Bora Abdo'nun hayal gücünün genişliği dilindeki kıvraklıkla kendini gösteriyor, dilindeki yaratıcılık okuma keyfi veriyor.
"Güzel bir kadının ölümü dünyadaki en edebi konudur," der Edgar Allan Poe. Nitekim öyküleri mahzenlerdeki tabutlara kapatılarak sonsuzluk uykusunu uyuyan, bazen en porselen güzellikleriyle dirilen ya da diri diri gömülen kadınlarla doludur. Edebiyatın karanlığa iltimas geçen tarafında Poe'nun baş tacı ettiği bu konu bizzat onun tarafından en yetkin ve büyüleyici haliyle işlenmiştir. Hamlet'in kendini bir demet çiçekle nehire atarak intihar eden Ophelia'sı, yıllar içinde nasıl estetik bir nesneye dönüştüyse (bkz. John Everett Millais'in 1851-1852 tarihli Ophelia tablosu) Poe'nun ölü kadınlarının yarattığı imgelemler de edebiyatın görsel belleğinde eşsiz bir yer edinmişlerdir. Korkulara kaynaklık eden, rahatsız edici ve yadırgatıcı olan unsurlar bulup çıkaran, ölü güzellerin yanı sıra yaşayan "çirkinleri" ön plana alan bir edebiyat alanından bahsediyoruz. Poe'nun ölü kadın imgesiyle başlattığı bu alanda dilsel beceri ve kurgu gibi edebi meselelere gelmeden önce görselliğin öne çıkması haliyle anlaşılır oluyor. Bir hikayeyi unutuyorsunuz ama tıpkı Poe'nun güzel ölü kadını gibi, o hikayede bir cüce varsa aklınızdan çıkmıyor, hilkat garibesi bir yaratık varsa görsel hafızanıza yerleşip kalıyor.
John Everett Millais
Bu girizgahın nedeni 1990'lı yıllarda çeşitli dergilerde yazdığı öyküler ve 2012'te yazdığı Öteki Kışın Kitabı adlı öykü kitabıyla tanıdığımız Bora Abdo'nun Bizi Çağanoz Diye Biri Öldürdü adlı yeni öykü kitabında karşımıza çıkan "tekinsiz görsel temaşa"ya değinmek. İsterseniz Doğan Kitap tarafından yayımlanan kitabın arka kapaktaki tanıtım yazısına bir göz atalım:
"Varoluşlarından sıyrılmış sağır papağanlar, denizkızları, çeyiz sandıklı travestiler, kuklalar, kötü rüyalar gören ayı oynatıcıları, çarmıha gerilmiş karakalem kediler, hayvan ölülerinden ilaç yapan kardeş katili, ensest yaşlı kız kardeşler, çiğdeci kuşlarının âşık olduğu on iki yaşındaki kambur korkuluk kız, keskin bir çürüme sürecindeki devinimleriyle çıkıyorlar okurun karşısına."
Kitabı okumadan önce bu karakterler ve yaratacakları muhtemel imgelemlerle ilgili edindiğimiz bilgi, para verip sıraya girerek sirk çadırında gerçek bir denizkızı görecekmişiz gibi bir heyecan yaşatıyor. Ne var ki biz edebiyat okurları sadece görsellikle kandırılabiliyor olsaydık; kelimelerle, o görselliğin barındırdığı hikayelerle uğraşmazdık. Abdo'nun kişileştirdiği Ece adlı papağan karakteri, Heybeliada açıklarında zuhur edip kaderi tecavüze uğramak olan denizkızı, kuşların aşık olduğu tabuttan çıkan on iki yaşındaki kambur korkuluk kız ya da ensest yaşayıp birbirlerini öldüren 70'lik kadınlar, çıkış düşüncesi olarak ilginçlik bağlamında oldukça iddialı olmakla birlikte maalesef muhtemel hikayeleri ve edebi etkileri onları tanıtan ifadelerin ötesine geçemiyor. Fotoğrafçılık kariyeri boyunca tekinsiz görünümleriyle etrafa tedirginlik salan ucubeleri, sınır dışı olanları çeken Diane Arbus fotoğraflarını düşünün; kelimelere gerek kalmadan hikayelerini sunarlar. Abdo'nun karakterleri ise kelimelere rağmen hikayesizleşiyor, sadece görüntü haline geliyorlar.
Sıradışı olma iddiası
Bunun birkaç nedeni olduğu kanısındayım. Abdo kendine son derece sıradışı karakterler seçerken sıradışı olma iddiasını diline ve kurgusuna da yansıtarak "anlatmama kaygısı" taşıyor gibi görünüyor. Elbette edebiyat, kabaca söylersek "dilin derde deva olamayacağı" yolundaki postmodern görüşlerle "anlatmama kaygısını" da kendine misyon edinebilir. Nitekim kitap metinlerarası dokunuşlar, karakterlerin ara sıra bir öykü okuduğumuzu yüzümüze vurmaları gibi özelliklerle postmodern anlatının demirbaş oyunlarına başvuruyor. "Postmodern-fabl" kahramanı papağan Ece, karşısındaki karakteri "Öykümüzü bozma," diyerek azarlayabiliyor. Bir roman kahramanı olduğunu ve romanın sonunda öleceğini öğrenen bir adamın kendisini "yazan" yazarın peşine düşüşünü anlatan 2006 yapımı Marc Forster imzalı Stranger Than Fiction / Lütfen Beni Öldürme filmini anımsatacak şekilde öykünün birinde yazar Abdo kendini öyküye dahil ediyor. Başka bir karaktere kendisi için "abuk sabuk öyküler yazan yazar" dedirterek kendisine sarkastik bir mütevazılıkla yaklaşıyor ve karakter yazarın oğlundan kendisini öldürmemesini rica ediyor. Kitaba adını veren Çağanoz adlı karakterin kitaptan fırlayıp yazarı öldürme tehlikesi de var tabii...
Gerçeküstücü eğilimlerle bir araya gelmesi imkansız, rahatsız edici imgeleri özellikle bir araya getiriyor; özellikle cinayet, ensest, denizkızına tecavüz örneğinde olduğu gibi kötücül ve "sapkınca" denebilecek olan imgelerin, sahnelerin sınırlarını zorluyor Abdo. Dehşet salan bir köpekbalığı birden bir tekir kediye dönüşüveriyor ve bir kabus sahnesi canlanıyor gözünüzde. Anlaşılacağı üzere, sıradışı olma, sarsıcı bir etki yaratma kaygısı var karşımızda. Ama karanlıktan büyülenenler için de estetik bir doyum mümkün olmuyor çünkü bu kabus sahneleri, deneysel olma adına parçalanan olay örgülerinde sadece görsel bir rahatsızlık seyirliği yaratmaktan öteye gidemiyor. Karakterler aynadaki ikizlerini seyredip kendilerinden korkma ile kendilerini öldürme içgüdüleri arasında tekinsiz yüzleşmeler yaşayarak postmodern romanların artık "beylik" diyebileceğimiz psikolojik gerçeklik yaratma hamleleriyle karşımıza çıkıyorlar. Kitaba adını veren ve kitabın yazarını öldürme ihtimali gündeme gelen Çağanoz karakteri, bilinçli bir anlamsızlığın bekleyiş nesnesi olan Samuel Beckett'inGodot'su gibi kim olduğunu öğrenemediğimiz, hikayesini çözemediğimiz bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Ne var ki bu başlıca karakter yazarın özneleri belirsizleştirdiği, zamanı böldüğü, olay akışına itiraz ettiği, epigraflar, anlatı içinde anlatı hamleleriyle postmodern bir arapsaçına çevirdiği kurgusu içinde, düzenli olarak görülen kabuslarda tekrar tekrar karşılaşılan anlamsız bir korku figürü olarak kalıyor. Kim olduğunu, hikaye(ler)de neye hizmet ettiğini, onun hangi özelliğine bakmamız gerektiğini anlayamıyoruz.
Bununla birlikte Abdo'nun dilinin çok zengin olduğunu belirtmek gerekiyor. Hayal gücünün genişliği dilindeki kıvraklıkla kendini gösteriyor, dilindeki yaratıcılık okuma keyfi veriyor. Keşke zihnindeki kurgulardaki yaratıcılığı yazıya dökerken biraz dizginlese, rafine etse, bize sunmak istediği "sıradışı ve tekinsiz" dünyayı bu kadar içine dönük ve kalabalık bir alana hapsetmese, diyorsunuz çünkü geriye bir hikaye kalmıyor.