21 Kasım 2011 Pazartesi

Akşam pazarı mahsülleri


Peyami’nin rüyası & Halide Edib ve idealizasyon


Milli Mücadele dönemi edebiyatının ideolojik damarına kuvvetli bir şekilde basan bir romandır Halide Edib’in Ateşten Gömlek’i. Yazarının kurtuluş hareketinin içinde bizzat yer alması ve romanın bir nevi ateşin tam ortasından doğması yaşanan acı gerçekliği okuyucu zihinlere kazıma işlevinin layıkıyla yerine getirilmesini sağlar. ‘Yaşanan acı gerçekliği gösterme’ toplumsal düzeyde bilinci uyandırmayı ve harekete geçirmeyi kendine görev edinir ve bunu yaparken gerçekleri oldukları yerde bırakıp ters orantılı bir biçimde mutlak idealizasyondan feyz alır. Feyz almakla kalmaz, inşaasını ve okuyucuya iletmek istediklerini tamamiyle idealizasyon üzerine kurar. Ateşten Gömlek romanı temelde üç öğe üzerinden idealizasyonu gerçekleştirir: Ülke, kadın ve ülke ile kadının benzeşmesinden hatta bütünleşmesinden doğan ulvi arzu nesnesi romandaki bu üç temel öğedir.

İdealize edilmesi amaçlanan ülkenin doğasından dikkat çekici bir şekilde pek bahsedilmez romanda. Tasvirlerde ağırlık ülke toprağının üzerinde mücadele halinde olan kişilerin iyilikleri ve kötülükleri, buna bağlı olarak dışarıya yansıyan fiziksel güzellikleri ve çirkinlikleri üzerinedir. Belki de idealize edilmesi amaçlanan doğanın somut, fiziki özelliklerine bilhassa değinmemek onun soyut ve yüce bir varlık haline gelmesine yardımcı olması açısından manidardır. Bir yanda kurtarılması gereken, tarihi barındıran İstanbul; öte yanda çorak, bilinmez ama mesken tutmak, hayat vermek için yepyeni olan bir Anadolu vardır ülke içinde. Sultanahmet mitingi anlatılırken değinilenlere bakacak olursak İstanbul ve İzmir’in Anadolu’nun gülen, bereketli yüzü olduğunu görürüz:

Ah, beyaz ve güzel memleketim! [Bu] meydanda bir çok imparatorlar ve imparatoriçeler en mutantan alaylar, yarışlar, resmigeçitlerle geçtiler. Fakat bu beyaz ve ezeli meydanı bütün bir milletin göz yaşıyla hiçbir mutantan alay, hiçbir Bizans ve Osmanlı ihtişamı takdis etmedi. Yeni Türkiye’yi doğuran esrarlı ve ilahi ruh mu bu merasimi bu millete öğretti? Yoksa İzmir’in zümrüt yamaçları, altın meyveleri, bal akan bağları üzerinden geçen kan ve ıstırap kasırgası mı burada tekerrür ediyor? [1]

İzmir’in zümrüt ağaçlarına karşılık, Anadolu’nun bilinmeyen, derinlikli söğüt ağaçları vardır. Mütemadiyen ağaçların derinliklerinden bir ses gelir, ya da bir roman kişisi ağaçlıkların içinden çıkıp gelir. Derin sular, çalı yığınları, söğütlerin toplandığı bataklık ve sazlar kaplar Anadolu’yu. Adapazarı’nın batak çayırları, oraya buraya serpiştirilmiş münasebetsiz söğütleri vardır. Yolları tozlu ve uzundur. Anadolu ile ilgili yapılan nadir doğa tasvirlerinden birine bakacak olursak adeta korku uyandıran yabancı bir diyar olarak algılandığını görürüz:

Yerler buz, dağlar renksiz, umumi bir sarı renk ahengi ötede beride bir avuç su birikintisi etrafındaki ağaçlıklar kırçıl, cılız. [...] Cehennem gibi sıcak var. Ateşten bir rüzgar bu kırçıl, sarı tabiatın üstünden tozları önümüze katmış götürüyor. Gök açık bir mavi. Yerler hiç tükenmiyor, saatler geçiyor, biz hala sonunda dağlar yükselen bir nevi düzlük içinde çalkana çalkana gidiyoruz. Ne ıssız ve insansız, yeknesak, ebedi bir arz. Ne rengi, ne hayatı, ne tenevvülü var. [2]

Bu korku veren yabancı diyara hayat vermek içinde bulunan mücadelenin başlıca amacıdır zaten. Üzerinde çalışılması gereken alan ne kadar zorlu ve umutsuzluk verici özelliklere sahip olursa idealizasyon da o kadar etkili olur: Sonrasında bu ucube topraklardan bu millet bir cennet yaratacaktır. İdealizasyon görevinin birinci aşaması başarıyla tamamlanmıştır.

İkinci aşama, vahşi doğadan ve vahşi insanlardan bir cennet yaratacak olan milleti oluşturanların idealize edilmesi mevzusudur. İnci Enginün, Halide Edib’in ülkeyi ‘şarkın hür ve terakkiperver bir Amerikası’ olarak görme eğiliminde olduğunu söyler.[3] Bu konuda haksız sayılmaz; zira Anadolu’dan cennet yaratacak olan kişilerin mükemmelliği ve beyazlığının yanında Anadolu yerlileri kaba, hayvansal içgüdüleri baskın, cahil, karanlık kişilerdir romanda ve bu durum ister istemez Amerika’yı istila eden beyazların ve Amerikan yerlilerinin akıbetini akla getirir. İki uç noktanın bir tarafında İzmirli, kültürlü, modern, cesur erdemli Ayşe yer alırken diğer uçta mantık dışılığı kural tanımayan, cinsel dürtüleri doğrultusunda mükemmel erkeğin mütemadiyen ayaklarına kapanan, cahil Kezban bulunur. Aynı şekilde tipik İstanbullu, iyi ailede yetişmiş kumandan İhsan karşısında yanlışları yüzünden –kaba saba davranışlarıyla anlatıcı sesin hoşlanmadığı bir portre çizmesi, Kezban’a beslediği şehvet duyguları, İhsan’ın ölmesini istemesi, isyankar tavırları, çetelere katılışı...- hem tarihsel gerçekler hem de edebi adalet gereği sonunda asılarak cezalandırılacak ta olan Mehmet Çavuş yer alır. İdealizasyon gereği Mehmet Çavuş fiziksel olarak ta bir çirkinlik sembolüdür:

Sigaralarımızı yakmak için tekrar çakmağı çakarken yüzünü hakikaten korkunç buldum. Kocaman bıyıklarının altında dudaklarının çok çirkin kıvrılışı vardı. [4]

İnsan üstü ideallikteki kişinin etrafındaki sıradan olanlar ve olumsuz örneklerle bir arada verilmesi idealizasyon işlemini daha etkili hale getirir. Ayşe’nin anaç şefkati kendisinden hiç haz etmeyen Kezban’a karşı dahi etkilidir. Berna Moran’ın tabiriyle “ulusal dava peşinde erdemlerini kanıtlayan” kadın modeli Ayşe, çocuk Kezban’ın mantıksızlığı karşısında kendisinden nefret edeni bile koruyan ve kollayan bir anne ve erdem timsalidir gerçekten de.[5]

Ayşe’nin annelik rolü romandaki bütün kişilerin –İhsan’ın, anlatıcı ses Peyami’nin, Cemal’in...- hatta yaraları saran bir hemşire olarak milletin tamamının karşısında gerçekleşir. Fedakar anne ve kızkardeş rolünün yanı sıra Ayşe, cinsel bir nesne olarak da mükemmelliğiyle sunulur ve gene romanın başlıca kişilerinin kollektif arzu nesnesidir. Esmer tenli Kezban’a karşılık bembeyazdır Ayşe. Saflık ve asalet her zaman beyazdadır. Anlatıcının Ayşe’yi ilk görüş anına bakacak olursak:

Sonra uzattığı büyük uzunca bir beyaz eli sıktım. Yüzünü kaldırdı. Sükun içinde aramızda yürüdü. Koyulaşmış yeşil, esmer gözleri etrafındaki siyah kirpikleri yaslı İzmir’in zeytinliklerini örten yas örtüsü gibiydi. Mustarip derin yüzünde ne yaş ne de telaş vardı. Öyle karanlık ve derin bir şeydi ki...Yanından ince kaşları altında o siyah kirpik çerçevesine ve biraz uzunca burnuna bakıyordum. [...] Oscar Wilde’ın dediği gibi “Fil dişi saplı bir bıçakla açılmış kızıl nar gibi dudaklarını” gördüm. Büyük, biçimli, kırmızı dudaklarının ve arasındaki sedef sağlam beyaz dişlerinin nihayetsiz bir kudreti, zenginliği vardı. [6]

Farklı roman kişilerinin arzu nesnesi olan Ayşe, tam da bu özelliği nedeniyle aynı zamanda ulaşılması zor olandır. Kendisinden bir kere evlilik sözü alan İhsan’ın içi buna rağmen Ayşe’nin masif erdem duvarı karşısında roman boyunca rahat edemeyecektir. Dokunulduğu zaman mükemmelliği bozulacak olan bir ulviyettir Ayşe. Nitekim, yazar çareyi onu öldürmekte bulur, böylelikle ulviyeti de katman katman çoğalır. İdealizasyon görevinin üçüncü aşaması, zorlukları, ulaşılmazlıkları ve mükemmellikleri bağlamında ortak olan ülke ve Ayşe’yi vurgulamaktır. Ayşe hem bir anne ve kızkardeş gibi şefkatlidir, hem de şehvet uyandıran fiziksel özelliklere sahiptir. Anadolu, bir yanda zümrüt ağaçlardan oluşan yeşil batısıyla anaçtır, kucak açar; bir yanda çorak, vahşi doğusuyla korku ve hayranlık yaratarak cezbeder. Ayşe, iyi eğitim / Batılı anlamda eğitim almıştır, moderndir ama aynı zamanda yerel değerlere de sahip çıkar. Anadolu da İzmir’den doğuya dek Ayşe’deki bu ikililiği barındırır bünyesinde. Bu iki ayrı arzu nesnesi yer yer bütünleşerek birbirlerinin mevcudiyetine aralıksız katkıda bulunurlar. Birbirleri için yaratılmışlardır. Roman sonunda başlı başına Peyami’nin rüyası olduğu anlaşılan bu bütünlük, yazarın idealizasyon emelinin başlıca hatta tek unsurudur. Zira roman bu idealizasyon motivasyonu uğruna sanatsal özellikten mahrum kalır. Öyle ki en basit dilbilgisi kuralları bile yer yer görmemezlikten gelinir. Yazarın metinde kendisini fazlasıyla ele verişinin oldukça rahatsızlık verdiği durumlara iyi bir örnektir Ateşten Gömlek. ‘ Kendini fazlasıyla ele vermek’ten kasıt, yazının başlıca konusunu oluşturan idealizasyonun romanın tek özelliği olması durumudur. Tanpınar, bir davaya sahip olmanın çok kolay ancak bunu sanata sokmanın zor olduğunu söyler ve romanın durumunu bu yazının itham ettiğine uygun bir şekilde kısaca özetlemiş olur.[7]

Kaynakça

Adıvar, Halide Edib. Ateşten Gömlek. İstanbul: Özgür, 1997.

Enginün, İnci. Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları. İstanbul: Dergah, 2004.

Moran, Berna. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1. İstanbul: İletişim, 2004.

Tanpınar, Ahmet Hamdi. Edebiyat Dersleri. İstanbul: İletişim, 2003.


[1] Adıvar, Halide Edib. Ateşten Gömlek, s. 30.

[2] A.g.y. s. 94.

[3] Enginün, İnci. Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, s. 82.

[4] Adıvar, Halide Edib. Ateşten Gömlek. s. 113.

[5] Moran, Berna. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1. s. 156.

[6] Adıvar, Halide Edib. Ateşten Gömlek. ss. 24-25.

[7] Tanpınar, Ahmet Hamdi. Edebiyat Dersleri. s. 258.

16 Kasım 2011 Çarşamba

İlk çocuk kitabı çevirim yayımlandı:)


Kontrol-Z

Arka Kapak


Hangimiz, işler yolunda gitmediğinde yardıma ihtiyaç duymayız ki?

Alex, aile dostları John Amca'sından Noel hediyesi olarak bir çift tavşan kapanı ve Kendi Patlamanı Kendin Yarat setleri gibi sıra dışı hediyeler almaya alışıktı. Ancak bu yılki hediye, gerçekten bambaşkaydı. John Amca, Alex'e, Kontrol-Z tuşlarına basınca zamanı geriye alan bir dizüstü bilgisayar hediye etti! Tabii ki Alex ve en yakın arkadaşı Callum, bu harika hediyeden faydalanacaklardı!
Bir düşünün: Zamanı geriye alabilseniz, neler neler yapardınız!
Ama sonra, işler çığırından çıktı ve…

Kontrol-Z, teknolojik gelişmelerin gündelik yaşamda yaratabileceği değişiklikleri, hata yapmanın ve doğruları seçebilmenin önemini, hayal gücünün olanaklarını düşündüren, şaşırtıcı ve eğlenceli bir roman.

"Hata yapmanın ama dönüp aynı hatayı bir daha yapmamanın insana neler kazandırabileceğini görmek isteyen herkes, bu kitabı okumalı. Hayal gücünün teknoloji ile bütünleşmesi, ancak bu kadar doğal ve samimi olabilir."
Pınar Baysal - Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

Yazar:Andrew Norriss
Çevirmen:Nilay Kaya

Sayfa Sayısı: 160
Dili: Türkçe
Yayınevi: Kelime Yayınları

12 Kasım 2011 Cumartesi


Tanrı naifliği korusun! Kumru ile Kumru’da naiflik kılığına girmiş elitizmin ‘devinim’i üzerine

Ömer Türkeş, Tahsin Yücel’in Kumru ile Kumru adlı romanı için şöyle bir değerlendirmede bulunuyor: “Abartılı heyecanı ve tutkusu tipik Tahsin Yücel ironisi ile bu durumu karikatürleştirip yaşantımızın parodisini üretiyor.” [1] Hikaye aynıdır: günlük yaşantıda başlar kuma gömülü olduğu için görülemeyen tüketim çılgınlığı ve yarattığı tahribat, alışılageldiği gibi bir yazar tarafından “dışarıdan” bakılıp gözlemlenerek ironik bir dille başları kuma gömülü olanlara sunulur. Türkeş’in roman için yaptığı saptamalardan “abartı” kelimesinin altını çizmekte fayda var. Zira burada söz konusu olan yabancılaştırma etkisi yaratma amacı güden grotesk bir edebi tercih değildir. Yücel, başlıca konusunu her gün yaşanan ama hiç farkında olunmayan bir durum olarak ele alır; ancak tüketim çağının içinde yaşıyor olmak, hiç de yazarın zannettiği gibi “kuma gömülü baş” bilinçsizliğinde yaşanan bir durum değildir, her yerdedir, gözler önündedir, sürekli tartışılmaktadır. Bu durumda yazarın mevcut soruna bakışı, edebi tercih olarak groteski yanına almakla değil duruma düpedüz “dışarıdan” bakıyor olmakla açıklanabilir ki; bu “dışarıdan” bakış, yazarı mevcut toplum dinamiklerinin içinden bihaber olmadan dışarıya baktığı ve durumu bu kadar basitleştirdiği için olsa olsa “elitist”, neredeyse “oryantalist” bir bakıştır.

Yücel’in romanda “tutku”dan yardım alarak, Kumru’nun eşyaya karşı geliştirdiği fetişizmle yaratmaya çalıştığı ironi, kuru bir naiflik etkisi yaratır. Türk edebiyatı, daha önceleri de mevcut toplumsal dinamikleri zamansızlaştırarark, köye ait gibi duran masalsı söylemi şehre taşıyarak, bütün bunları bir çocuğun gözünden ve dilinden anlatarak “naiflik”le uğraşmıştır. Ne var ki, bu yetkin örneklerden sonra günümüze gelindiğinde küçük, çocuksu kadın kimliğinden yardım alarak hala bu ‘naif’ söylemle şehrin masalını anlatmaya çalışmak, üstelik bunu yaparken işaret parmağını gözümüze gözümüze sokmak, “naiflik” duygusuna kaba bir anlam kazandırmaya başlayacaktır. Kumru’nun eşya fetişizminin oluşumunu açıklamak için buzdolabı ile kurduğu ilişki, onu alma çabası, alışı, onunla yaşayışı uzun uzun ve bir yerden sonra amacından saparak anlatılır. Keza, ardından Kumru’nun hayatına giren her nesne aynı ‘özen’den payını alır ve bu nesne fetişizmini canlandırma faaliyeti bir yerden sonra mekanik bir tekrara, monotonluğa dönüşür. Kumru’nun ilk süpermarket deneyiminin anlatıldığı kısımlarda tüketime yönelik eleştiri iyiden iyiye kendini kaba ironiye teslim eder. Kumru’nun nesne ve tüketim denen canavarın temsili olan pazarla (süpermarket) kurduğu ilk ilişkinin üzerinde durulması gerekli olabilir; ne var ki bu bölümlerin sürekli uzatılışı ve “leitmotif” olmaktan çıkıp romanın bizzat kendisini oluşturması, onu didaktizmin haşmetli ellerine teslim eder. Evet, bu romanda hayatın gerçekten içinde olmayan ve olmamakla beraber “şu 80 gençliği de iyice apolitik oldu canım, nerede bizim 68?” gibisinden söylemleri sakız haline getirip sürekli çiğneyen gözü kapalı ama dediğinde inatçı bir sakallı dede sesi vardır. Romanın ciddi bir kısmında bakış açısı o “kutsal naifliği” yaratmak amacıyla Kumru’ya yönelirken, çok keskin geçişlerle bir tanrısal anlatıcı devreye girip Kumru’nun trajedisini ‘açıklamak’ için aydın Tuna Hanım’ın zihnini aktarmaya ihtiyaç duyar. Saf Kumru içinde bulunduğu durumu anlayamadığı gibi, okuyucunun da anlayamadığı farz edilir. Toplumun “görünen” kısmına şöyle bir bakış atıp, tabiri caizse ahkam kesmektir bu durum. Bir ‘naif’ kapıcı kadının trajik hikayesi “oluntu”, “devinim”, “tansık”, “gösterge” (en iddialısı da budur ki; bu esnada Yücel’i Saussure okurken ve Berke Vardar’la tartışırken hayal etmemek mümkün değildir), “izlence” gibi kelimelerle anlatılıyorsa elitist ve hatta oryantal bir bakışla “ahkam kesmek” yakıştırması kaçınılmaz bir şekilde yapılacaktır.


[1] Ömer Türkeş. “Tüketme Hazzı”. Pandora Kitap Eleştirileri. http://www.pandora.com.tr/turkce/elestiri.asp?yid=216, erişim tarihi 28.05.08

1 Kasım 2011 Salı

Achtung! Sie verlassen jetzt West Berlin.




Bugünlerde anne-babanın Almanya'ya dönüş ritüelleri vuku bulduğu için midir nedir, güne içimde bir DDR sempatizanlığıyla başladım ve Berlin'de mutlaka görülmesi gereken müzelerden birini yad ettim. Bu tip müzeler başlı başına bir yad etme aracıyken bir yandan da "turistik sömürü" güçleri olmakla suçlanıyorlar, biliyorum. Sahte Duvar parçalarıyla satılan karpostallar, Doğu Berlin temalı oteller, kafeler, hediyelik eşya standlarının yanında satılan DDR günlerinden kalan, kimisinin kaldığı iddia edilen paltolar, asker kıyafetleri, rozetler vesaire vesaire. Elbette bütün bu rahatsızlığın altında Alexanderplatz'da McDonalds'ı görmek istememe dürtüsü yatıyor. Ama ne yapalım, dünya değişti ve değişiyor. Klişelerin en klişesiyle meramımı sonlandırayım o halde: Dünyayı değiştirmek istiyorsan (halen) önce bi kendini değiştirmeyi dene, güzel kardeşim. Bi dene sen...

Gidemiyorsanız, Bkz.
http://www.ddr-museum.de/

3 Ekim 2011 Pazartesi

Bir zamanlar Anadolu'da başka bir hikaye


Kafası karışık okuyucu için bir “Soru İşaretleri Cenneti” ve çözümsüzlüğün eseri olarak Yaban.

Milli Mücadele döneminin Anadolu köyüne ve köylüsüne retrospektif bir bakış atan Yaban hala üzerinde tartışılan bir roman olma özelliği taşıyor. Döneme yönelen bu retrospektif bakış, romanın ‘gerçekliği’ üzerine sorulara yol açarak, romanın ‘tezli bir roman’ mı yoksa Yakup Kadri’nin dediği gibi ‘çölde bir feryat’ mı olduğu yolundaki soruları da çeşitlendiriyor. Yazıldığı dönemden 70 yıl sonra romanı okuyan okuyucu için ise durum daha da karmaşıklaşıyor: Romanın odak noktası dönem ile araya daha çok mesafe giriyor, ‘gerçeklik’ mefhumu iyiden iyiye ikircikleniyor, dahası gerçekler bir kenara bırakılıp sadece metne bakılmaya kalkışıldığında bugünün okuyucusunun algı gardrobundaki üst üste binmiş roman teknikleri, okumaları ve alışkanlıkları kolay kolay bir kenara fırlatılamıyor. Kesin olan bir şey var ki, Milli Mücadele döneminde yazılmış olan ‘büyük politika’ ürünü romanlardan farklı bir doku ve tat var bu romanda. Kafası karışmış bugünün okuyucusunun bu yazıda ilgileneceği konu da bu farkın nerelerden kaynaklanıyor olabileceğidir, bu da roman üzerine bugüne kadar sorulmuş olan birtakım soruları gerekirse bir kez daha sormaya yol açacaktır.

70 yıl sonra okunduğunda bir Reşat Nuri Güntekin ya da Halide Edib romanı (sadece derste okuduğumuz romanlarını düşünmemiz yeterli) okuyucuda romanın güdümlülüğü, gerçekliği ya da roman anlayışı üzerine bu kadar kafa karışıklığına yol açmıyor. Büyük politikanın / idealin siparişi olduğu her hallerinden belli olan romanlar bunlar. Sadece karakterlere bakacak olursak bile, Ateşten Gömlek’in Ayşe’sinin mükemmelliğinin ve gerçekdışılığının yanında Yaban’ın Ahmet Celal’inin psikolojik bir gerçekliği olduğu kesin. Öte yandan, Ateşten Gömlek’in Anadolu’sunun çoraklığı ve çetinliği, Yeşil Gece’nin köylüsünün bağnazlığı ve din sömürücüleri tarafından baştan çıkarılmaları gibi yönler Yaban’da da görülüyor. Hatta bu iki özellik, Yaban’da o kadar grotesk boyutlara varıyor ki, soru işaretleri de tam bu noktada beliriyor: Bu aşırı iğrenme ve iğrendirme durumu büyük politikaya / ideale hizmet için mi var, yoksa tamamen Ahmet Celal’in aynı grotesk boyutta darmadağan olmuş psikolojisinin yansıması mı? Belki de yazar iki özelliği de harmanlamak istiyor, açık bir kapı bırakıyor. Nitekim romanın sonunda Ahmet Celal’in akıbetinin ne olduğunu bilmiyoruz. Bu bir Halide Edib ya da Reşat Nuri romanı olsaydı böyle bir ucu açıklık söz konusu olamazdı: Karakter ya Ayşe örneğinde olduğu gibi kutsal amaç uğruna şehit düşerdi, ya da Şahin Öğretmen gibi roman sonunda bilinmeyen diyarlara doğru yol alsa bile bundan sonra izleyeceği, kutsal amaç doğrultusundaki eğitim ışıklı yol kesin olurdu. Oysa Ahmet Celal, koskoca bir soru işareti bırakıyor okuyucuya: Ölecek mi? Ankara’ya, o cennet mekana mı gidecek? Ölümcül karamsarlığından silkinip o da başı haleli bir aydın mı olacak?...

Ramazan Kaplan da roman üzerine düşünürken şu soruları sorarak başlıyor yazısına: Ahmet Celal kimdir? Ve niçin köydedir? O, kendisini köye adamış bir ideal adamı mıdır? Yoksa tabiatın kucağında, sessiz bir köyde huzur arayan bir münzevi midir?[1] Şahin Öğretmen gibi milli savaşın eğitim kolunda nefer olmak üzere bilinçli olarak kırsala koşmamıştır o, fiziksel ve ruhsal sakatlıklarından kaçmak için kendi kendini köye ‘sürmüş’ gibidir daha çok. İnsanın hangi birini alıntılayacağını şaşırdığı köy ve köylü hakkındaki hayvansı, tiksinti verici, kasvetli imgeler onun psikolojik cerahati gibidir, sürekli akarak romanın tamamına yayılır, ‘pislik’ve ‘rahatsızlık’ duygusundan başka bir şey vermez. Üstelik daha köye gelirken, kafasında, peşin hükümle tasarlanmış bir köy imajı da vardır. Ona göre, toprak katı ve tabiat baştan zalimdir. [2] Peki bu köyün gerçekliği mi, Ahmet Celal’in psikolojisinin gerçekliği mi? Ya da Ahmet Celal’in psikolojisinin gerçekliğiyle / onun gözünden görülenlerle gene bir soruna dikkat çekilmek mi isteniyor, ideoloji ışığında?

Romanın tamamına yayılan bu psikolojik cerahat, yarattığı rahatsızlık duygusunu romanın tekniğine de yansıtıyor. Ahmet Celal’in köylülere karşı hissettiği rahatsızlık verici duygulara, kararsızlığı da eklemek gerekiyor. Büyük iğrenme duygusunun altında bir yandan da zaman zaman onlara yaklaşma gayretine girdiğini görüyoruz. (Ya da okuyucuyu buna ikna etmek istiyor.) Memet Ali askere gittikten sonra Zeynep Kadın’a bundan sonra kendisini oğlu bellemesini tekrar tekrar söylediğini unutmayalım. Göstermiş olduğu buna benzer kararsız yaklaşımlar, anlatıya da “kararsızlık” katıyor: Alışılageldik bir olay örgüsünden oluşmuyor roman. Kararsız aklın bölük pörçük hezeyanlarını sunan, bugünün okuyucusunu daha da muallakta bırakan kafası karışık bir metin karşımızdaki. Evet, alışılageldik çatışmalar var

( Salih Ağa-Ahmet Celal çatışması, iffetsiz Cennet kadın-köy ahalisi çatışması vb.) bu kurmaca metinde, ancak ne idealize edilmiş bir karakter, ne de özdeşim kurulabilecek bir karakter var bir yandan da. Peki Ahmet Celal’in ne ideal ne de özdeşim kurulamaz oluşunu bugünün okuyucusu bir anti-kahraman ya da “yeraltı adamı” olarak okuyabilir mi? Bu sorunun cevabını vermek de zor, zira metne sızmış olan Ankara cenneti ve Berna Moran’ın da özellikle üzerinde durduğu gibi Kutsal Metin’den referansını alan çoban-İsa Mesih figürü Mustafa Kemal, Ahmet Celal’in lekeli zihninde ve ruh halinde idealizm fenerinin sürekli yanıp sönen ikaz ışığı gibi. Haliyle “idealizm” ve “yeraltı adamı” kavramlarını yan yana koymak kolay olmuyor.

“Bir kurmaca metin, yazarı onu yazdıktan sonra artık onun eseri değildir” denebilir, ancak yazının bu kararsızlık noktasında Yakup Kadri’nin kendi eseri hakkında söylediklerine göz atmakta gene de fayda var:

Kiralık Konak, bence roman tekniğine en uygun olan eserimdir. (şüphesiz! [3]) Yaban’a gelince: O, bütün milli heyecanlarımı taşıyan kitaplarımdan biri olmak dolayısıyla bence çok kıymetlidir.

Yaban’ı köy romanı olarak yazmadım. Bir sosyal sorun attım ortaya. Entellektüellerle köylüler arasındaki uçurumu göstermek için yazdım. Bu ayrılık bir dereceye kadar Avrupa’da da mevzuu bahistir. Kendim o köylerde dolaştım. Haymana, Mihalıççık çevrelerini dolaştım. Romanın kahramanı kendimim. Köylü orada gördüğüm köylüdür.

Yaban’a yöneltilen başlıca suç, kitabın köylü aleyhtarı bir karakter taşıması; köylünün maddi manevi sefaletini bir entellektüel ağzından tezyife kalkışmış olmasıdır...Yaban, bir objektif roman değildir. Yaban, bir ruh sıtmasının birdenbire acı ve korkunç bir gerçekle karşı karşıya gelmiş bir şuurun, bir vicdanın çıkardığı yürek parçalayıcı haykırışıdır...[4]

Alıntıdan anlaşıldığına göre, Yakup Kadri’nin de kafası karışık. Romanın objektif olmadığını söylediği gibi bir yandan da gördüklerini, deneyimlediklerini yazdığını belirtiyor, “acı ve korkunç bir gerçekle karşı karşıya gelmiş bir şuurun haykırışı” olduğunu söylüyor. Kullandığı “gerçek” kelimesi önemli, çünkü bu kelime psikolojik bir gerçeklikten fazlasına işaret ediyor gibi: Ortada olan bir soruna / köylerimizin ve onlarla aydının arasındaki uçuruma. Belki de bu soruna işaret etmek adına yani gene ideolojik bir amaç uğruna “abarttığını” söylemekten çekiniyor ve psikolojik bir gerçekliği kalkan olarak kullanıyor. Sonuç olarak Yaban, kodları belirgin olan, kolay çözümlenebilir bir “lekesiz aklın ebedi güneş ışığı” cinsinden Milli Mücadele romanı olmamakla farklı bir yer kazanıyor.[5]

KAYNAKÇA

Kaplan, Ramazan. Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Köy. Ankara: Akçağ, 1997.

Karaosmanoğlu, Yakup Kadri. Yaban. İstanbul: İletişim, 1996.

Ünlü, Mahir & Özcan, Ömer. 20. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Cumhuriyet Öncesi, Meşrutiyet Dönemi, 1900-1923. İstanbul: İnkılap, 1987. Alıntı: Milliyet Sanat, Nisan 1977 (Yaban’ın 2. Baskı Önsözü).


[1] Kaplan, Ramazan. Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Köy. s. 100.

[2] Karaosmanoğlu, Yakup Kadri. Yaban. ss. 32-33.

[3] Benim yorumum.

[4] Ünlü Mahir & Özcan Ömer. 20. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Cumhuriyet Öncesi Meşrutiyet Dönemi, 1900-1923. s. 275.

[5] “Lekesiz aklın ebedi güneş ışığı” ya da “Eternal sunshine of the spotless mind”, bir 17. yy Alexander Pope şiiri.

İyi Kitap sayı 30, başka bir yazı


Esrarlı adadaki iki kahraman: Grk ile Tim
İngiliz yazar Josh Lacey'nin kaleme aldığı GRK serisinin dördüncü kitabı GRK Kaplumbağa Operasyonu nihayet raflardaki yerini aldı. Bu macerada Tim ile onun cesur, cömert ve sersem köpeği Grk dev deniz kaplumbağalarını kurtarmak için kıyasıya bir mücadele veriyor.


On iki yaşındaki
Timothy Malt ile adı cesur, cömert ve sersem anlamı­na gelen köpeği Grk'nin maceraları Grk Kaplumbağa Operasyonu adlı ki­tapla doludizgin devam ediyor. Josh Lacey'nin yazdığı serinin ilk üç kita­bında, Grk'nin Tim'in yaşamına dâhil oluşuna ve dünyanın çeşitli ülkelerin­de beraberce atıldıkları soluk kesici maceralara tanıklık etmiştik. Serinin GRK Adında Bir Köpek adlı ilk kita­bında, Tim Londra sokaklarında sa­hipsiz kalmış Grk'yi bulduktan sonra kahraman ikilimiz, Albay Zinfandel'in diktatörlüğünde yönetilmeye başlanan Stanislavya'ya gidip Grk'nin sahipleri Raffifi kardeşleri bulmaya çalışmıştı. Serinin ikinci kitabı GRK ve Pelotti Çetesinde Brezilyadaki en azılı sokak çetelerinden birisiyle uğraşmış; Grk Sosisli Peşinde'de ise New York'ta ça­lınmış olan çok kıymetli bir sanat ese­rinin bulunması için en afili ajanlara taş çıkartırcasına seferber olmuşlardı.

Seriyi okurken kendinizi her an şu soruyu sorarken buluyorsunuz. "Bü­tün bu 'kendi boyundan büyük' mese­leleri başına kim sarar ki?" Bir ipucu vereyim: Cevap bu yazının ilk cümle­sinde geçen sıfatlarda saklı. Evet, olsa olsa cesur, cömert ve sersem birisi bu işlere kalkışabilir; bu özelliklere sahip bir köpek ve tıpkı köpeğine benzeyen sahibi. Birbirlerine benzeyen evcil hayvanlar ve sahipler teorisi Tim ve Grk örneğinde bir kez daha doğrulanı­yor sanki. Eğer her ikisi de öyle olma­saydı serinin son kitabında tatil için gittikleri tropikal adanın keyfini çıka­rıp, yaşıtları ve türdeşleri gibi şnorkelle denize dalar, serin bir gölgede lezzetli bir biftek yer, ardından şekerleme ya­parlardı, ama onları bunu yapmaktan alıkoyan özellikleri olduğu artık on­larla ilgili unutmamamız gereken bir gerçek. Bu özellikler, yardımseverlik ve doğru olanın peşine düşmek.

Grk Kaplumbağa Operasyonunda Malt ailesi ve artık onlarla birlikte yaşayan Raffifi kardeşler, Hint Okya­nusundaki rüya gibi adalardan birine tatile gidiyorlar, ama anlaşılacağı üzere bu tatil başta Tim ve Grk olmak üze­re kimse için tam anlamıyla rüya gibi bir tatil olamıyor. Sahildeki kayalık­lara vuran, boğulmak üzere olan bir adamın yardım çağrısıyla Tim, Grk ile birlikte Kalipso Adası'na gidip kur­tarılmayı bekleyen dev kaplumbağa­ların peşine düşüyor. Bu girişim Tim ile Grk'yi Kalipso Adası'nın sahibiyle, dünyanın en zengin insanlarından biri olan Edward Goliath'la karşı karşıya getiriyor. Dünyanın en kötücül hırs­larına sahip birilerinin eline çok para geçerse bu durum trajik sonuçlar do­ğurabilir. Canlılar arasında en uzun süre yaşadığı bilinen dev bir kaplum­bağa türünü kobay olarak kullanarak, adasını kaçık ve cani zekâ ürünü bir laboratuvara çeviren Edward Goliath da trajik sonuçlara yol açmak üzere olan bir zengin.

Serinin önceki kitaplarından fark­lı olarak bu maceraya bilimkurgu ve fantastik öğeler de eklenmiş durumda. Keza Edward Goliath'ın adası, H.G. Wells'in ünlü bilimkurgu romanı Dr. Moreau'nun Adasına konu olan, hay­vanlar üzerinde akıl almaz deneyler yaparak onlardan birer mutant yara­tan çılgın bilim adamı Dr. Moreau'nun adasını andırıyor. Bu benzetmeyi be­lirtmekle yetinip, adanın gizemini açı­ğa çıkarmamak adına daha fazla ayrıntı vermeyelim. Bu kadarı bile yazar Josh Lacey'nin paranın ve iktidarın bilimi kötüye kullanarak yol açtığı sorunları vurgulama isteğini bize gösteriyor. Ne var ki böyle "ciddi" bir meselenin, faz­la ciddi bir hikâyeleme biçimiyle anla­tıldığını sanmayın. Başta Tim ve Grk olmak üzere kahramanlarımız, arada bir onları iyiden iyiye gülünçleştiren tanrı-anlatıcının ve birbirleriyle olan çatışmalarının gerçekçiliği sayesinde, bütün zayıflıklarıyla, sersemlikleriyle, uç noktalardaki özelliklerinin vurgu- lanışıyla, her zamanki gibi sevimli ve komikler. Örneğin, düzen ve kural düşkünü anne Bayan Malt ile bazen 12 yaşındaki Tim'den daha çocuk ola­bilen baba Bay Malt'ın çatışmaları et­rafımızda kolaylıkla görebileceğimiz ebeveyn çatışmalarından.

İyi Kitap'ın önceki sayılarından birinde yazar Josh Lacey, bu seri için esinlendiği başlıca kahramanların Tenten ve sadık köpeği Fındık olduğu­nu dile getirmişti. Bu esinlenmenin iz­lerini Tim ile Grk'nin ilişkilerinde bü­tün mizahi yönleriyle görmek müm­kün. Grk Kaplumbağa Operasyonunda da Tim yer yer, maceranın en can alıcı yerinde uyuklayan, tembelliği baş tacı eder görünen Grk'nin sorumsuzlu­ğundan dem vurup, onunla tatlı tatlı atışıyor. Ne var ki bu "saftirik" ve "tem­bel" görünümlü arkadaşı her defasın­da, Tim'in aklına gelmeyecek dâhiyane yönlendirmelerle iplerin en çözülemez şekilde düğümlendiği anların kurtarı­cısı oluveriyor. "Köpek insanın en ka­dim can dostudur," türünden önerme­ler ve metinler arası etkileşimler, artık arkadaşlarımız haline gelen kanlı canlı karakterler, bir solukta okunan sağ­lamca örülmüş bir macera kurgusuyla Grk Kaplumbağa Operasyonuna yeni dokunuşlar kazandırıyor. Bu durumda sıradaki Grk macerasını sabırsızlıkla beklememek imkânsız hale geliyor.




Nilay Kaya

Grk Kaplumbağa Operasyonu
Josh Lacey
Çeviren: Zarife Biliz
Tudem Yayınları / 216 sayfa

İyi Kitap sayı 30


Dumanlı dağların eteğinde bir çocuk: Fikret Otyam

Fikret Otyam çocuklar için yazdığı otobiyografik romanı Can Arkadaş'ta, bir ressamın hayata bakışındaki o ince hassasiyetle anlatıyor çocuk Fikret'in dünyasını. "Orada bir köy var uzakta," diyerek şarkı edilen diyarlarda büyüyen çocukların hangi değerlerle büyüdüğünü hatırlamak için.


Geçenlerde, çocukluğumun çizgi filmlerinden Heidi'ye denk geldim te­levizyon kanallarından birinde. Ağa­beyimle birlikte oturup, aynı çocuk­luk heyecanıyla koca yanaklı ve koca yürekli bu pastoral kızın dünyasına kapılıverdik bir müddet. Dizi bitip ana geri döndüğümüzde, biraz da hayret duygusu kapladı ikimizi de. O gün gösterilen bölümde Heidi, hastalandı­ğı için büyükbabasının kasaba verme­yi planladığı keçi yavrusunun başına gelecekleri öğreniyor, bu "trajediyi" engellemek için çoban Peter'in peşine takılarak Alpler'in çetin tepelerinde keçiyi iyileştirecek otlar bulmaya kal­kışıyor, sonunda ne yapıp edip keçiyi iyileştirerek onu kasap yolculuğundan kurtarıyordu. Heidi'nin bu son kar­şısında yaşadığı mutluluk neredeyse inanılır gibi değildi.

Fikret Otyam'ın çocuklar için yazdığı otobiyografik romanı Can Arkadaşı okurken, işte bu anekdot geldi aklıma. Romanın kahramanı kü­çük Fikret ile kız kardeşinin, büyükle­rin her zamanki pragmatik nedenlerle ellerinden almak istedikleri köpekleri Fertek'e olan hisleri, Heidi'ninkilerle çok benzer. Mekân Alpler yerine, Orta Anadolu'da "başı boz dumanlı dağ­ların eteğinde bir kasaba", ama çocuk için bir hayvanın can dostluğu her daim, her yerde aynı.

BAŞI BOZ DUMANLI DAĞLAR

Resimlerinde sıklıkla Anadolu kırsalını konu edinen başarılı ressam Fikret Otyam, çocuklar için kendi çocukluğunu yazdığı
Can Arkadaş'ta, resimlerindeki dünyaya bu sefer de yazıyla, bir çocuğun hiç büyümeyecek gibi dış dünya tarafından büyülendiği ruh haliyle yeniden hayat veriyor. 1976 yılındaki ilk basımından yıllar sonra İş Kültür Yayınları tarafından tekrar ya­yımlanan romana, Otyam'ın çizimleri ve romana konu olan mekânların fo­toğrafları eşlik ediyor. Bu görsel zen­ginlik, artık izleyecek bir Heidi'leri olmayan günümüz çocuklarına fazla aşina gelmeyen bir dünyanın; kasaba­ların, köylerin, uyduruluveren oyun­ların oynandığı bağların, bahçelerin, dere kenarlarının, en iyi arkadaşla­rın köpekler ve eşekler olabildiği bir hayatın kapılarını açıyor. Üstelik bu resim ve fotoğraflar çocuklara bilgi de veriyor: Keçilerin hep sırayla git­tiklerini, köylerdeki ve kasabalardaki bazı evlerin duvarlarının çizimlerle süslendiğini (Otyam'ın bugünkü resim anlayışının kökenlerini görmek de ca­bası), köylü teyzelerin kışın soğuktan korunmak için yüzlerini nasıl örttük­lerini ve bunun gibi daha birçok şeyi kitaptan öğreniyoruz.

MASAL TADINDA ANLATI
Otyam'ın romanına kattığı görsel etkinin canlılığı bir yana, otobiyogra­fik anlatılarda sıklıkla rastladığımız, anıların art arda sıralanması yönte­mi yerine, oluşturduğu derli toplu bir kurmaca olay örgüsü, okuduğumuz metni gerçeklikle hayal arasında bir çizgiye yerleştirerek, okuyucuya bir romandan alınan hazzı veriyor. Öksüz kalan kız çocuğu Havva'nın eve getiri­lişinde küçük Fikret ve kız kardeşinin önce onu yadırgayıp, sonra kardeşle­ri olarak benimsemeleri, çocukların dünyasına özgü şeffaflıkla anlatılırken ne kadar gerçekse, Fikret'le Havva'nın çocukça maceraları da o kadar ger­çekçi bir dille aktarılıyor. Dolapların tepesine çıkıp şemsiyeden paraşüt ya­pıp atlama maceraları; kasabanın ço­cuklarının bisikletlerinden uçak yapıp bayır aşağı uçma denemeleri; masalcı teyzenin anlattığı masallardaki tuhaf yaratıkların etkisinde kalarak, haylaz­lıkları sonucu geçirdikleri hastalıklar­da ağızlarından ateşler çıkaran ejder­halarla savaşmaları, bir masalın tadını ağzımıza sürmeyi de ihmal etmiyor.

Bu masalları ressam, yazar, gazete­ci Otyam'ın değil de, küçük Fikret'in dile getiriyor olması, onları daha da içten ve canlı kılıyor. Keza, büyüklerin zaman zaman kolaylıkla unutabildi­ği ya da sürekli bahsettikçe anlamını boşalttıkları değerleri, bir çocuğun dile getirişi çok daha anlamlı. Ellerin­den alınan topraklarda kötü şartlarda, emeğinin karşılığını alamadan çalış­tırılan işçilerden biri olan Havva'nın babası, bu duruma isyan etmesinin bedelini hayatıyla öderken, küçük Fik­ret olayı, kasabada konuşulanlardan duyduklarını anlamlandırmaya çalı­şarak aktarıyor. Anlatıcı toplumsal bir eleştiri yapmak için yetişkin bir adam oluvermiyor o esnada. Fikret ve arka­daşları kendi evlerini inşa eden insan­lara yardım ederlerken, oyun oynar gibi keyif alıyorlar.

Kısacası, Fikret Otyam, kendi ço­cukluğunu anlatırken ruhuna geri döndüğü küçük Fikret'in "başı boz dumanlı dağların eteğindeki" dün­yasını, onun büyülenmiş ve etrafını algılamaya çalışan gözleriyle dillendi­rirken, "Orada bir köy var uzakta," di­yerek şarkı edilen diyarlarda büyüyen çocukların hangi değerlerle büyüdü­ğünü, yetişkinlerin didaktik dumanlı perdelerini aralayıp, masalların için­den anlatıveriyor.

Can Arkadaş
Fikret Otyam
İş Bankası Kültür Yayınları / 95 sayfa