millet olmaya, göç ve mübadeleye, göçün yarattığı travmaya, vatan kavramına dair bir meseleyi dile getirmek. Öykünün ikincil önemde sayılabilecek bir işlevi de bugün Yazlık adını taşıyan yöreye kültürel bir değer atfetmektir. İnsanın varoluşsal düzlemde kimlik sahibi olmaya duyduğu ihtiyaç gibi, bir yörede yaşayan bir toplumun da üzerinde yaşadıkları topraklar üzerinden toplumsal bir kimlik inşa etmeye duydukları ihtiyaçtır burada söz konusu olan. Bugün Yazlık köyünde “Livera”dan göç etmek zorunda bırakılmış Rum halkı yaşamıyor olsa da bugünün yerlilerinin yaşadıkları coğrafyaya kültürel bir değer atfetme ihtiyacının duyulduğu söylenebilir. Yazlık köyünü ziyarete gelenlere bu öykünün anlatılması ya da yöreyi tanıtan bir broşürde bu öykünün yer alması gibi “turistik” denebilecek bir motivasyondan dahi söz edilebilir. Sonuç olarak bu anlatının, kuramsal anlamda bildiğimiz, sözlü gelenek içinde oluşan efsaneye karşılık gelmediğini söylemeliyiz. Öyküde geçen muhtar ve rahip gerçekte yaşamış kişiler ve en önemlisi mübadele tarihsel bir gerçeklik olduğu hâlde bu anlatıyı mübadele gerçeğini toplumsal bellekte devam ettirmek üzere bugün yazılmış kurmaca bir metin olarak değerlendirmeliyiz. Bu öykünün mevzubahis işlevini yerine getirmek için de efsanenin olanaklarından yararlandığını söylemek gerekir. O halde burada sorulacak soru efsanenin temel işlevlerini hatırlayarak, bu öyküde nasıl fonksiyonlara karşılık geldiği olacaktır.

Bu noktada efsane ile ilgili bilimsel tanımlara ve efsanenin işlevini ifade eden açıklamalara başvurmaya ihtiyaç vardır. Prof. Dr. Şükrü Elçin efsaneleri, “insanoğlunun tarih sahnesinde göründüğü ilk devirlerden itibaren ayrı coğrafya, muhit veya kavimler arasında doğup gelişen, zamanla inanç, adet, anane ve merâsimlerin teşekküllerinde az çok rolü olan bir çeşit masallar vardır” (314) sözleriyle tanımlar ve sözlü gelenekte yaşayan bu anonim masalların efsane ya da mit olarak olarak adlandırıldığını (314) belirtir. Yusuf Bulut’un “Livera Geyikleri” adlı öyküsünde efsanenin “inanç” boyutundan büyük ölçüde yararlandığını görürüz. Anadolu folklor geleneğinde hali hazırda bulunan geyiklerin kutsal olduğuna ve onlar katledildiğine lanete yol açacaklarına dair inanç öyküde mübadeleyle gelen lanet bağlamında başlıca tema olduğu gibi, dişi geyiğin Meryem Ana ile özdeşleştirilmesi de başka bir inancı ortaya koyar. Öte yandan bu öykünün tarihte yaşanmış bir olayın bir halk ya da halklar üzerindeki (Rumlar ve Türkler olmak üzere) travmatik etkisinin toplumsal bellekteki uzantısını gösteren bir yapısının olduğu açıktır. Keza öykünün sonunda belirli bir coğrafyada yaşayan iki farklı halkın ortak coğrafyaları üzerinden maruz kaldıkları “aidiyet sorunsalı” söz konusudur ve bu aidiyet duygusunu sağlayacak olan yine inançtır:
Bu efsane kaleme alındığında, eski Liveralılar çoktan gitmiş yerlerine yenileri gelmişti. Olayın üzerinden 87 sene geçmiş. Geyiklerin Livera üzerindeki laneti halen devam ediyor.
Livera, ne gidene yar oldu ne de gelenlere…
Yine de efsaneye inat, hem gidenler hem de yeni gelenler büyük bir aşkla seviyor yaylalarını, dağlarını, ormanlarını, yazını, kışını ve baharını…
Hem eski gidenler hem de yeni gelenler, gurbet elde bir “Trabzon” sözcüğü duymaya görsün yanar da tutuşurlar. Hele de bir yerde karşılaşsalar, o anda memleketi oraya taşırlar…(Ek 1)

Pertev Naili Boratav’ın 100 Soruda Türk Halk Edebiyatı adlı kitabında “efsaneler halkın çaresizliklerini, umutlarını, özlemlerini, dünya görüşlerini bütün öteki halk edebiyatı türlerinden daha keskin belirtirler; çünkü inanış konusudurlar” deyişi (107) tam da geçmişte ve bugünde yaşayan Livera-Yazlık halkının yaşadıkları coğrafya üzerinden gelişen toplumsal travmalarını anlamlandırmanın, bir bakıma ehlileştirmenin bir yolu olarak “geyik efsanesine”  inanmak istemelerini açıklar.

Bu öyküde efsanenin temel işlevlerinden nasıl yararlanıldığına bir ölçüde değindikten sonra, yararlanılan “geyik efsanesi”nin Anadolu folklorundaki çeşitlemelerine ve bu öykü için bu motifin nasıl kullanıldığına bakalım. Zekeriya Karadavut ile Ünsal Yılmaz Yeşildal, “Anadolu-Türk Folklorunda Geyik” adlı makalelerinde geyik ile ilgili efsaneleri yedi türe ayırırlar. (103-111) “Livera Geyikleri” öyküsünde geyiğin kullanımının bu türlerden büyük çoğunluğuna denk geldiği görülmektedir. İlkel insanlara göre hayvanlarda olup insanlarda olmayan, yön bulma, güçlü sezgi, çeviklik, fiziksel güç onların hayvanlardan hem korkup hem de onları yüceltmelerine neden olmuştur. Hayvanları yüceltme onları tanrısallaştırma mertebesine ulaşmış ve türeyiş efsanelerine yol açmıştır. Nitekim Göktürklerin ve Uygurların kurttan türeyiş efsaneleri olduğu gibi geyikten türeyiş efsaneleri de mevcuttur. Cengiz Aytmatov’un Beyaz Gemi adlı romanına konu olan Kırgızların soy başlangıcına dair “Boynuzlu Maral Ana” efsanesinde de bu motif tekrarlanır. “Livera Geyikleri”ndeki İsa’nın 20. yüzyıldaki doğumunun kutlanışını seyreden dişi geyik, rahip Hrisantos tarafından Meryem Ana ile özdeşleştirilirken Hıristiyan âleminin annesi olduğu için türeyiş motifini doğrudan akla getirir.

Karadavut ile Yeşildal’ın sınıflandırılmasında geyiğin bir av hayvanı olarak folklorde nasıl işlendiği de aktarılır. Geyik av hayvanları içinde çok hızlı koşması, çok iyi yön bulması gibi çeşitli nedenlerle avlanması en zor ve zorluğu derecesiyle en değer gören hayvandır. Öte yandan da Karadavut ile Yeşildal’ın Bonnefoy’dan aktardığına göre, “Türk insanının düşüncesinde kutsal ve iyilik getiren bir hayvan olarak kabul edilen geyiğin avlanmasının
çoğu zaman uğursuzluk getireceğine inanılmaktadır. Çünkü geyik vahşi bir hayvandır. İlkel insanın zihninde evcil hayvanlar insanlar topluluğuna aitken, vahşi hayvanlar tanrılar topluluğuna aittir.” (105) “Livera Geyikleri”nde erkek olanın değil de Meryem Ana’yla özdeşleştirilerek tanrısal bir mertebeye sahip kabul edilen dişi geyiğin avlanması halkı yurdundan etmek gibi en büyük laneti getirdiği gibi, berekete de zeval getirerek köyde yoksulluğa, kıtlığa sebep olur. Kaldı ki halkına mübadeleye zorlandıklarını açıklayan muhtarın onlara “Bundan böyle ne siz Liveralısınız ne de ben Muhtarınız” deyişi, bir halkın türeyişinin kaynağı olan, bu öykünün özelinde Hıristiyan bir halkın annesinin katledilişinin getirdiği lanetle halkın soyunun tükenişine de işaret eder.

Geyikler, Karadavut ile Yeşildal’ın sınıflandırılmasında şekil değiştirme unsuru olarak da karşımıza çıkarlar. Gerek Şaman gerekse İslam kültüründe kutsal görülen kişiler geyik biçimine girerler. Budizm inancında da benzer bir motif tekrarlanır. Örneğin Buda ile ilgili anlatılardan birinde, “Dantipala adlı geyik avlamayı seven bir beyin, geyik şeklinde doğan Buda’yı öldürmesinin sonucunda cehennemin içinden çıkan alevlerin içinde kalarak ölmesi konu edilir.” (Ruben’den aktaran Karadavut, Yeşildal 108) “Livera Geyikleri” Anadolu-Türk folklorunda kullanılan bu temaya Şamanizm, İslamiyet, Budizm dinlerine ek olarak Hıristiyanlık üzerinden de bir boyut getirmektedir. Anadolu’ya ait efsanevi bir motif olarak geyik bu coğrafyada bulunan başka bir din pratiği içinde de karşımıza çıkmakta ve aynı coğrafyada yaşayan farklı etnik halkların kolektif bir efsane havuzundan yararlandığını/yararlanabileceğini göstermektedir.

Başta Yörükler olmak üzere Anadolu’nun çeşitli halkları geyiği bolluk ve bereket bağlamında uğurlu saymaktadır, geyik boynuzları evlerde nazar boncuğuna benzer biçimde uğur getireceğine inanılarak duvarlara asılır. “Livera Geyikleri”nde ölüsü bulunan geyiğin boynuzlarının özenle saklanması da köy halkının başlarına bir felaket geleceği korkusunu taşıdıklarının göstergesidir.  

Yazının başında Yusuf Bulut’un edebî anlatısının tarihte yaşanmış bir olayı günümüze yansıtmak ve bu olayın sonuçları üzerinden kolektif bir bilinç, bellek devamı yaratmak gibi bir niyetinin olduğunu söylemiştik. “Livera Geyikleri” mübadele konusundaki tarih bilincini vurgulamaya çalışırken Anadolu folklorunda mevcut olan geyik efsanelerinin çeşitlerinden olabildiğince kapsamlı bir şekilde yararlanmıştır. Karadavut ve Yeşildal’ın Anadolu folklorunda geyiğin kullanılışını yedi türe ayırdığını hatırlarsak, bu hikâyedeki geyik kutsallık, türeyiş, annelik-bereket, nadide bir av hayvanı, şekil değiştirme, boynuzlarının uğurlu nesne olarak kullanılması motifleri açısından yedi türe birden karşılık gelir. Sonuç olarak Pertev Naili Boratav’ın 100 Soruda Türk Halk Edebiyatı isimli kitabında sunduğu efsane türleri ayrımını düşünecek olursak “tarihlik efsane” (100) tanımına girebilecek günümüzde yaratılması ve yazıya dökülmesi nedeniyle ‘modern’ olan bu öykü, efsane geleneğinden yararlanarak geyik konulu efsanelere Hıristiyanlık ve mübadele meselesi üzerinden yeni bir tema katmaktadır.

KAYNAKÇA


Boratav, Prof. Dr. Pertev Naili, (2000). 100 Soruda Türk Halk Edebiyatı. İstanbul: Gerçek Yayınevi.

Elçin, Prof. Dr. Şükrü, (1993). Halk Edebiyatına Giriş. Ankara: AkçağYayınları.

Karadavut Zekeriya, Yeşildal Ünsal Yılmaz, (2007). “Anadolu-Türk Folklorunda Geyik”, Millî Folklor, (76).

Ek 1

Bulut, Yusuf. “Livera Geyikleri”. 30 Kasım 2011. http://www.yusufbulut.com/index.php/efs/11-livera Erişim tarihi: 6 Nisan 2013.






Ek 1
Livera Geyikleri Efsanesi

Efsane daha iyi anlaşılsın diye öncelikle, Livera’nın geçmişi hakkında kısa bir ön bilgi vermek isterim. O günlerde de Trabzon Maçka’sının yanı başında büyük ve kalabalık bir köy idi. Maçka ise onun kucağında oturan bir yavru gibiydi. O günün Liveralılarına sorarsanız Osmanlı ülkesinde “Osmanlılığın” şeref ve itibarı kendilerinden sorulurdu. “Neden?” diye soracak olursanız; Osmanlının ulu Padişahlarından biri olan Yavuz Sultan Selim Han hazretlerinin annesi, Gülbahar Hatun Hanım Sultan bir Livera kızıydı. Hanım Sultan olduktan sonra Trabzon ve çevresi halkına çok hizmetlerde bulundu. Halen de kabul görüyor ama o günlerde hem Müslüman hem de Hıristiyan ahali ona mistik bir saygı duyardı. Kurduğu “Gülbahar Hatun Vakfı” aracılığı ile Trabzon’a pek çok hizmetler sundu, geleni geçeni yedirdi doyurdu. Sağlığında bile halkın gözünde bir efsaneye, bir evliyaya dönüştü. Pek çoğunun fakında olmadığı bir şey daha vardı; Onun bir Livera kızı olması nedeniyle köyünün halkı emrinde ve hizmetindeydi. Livera yaylalarında üretilen yağ ve peynir Trabzon’a, vakfın mutfağına gönderiliyordu.
Hanım Sultan, her iki din’e mensup ahali tarafından dahi kendilerinden biri olarak kabul görüyordu. Hem kilise hem de Cami cemaatinin saygısına mazhar oldu.

Yüzyıllar boyunca, Hanım Sultanın Evliyalığı Trabzonlular için bir moral, ama özellikle eski Liveralılar için, gurur kaynağı olmaya devam etti.


1900 senesinin yılbaşısı Hıristiyan dünyasında olduğu kadar Livera’da da mümkün mertebe amacına uygun şekilde kutlandı. Ne de olsa yeni bir asrın başlangıcı ve İsa öğretisinin 20. yüzyıla ulaşması hafife alınacak bir iş değildi.

Gündüz kar yağmış ve Sumaa dağından aşağı sarkarak Sultan Murat suyu hizasına kadar her yeri beyazlatmıştı. Şimdi kar yağışı durdu artık, ama hafif bir soğuk rüzgâr kendisini hissettiriyor. Batıda yani güneşin battığı tarafta bulunan Karakaban iki aydan beri kar altındaydı. Onun beyazlığı dev bir fener gibi aydınlığını vadi boyunca yayıyordu.
Agios Georgios kilisesi o kadar kalabalık oldu ki, kubbesinden iğne atılsa yere düşmezdi. Asma katlar yan odalar dolup taştı. Dışarıda kalanlar bile oldu. Metropolit Hrisantos kilisenin önündeki makam evini açtı, kiliseye sığmayanlar oraya girdi. Gece geç saatlere kadar papazlar vaaz verdi. Vaaz aralarında ilahiler okundu. Yeni gelen yüzyılın Hıristiyanlık âlemine ve özellikle Osmanlı ülkesine, sonra da Liveraya bereket, zenginlik ve huzur getirmesi için dualar edildi.
Bir süreden beri, geceleri nerede yaşadıkları bilinmeyen iki geyik geliyordu köye. Köy içinde dolaşıyor sonra fındık bahçelerine giriyor otluyorlardı. Korkutacak bir hareket yapılmazsa insanlardan kaçmıyor sevilmelerine de izin veriyorlardı. İlginçtir özellikle ayinler sırasında kilisenin avlusuna girer çan kulesinin dibinde bekleyip dururlardı. O gece de öyle yaptılar. Geldiler, çan kulesinin altına sığındılar. Hem geviş getiriyor hem de sanki vaaz yahut ilahi dinliyorlardı. Bir ara boynuzlu olanı başını yukarı kaldırmış, Lagana tarafından esen rüzgârı kokluyordu. Boynuzsuz olanı başını erkeğinin boğazının altına doğru uzatmış öylece hiç kımıldamadan duruyordu. Birisi görse, kilisede yapılan ibadeti izliyor veya dinliyorlar sanabilirdi. Gece geç saatlere kadar çan kulesinin altında beklediler. Liveralılar içeride onlar dışarıda yeni yüzyılı karşılamak için ibadet etti.

Kilisenin dış kapısı açıldı, kandil ışıkları avluyu ve ardından çan kulesini aydınlattı. O anda geyikler ağır hareketlerle geriye döndü, yine o tembellikle selvi ağaçlarının arasından yürüyerek uzaklaşmaya başladı. Kapıdan çıkan iki delikanlı peşlerinden koştu ama onlar koşunca geyikler de hızlandı, yetişemeyeceklerini anlayınca durdular.

Kiliseden çıkan, sözü sohbeti dinlenen bazı adamlar evlerine giderken, geyiklerin kerametinden söz etti yol arkadaşlarına. Dinleyenler de; “bu işte bir hal bir keramet var” diyordu.  Ğorğor Şalvaridis küçük Livera mahallesinde otururdu. Üç ay önce muhtar seçilmişti. Henüz yeni muhtardı ve herkese nasip olmayan bu yeni asrın ilk gecesini köyün muhtarı olarak büyük kilisede karşılamak istedi. Oysa 24 yıl boyunca sürecek olan muhtarlığını ve halkının Liverada yaşayacağı zamanın son çeyrek yüzyılına girildiğini bilmesi düşünülemezdi elbet.
Gecenin yarısı çoktan geride kaldı. Bazı yerleri taş döşeli patika yollardan, herkes evine doğru yürüyordu. Şalvaridis ve arkadaşları iki mahalle arasındaki sırtı aşmış artık küçük Livera tarafına dönmüşlerdi. Bulutlar arasından arada bir kendisini gösteren ay, diğer yandan dağlardaki karın parlaklığı önlerini görmelerine yetiyordu. Mahallenin girişindeki çam ağaçları arasından akan ırmağın ala karanlık yolu boyunca yürüyorlar. Artık yol pek de seçilemez hale geldi, daha yavaş ve dikkatli yürümeleri gerekiyordu. Irmaktan akan suyun çağlama sesi olabildiğince çok çıkıyordu. Suyu geçtiler, ağaçlar arasından da çıktılar, Lazaridis’in evi göründü. Nereden geldiği belli olmayan bir silah sesi geceyi ikiye böldü sanki. Ses Verizena kayalıklarında yankılanarak Kudula vadisine doğru aktı gitti. “Durun!” dedi muhtar. Der demez o anda her yer zifiri karanlığa büründü. Birbirlerini göremediler. “Olacak iş değil” diye bir ses duyuldu karanlığın içinden, hepsi şaşkındı. “Silah sesinin nerden geldiğini anlayabildiniz mi?”  diye sordu birisi. Kimse cevap veremedi. Muhtar belinden silahı çıkardı, biraz bekledi. Sonra elini havaya kaldırdı, gecenin karanlığına doğru tetiği çekti. Onun sesi de karşı yamaçlarda yankılandı ve yankı kayarak vadi boyunca aktı gitti. Nefeslerini tutup bir cevap verilir mi diye nafile beklediler. “Gecenin bu saatinde karanlığa sıkılan kurşunların hayra alamet olmadığını düşünüyorum” dedi birisi. Herkesin içinde nedeni belirsiz bir endişe, bir kuşku olduğu halde evlerine doğru tekrar yürümeye başladılar.

Muhtar Şalvaroğlu Ğorğor elindeki tahta kürekle sabaha karşı bastıran karın avludaki birikintisini temizliyordu. Filikoğlu Astemi iki mahalleyi ayıran sırta geldi, oradan seslendi fakat duyuramadı. Bir parmağını ağzına soktu ve bir ıslık çaldı. Muhtar ıslığı duydu, o da aynen cevap verdi. Filikoğlu; “Metropolit hazretleri papazlarla beraber toplanmış seni de istiyor, hemen gelmelisin!” diye bağırdı. Söyleneni anladı Şalvaroğlu. “önemli bir şey olmalı” diye geçirdi içinden, elindeki küreği evin duvarına yasladı içeri girdi. Paltosunu giyerken karısı Desmina’ya durumu anlattı; “Önemli bir şey olmalı” dedi. Tekli tabancasını palaskasına taktı, barut kesesini de cebine koyup çıktı.
Sabaha karşı yağan kar yolda yürümeyi zorlaştırıyordu. O yüzden metropolitlik binasına ancak yarım saatte gidebileceğini hesap etti.

Küçük Livera geride kaldı, gökyüzü bulutlarla kaplı, Muhtar Verizena’ya doğru baktı, yağan karın köy değirmenine kadar inmiş olduğunu gördü. Şimdi de Büyük Agios Georgios kilisesi karşıdan göründü. İki katlı metropolitlik binası da hemen önünde ve biraz aşağısındaydı. Her iki yapı da kar kümelerinin altında beyaza bürünmüş bir gelin gibi görünüyordu. Yukarıdaki Lagana ormanı da kardan bir elbise giyinmiş genç kız misali köy içi yollarda yürüyenleri süzüyordu sanki.

Çizmeleri onu yeteri kadar koruyamadı, eriyen kar nedeniyle içleri su dolmuş, ayakları ıslanmıştı. Metropolitliğin yokuşuna varınca Turnaoğlu’na yetişti. O da çağrılmıştı, peş peşe yokuşu çıktılar.

Avluya girdiler, paçalarına sarılan kar dökülsün diye ayaklarını sertçe yere vurdular. Avlu temizlenmiş papazlar ve Metropolit çoktan yerlerini almıştı.
Alt kata girişin yanındaki merdivenlerden ikinci kata çıktılar. Metropolitin oda kapısı açık içerisi kalabalıktı. Açık kapıyı tıkladı, Metropolit gırtlaktan çıkan bir sesle “gir!” dedi. Heybetli bir adamdı ve sırtı pencereye dönük vaziyette ayakta duruyordu. Karşısında papazlar ve köyün ileri gelen adamları oturuyordu. Muhtar ve Turnaoğlu hazırda olanlara selam verdi.
“Yanıma gel şuraya otur, Şalvaroğlu” dedi Metropolit Hrisantos.
Herkes sessizce izliyordu. Uzun sakallı, kalın sesli koca adam;
“Sana büyük bir görev veriyorum Muhtar.”
Şalvaroğlu dikkatle Metropolit’e bakıyor heyecandan dizleri titriyordu.
“Sen yiğit bir delikanlısın, şanına yakışır bir iş veriyorum sana.”
Muhtar önce oturanlara baktı sonra da gözlerini konuşan adamın gözlerine dikti.
“Dün gece ayinimizi izlemeye gelen geyiklerden dişi olanını vurdular.”
Şalvaridis o anı hatırladı fakat silah sesinin nereden geldiğini anlayamamıştı.
“Bu cinayet bizim için, yani Liveralılar için kara bir leke olarak kalacak. O dişi geyik belki de Meryem anamızın yirminci yüzyıla girerken oluşan bu dünyadaki gölgesiydi. Öyle olmasa, yıllardan beri köy içinde bizden biri gibi gezebilir miydi? Kilisenin önüne gelip çan kulesinin altına sığınarak ayinlerimizi izler miydi? Normal bir hayvan için kilise ayinleri bir anlam ifade eder mi?”
Yaşlı adam konuşurken duygulandı, gözleri yaşardı. Geriye döndü, pencereden dışarı, aşağı mahalleye doğru baktı. Odadakilerin hepsi çok üzgün ve endişeli görünüyordu. Muhtar;
“Dün gece eve giderken bir silah sesi duydum. Ortalık bir anda kapkaranlık, göz gözü görmez oldu” dedi. “Sesin nereden geldiğini anlayamadım. Ben de havaya bir el ateş ettim, cevap veren olmadı.”
“Raşi yolunda, ormana girerken yabani armut ağaçlarının altında vurmuşlar” dedi genç bir papaz.
“Şimdi anlıyorum” dedi Muhtar. “Onu vuranı yakalamak ve ondan hesap sormak boynumun borcu olsun.”
Yavaşça yüzünü içerdekilere dönen Metropolit;
“Sana güveniyorum evlat, eğer katili bulamazsan başımıza gelecek felaketin boyutunu ne sen tahmin edebilirsin ne de ben.”

Aradan bir yıl geçtiği halde dişi geyiği vuran adam bulunamadı. Ne var ki erkeği, koca boynuzları ile köye eskisi gibi gelip ortalıkta dolaşıyordu. Arada bir kiliseye de gidiyor ama artık eskisi gibi çan kulesinin dibine yanaşıp ayinlerle ilgilenmiyordu. Bazen meleyerek köy içi yollarda koştuğu olurdu. İnsanlar onun için; “Eşini arıyor” şeklinde yorum yapardı. Arada bir ormana giderdi. Hava güneşli olduğunda döner, köy içi yollarda dolaşır, kiliseye de mutlaka uğrar ama çok durmaz geçip giderdi. Sonra da bir fındıklığa girer otlamaya başlardı. Kadınlardan ve çocuklardan kaçmazdı.

Aradan epey seneler geçti, boynuzları iyice dallanıp budaklandı, yaşı da oldukça ilerledi. Bir sonbahar günü ormana girdiğini gören oldu da çıktığını gören olmadı. Köylüler sonraki günlerde aylarca aradılar onu. Bazıları İsa’nın yanına uçtuğunu, bazıları da onu kurtların parçalamış olabileceği fikrini savunuyordu.
 1910’un yılbaşı yaklaştığı halde o sene kar yağmadı. Noel günüydü, köyden iki delikanlı “Ziya Kayalıkları”na doğru çıktı. Dönüşte bir erkek geyik kafası iskeleti buldular. Bunun, dillere destan o geyiğin kafa iskeleti olduğunu düşündüler. O boynuzları köy içinde tanımayan yoktu zaten. Ve delikanlılar boynuzları köye götürüp Metropolit’e teslim etti.

Metropolit bir gün sonra bir bildiri yayınladı. Artık, Liveralıların bir musibete duçar olacaklarını bunun için çok dikkat etmeleri gerektiğini, istedi.

Birkaç yıl sonra birinci dünya savaşı başladı ve geyik efsanesini oraya yordular. Bitmez tükenmez bir savaş gibi gözüküyordu ve gidenlerin hiçbiri geri dönmüyordu.
Savaş sonunda Osmanlı devleti yıkıldı. Memleket temelli sahipsiz kaldı. Dağ yolları asker kaçağı eşkıyalarla doluydu. Artık hiç kimse korkusundan yaylaya gidemiyor ve Trabzon’daki Gülbahar Hatun vakfına yiyecek bir şey gönderemiyordu. Bu kez geyik olayını oraya yorumladılar.

Zengin bir köy olan Livera yoksullaştıkça yoksullaşıyordu. Muhtar Şalvaroğlu ise artık altmışına yaklaşıyordu. Maçka Kaymakamı Sadullah Koloğlu bir gün onu makamına çağırdı. Öyle bir emir verdi ki yenilir yutulur şey değildi;  “Bütün köylüler bohçasının dışında taşıyamayacağı her şeyini burada bırakarak Yunanistan’a gidecek” dedi. Bu emir karşısında muhtar dondu kaldı, her tarafı uyuştu hiçbir şey hissedemiyordu. Olduğu yere bir boş çuval gibi yığıldı. Sadece, 23 sene önce, bir gece vakti ırmağı geçerken duyduğu silah sesi kafasının içinde yankılanıyordu. Sona da kendi silahından çıkan sesin Kudula ve Sümela vadileri boyunca yankılanarak ilerlediğini hissetti.
Kaymakam odacısını çağırdı, su getirmesini istedi. Muhtar kendisine gelince; “Bu söylediğiniz gerçekten doğru mu Kaymakam Bey?” diye sorabildi.
 Sene 1923, aylardan Şubat 24, günlerden Cumartesi ve Şalvaroğlu Ğorğor, bütün köylüleri ama çoluk çocuk herkesi, büyük kilisenin avlusuna topladı. Avluya sığmayanlar çevre yolları, metropolitlik avlusunu, hatta çevredeki fındık bahçelerini de doldurdu. Ortalık ana baba gününe dönmüş her kafadan bir ses çıkıyordu. Korku, kuşku ve endişe insanları çıldırtacak gibiydi. Aslında herkes ne söyleneceğini biliyordu ama her işin bir çıkar yolu vardı ve bu mesele de çözümlenebilirdi.
     Muhtar Şalvaridis, kilise avlusunun ortasında bulunan çan kulesinin ikinci katına çıktı. Herkes ona bakıyordu. Hava bulutlu güneş görünmüyor. Sumaa dağını saran dumanlar mezere eteklerine kadar yayılmıştı. Deniz tarafından akan beyaz bulutlar Mulaga tepelerini görünmez hale getirmiş, yağmur işareti yok ama sıkıcı durumu herkes algılayabiliyordu. Muhtar;
“Kardeşlerim, arkadaşlarım …” diyebildi. Sözler boğazına düğümlendi, konuşamadı sustu.
Yüzlerce insanın gözü kulağı üzerindeydi.
Neden sonra;
“Yıllardan buyana bizi üzen geyik olayının gerçek anlamı şimdi daha iyi anlaşıldı. Hepimiz iyiye yorum yaptık, başımıza gelebilecek bu felaketi hayal bile edemedik. Hakkımızda verilen kararı duymuş olmalısınız, hepimizi bütün köy halkını Yunanistan’a sürecekler.  Bizim için bu kararı veren bir bakıma idam fermanımızı uygulamaya koydu.
Bundan böyle ne siz Liveralısınız ne de ben Muhtarınız” dedi ve sustu.
Herkes ona bakıyor ama söylediklerinin doğru olmadığını düşünüyordu.
Son sözlerini de kısık ve boğazına düğümlenir şekilde söyledi;
“Artık hazırlanın… şunu da bilin ki taşıyabileceğinizden gayri hiçbir şey götürmenize izin verilmeyecek…”
Turnasoğlu Yorgo kalabalığın ortasına doğru yürüdü elini havaya kaldırarak bağırdı;
“Olmaz öyle şey, biz Osmanlıyız, Yavuz Sultan Selim’in akrabalarıyız” dedi.
Herkes şaşkındı, pek çoğu onu duymadı, doğrusu hiç kimse ne diyeceğini ne yapabileceğini de bilemiyordu.
Tarhanoğlu Lazaridis haykırdı;
“Böyle saçmalık mı olur? Ben ne bilirim Yunanı, Trabzon’dan dışarı çıkmış adam değilim. Kimse köyümden çıkaramaz beni.”
Onu da duyan olmadı sanki.
   Bayram oğlu Anastasios selvi ağaçları tarafındaki duvarın üzerine sıçrayıp iki elini havaya kaldırdı olanca gür sesiyle;
“Evimiz köyümüz ne olacak, insan insana böyle zulüm yapar mı?”
“Unutmayın ki Osmanlı olmanız, Yavuz Selimin akrabası olmanız yetmez, Müslüman değiliz! Başka dindeniz!” dedi yaşlı bir adam.
“Ama Allahımız aynı!” diye bağırdı kalabalık arasından genç bir delikanlı.
“Geyikleri hatırlayın, her suçun bir bedeli olmalı, katillerini yakalayamadık. Bu beceriksizliğin cezasını ödeyeceğiz. Kendimizi kandırmayalım, hakkımızda verilen kararı değiştiremeyiz, bir an önce hazırlığa başlayalım!”  Bu son sözü papaz evi tarafındaki duvarının üzerinde ayakta duran ve peştamalının ucunu sıkıca tutup çekiştiren bir genç kız haykırdı.
Ve Muhtar başını yukarıya kaldırıp kulede asılı olan çana baktı. Sonra da elini uzatıp ipini tuttu, hızla kendine doğru çekti. Çıkan ses yukarıda Ziya kayalıklarına, diğer taraftan Hortokop dağını aşarak Mulaga vadisine doğru son kez yayıldı. Ve sonra, titreyen bacakları ile muhtar ağır ağır kuleden inmeye başladı, bütün köylüler olup bitenler karşısında donup kalmış, dilleri tutulmuştu sanki…

Bu efsane kaleme alındığında, eski Liveralılar çoktan gitmiş yerlerine yenileri gelmişti. Olayın üzerinden 87 sene geçmiş. Geyiklerin Livera üzerindeki laneti halen devam ediyor.
Livera, ne gidene yar oldu ne de gelenlere…
Yine de efsaneye inat, hem gidenler hem de yeni gelenler büyük bir aşkla seviyor yaylalarını, dağlarını, ormanlarını, yazını, kışını ve baharını…
Hem eski gidenler hem de yeni gelenler, gurbet elde bir “Trabzon” sözcüğü duymaya görsün yanar da tutuşurlar. Hele de bir yerde karşılaşsalar, o anda memleketi oraya taşırlar…                

Bulut, Yusuf. “Livera Geyikleri”. 30 Kasım 2011, http://www.yusufbulut.com/index.php/efs/11-livera Erişim tarihi: 6 Nisan 2013.










İyi Kitap, Ekim 2013, Avrupa’nın ve Balkanlar’ın en genç, en ünlü orkestrası!



Yalvaç Ural’ın Tembeller Orkestrası – Sakızağacı Çocukları adını verdiği otobiyografik kitabı, gençliği Kabataş Erkek Lisesi ve Sakızağacı civarında geçen bir grup “tembel teneke”nin bol müzikli, gayet samimi ve tabii ki ince bir mizahla örülü öyküsünü anlatıyor.
Küçük okurların “Yalvaç Abi”sinin; sadece küçük okurların değil, bizlerin de gözbebeği olan Yalvaç Ural’ın bir zamanlar bir rock grubunda müzisyen olduğunu biliyor muydunuz? Hem de “Avrupa’nın ve Balkanlar’ın en genç, en ünlü orkestrası” diye takdim edilen bir grupta elektrogitarını konuşturmuş kendisi. Yalvaç Abi, nedense o zamanlar grupları bu şekilde anons etmenin çok moda olduğunu söyleyerek, içlerinde bir tanesi dışında hiçbirinin Edirne’den öteye gitmediğini belirterek samimiyeti ve ince mizahıyla gülümsetiyor. Tembeller Orkestrası - Sakızağacı Çocukları adını verdiği bu otobiyografik kitabın tamamı, tahmin edeceğiniz üzere aynı samimiyet ve mizah duygusuyla örülü.
Yalvaç Abi, döneminin en meşhur okullarından birinde, zaman içinde çok şöhret çıkaran Kabataş Erkek Lisesi’nde okurken, arada sırada çift dikiş giden, her yıl birden çok dersten “ikmale” (Eskiden bütünlemelere böyle denirdi,) kalan tembel mi tembel bir öğrenciymiş. Yeni taşındıkları apartmanda edindiği arkadaşı Ateş ve sınıf arkadaşları Fikret ile Cahit’in de etkisiyle (Bilin bakalım bu iki meşhur kim?) müziğe merak sarmış. Kendisine biraz da beyhude çabalarla mandolin öğretmeye çalışan Şevki Bey’i zamanında usandırdığı halde, gitar çalmayı aklına ve kalbine öyle bir koymuş ki, zar zor ikinci sınıfa geçtiği zaman babası onu ödüllendirmek için maddi durumları sınırlı olduğu halde ne yapıp edip ona ilk gitarını alarak destek olmuş. Yalvaç Abi’nin tabiriyle babası oğlunun “bir baltaya sap olması” için bu müzik aşkını maddi manevi desteklemeye devam etmiş. 
KAHKAHA GARANTİ
Prova yapmak için kullandıkları aile evlerinden çıkardıkları gürültü nedeniyle sırayla kovulmaları, grup elemanları arasındaki tatlı didişmeler, başörtülü teyzelere, oyun havası duymak isteyen amcalara ille de rock diye tutturmaları, ilk konserlerinde uğradıkları hezimet ama hiçbir şekilde pes etmeyip gruplarını yaşatmaya çalışmaları, bizi hem kahkahaya boğuyor hem de gençlik zamanlarına özgü, naif tutkuların peşinden ısrarla gidişin tatlı zarafeti hayranlık uyandırıyor.  Naif tutku dedik ama Yalvaç Abi’nin grubunun yolu ileride çok başarılı bir müzisyen olan Bora Ayanoğlu’yla kesiştiği gibi, bir dönem sinema gösterimleri öncesinde Türk sinemasının en büyük komedyenlerinden Öztürk Serengil’le birlikte program bile yapıyorlar. Beraber “Abidik Gubidik Twist” gibi hit parçalar kaydediyor, onları izleyen seyircileri kahkahadan kırıp geçiriyor, artık “bir baltaya sap olup” ailelerine maddi destekte bile bulunuyorlar.  Ama bazı güzel şeyler sona erer; grubun dağılmasının ve müziğe devam etmemelerinin nedenini en güzel Yalvaç Abi’nin kendisi dile getiriyor: “Yıllar birbirini izledi. Hepimiz bir köşeye dağıldık. Kimimiz yurtdışına gitti, kimimiz okulunu bıraktı, kimimiz babasıyla çalıştı. Ama müzik âşığı ‘tembel tenekeler’ birbirini hiç unutmadı.”

Haslet Soyöz’ün son derece eğlenceli çizimleriyle renk kazanan Tembeller Orkestrası’nı okurken kalabalık kadrolu, bol kahkaha garantili bir Ertem Eğilmez filmi izler gibi oluyorsunuz. Her biri birbirinden şenlikli grup elemanlarının, Yalvaç Abi’nin gençlik hâli gözümüzün önünde canlanıyor, keşke bir de Beatles’tan “And I Love Her”, Rolling Stones’tan “I Can’t Get No Satisfaction” çalışlarını duyma şansımız olsaydı demeden edemiyorsunuz. Ama bu güzel anıları okuma şansımız da hiç olmayabilirdi. O yüzden ne mutlu ki kanına giren müzik tutkusunun peşinden gitmiş ve gün gelmiş bizimle bunları en tatlı diliyle paylaşmış Yalvaç Abi.
Tembeller Orkestrası-Sakızağacı Çocukları
Yalvaç Ural
Resimleyen: Haslet Soyöz
Yapı Kredi Yayınları, 120 sayfa