10 Ağustos 2012 Cuma

Biz Rüya Görürken




We Could Be Heroes, Once Upon  A Time In Leipzig...

Ayrıntı Yayınevi kendince "yeraltı" olarak gördüğü kitapları yayımlamaya devam ediyor. Hakan Günday'ın "yeraltı" tanımlamasına karşı çıkışını hatırlamamak ve ona hak vermemek mümkün değil. "Bana kalırsa yeraltı edebiyatı rafında sadece Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar'ı durabilir, ille de öyle bir raf olacaksa kitapçılarda," diyordu. Nerede uyuşturuculardan, kerhanelerden, okul iş tanımayan sokakların çocuğu 'serseri' gençlerden müteşekkil Trainspotting muadili hikaye var, hemen etiketi yapıştırıverelim: "yeraltı". Şu kavram sapkınlığımızdan bir vazgeçsek de karşımızdaki metne önce onu kavram altına yerleştirip o kalıp dahilinde sorularla yaklaşmak yerine öncelikle ona daha basit sorular sorsak. "Kardeşim senin derdin ne?" gibi. Ya da edebi keyfini çıkarmayı unutmasak mesela... Genç Alman yazar Clemens Meyer'ın ilk romanı Biz Rüya Görürken / Als Wir Trauemten en başta edebi lezzete sahip mesela. Duvar ve yıkılışı akabinde Leipzig'de büyüyen bir grup gencin hikayesini anlatan romanının başkahramanı ve anlatıcısı Daniel'in anti-Holden Caulfieldvari samimiyet ve tekinsizlikle yoğrulmuş anlatımı gayet çekici, anlattığı "yeraltı" hikayelerinden ziyade. "Aman da post-DDR toplumsal koşullarını analiz edebileceğimiz bir dosya!" diye romana yaklaşırsanız romandan alacağınız bütün keyif baştan heba olur, söyleyeyim. Bir tutam empati, bir tutam meraklı sorular, bir tutam da kendini koyverip zevk alabilme rahatlığıyla okuyun gitsin. İlk romanlar için özellikle hep şunu derim: İnsan sadece kendi bildiği bir hikayeyi eli yüzü düzgün bir şekilde anlatma gayretini göstersin, sağlam bir başlangıç yapmış demektir. Büyük ve iddialı mecralara dalmaya çalışmaktansa... Herkes nasıl büyüdüğünü düşünse bir önce, sonra hala nasıl büyümekte olduğunun farkına varıp ona baksa hikayeler yaratmak için...Mesela, diyorum.

Herkes Yalnız Ölür


Alone in Berlin (Jeder Stirbt Für Sich Allein), Hans Fallada'nın II. Dünya Savaşı bittikten sonra yazdığı ve ölümünden sonra yayımlanabilen anti-Nazi dokunuşlu romanı. Otto ve Elise Hampel olayından esinlenerek yazmış romanı ki bu iki işçi karı-koca ölen savaşta ölen kardeşleri üzerine filler ve çimenler misali kendilerince Hitler'e karşı bir direniş başlatıyorlar. Her hafta düzenli olarak yazdıkları Hitler karşıtı kartpostalları Berlin'in dört bir tarafına yayıyorlar. Gerçi dağıttıkları yüzlerce karttan sadece 17-18 tanesinin yayılmadan polisin eline geçtiği söyleniyor. Sonları da malum, SS hapishanelerinde ölüme gidiş. Sağlam bir dedektif romanı kurgusuyla ilerleyen romanı okurken (katil kim değil elbette meselemiz) Hampel'lerın bu küçük eylemlerinin doğası üzerine düşünmemek mümkün değil? Tam bir tavşan dağa küsmüş, dağın haberi yok vakası. Bir yandan da yakalanmaları için deli divane olan Nazi yönetiminin duyduğu dehşet düşünüldüğünde küçücük bir direnişin o haleti ruhiyyede nasıl da bir tehdit oluşturabileceğini gösteriyor. Hampel'lerın onurlu tavrını vesairesini geçtim, mesele onur değil... Romanda çift oğullarını kaybediyor. Onur kelimesini ağzına alan, "Savaşta vatan için şehit düşen oğlunun onuruna leke düşürmüyor musun, ne biçim anasın sen?" diyen Nazi müfettişi. Bırak, onur başkalarının olsun. Bedelli askerlik yapamayan ve halihazırdaki savaşlarda ölen askerler, hiç değişmeyenler...

10 Temmuz 2012 Salı

"Ziller yaz kampı için çalıyor" İyi Kitap, Temmuz 2012

Tudem Yayınları’ndan çıkan Martı ve Savaş, Ekran Kaçkınları, Sokak Haberleri gibi kitaplarıyla tanıdığımız Güldem Şahan’ın son kitabı Yaz Kampı, her çocuğun ve gencin içinde yatan kamp hayalini harekete geçiriyor. Yaz sıcaklarında renkli düşlere dalmak için…

Sinema, park, bilgisayar oyunları gibi sınırları belirli eğlence alanları ile okul, ev, dershane eksenine sıkışmış çocukluk ve ilkgençlik çağımızda, hepimiz bizi monoton hayatımızın dışına çıkaracak maceralar yaşamayı hayal etmişizdir. Özellikle de kitaplara ve filmlere düşkünsek o monotonluğu unutturacak macera senaryoları bilhassa renkli ve çeşitli kaynaklardan beslenir. “Afacan Beşler”, “Gizli Yediler” gibi serilerin etkisiyle dedektif kesilip civarda yıkılmaya yüz tutmuş köşklerde macera avına mı çıkmadık; yahut mahalle sakinlerinden en gizemli görünenlerine alternatif hayat hikâyeleri mi uydurmadık?

Kurulu düzenimize heyecan getirme konusunda tam güvence veren bir hadise de şüphesiz günün birinde bir yaz tatilinde yaz kampına gitme ihtimaliydi. Okuduğum bazı kitaplarda ya da izlediğim filmlerde aileleri tarafından “ceza” olarak yaz kampına gönderilen çocukların duyduğu üzüntüyü hiç anlamazdım, çünkü benim için en disiplinlisinden bir izci kampına gönderilmek bile barındırdığı macera potansiyeliyle son derece tatlı bir ihtimaldi. Üstelik bu kitapların ve filmlerin çoğunda ceza niyetine kampa gelen çocuk, kampla ilgili bütün önyargılarının boşa çıktığını görüyor ve hayat boyu unutamayacağı türden bir deneyim yaşıyor, bizim gibi, kurmaca dünyasının dışında kalan gerçek dünya fanilerinin kamp hayallerini daha da ihtiraslı hale getiriyordu.

Kamp hayallerimizi kamçılayacak bir eser daha var şimdi karşımızda. Tudem Yayınları’ndan çıkan Martı ve Savaş, Ekran Kaçkınları, Sokak Haberleri gibi kitaplarıyla tanıdığımız Güldem Şahan’ın son kitabı Yaz Kampı, her çocuğun ve gencin içinde yatan kamp hayalini harekete geçiriyor. Bu kampta bizi sadece gündelik hayatımızda rastlayamayacağımız türden gizemli maceralar beklemiyor; ilk özlem, aşk, kıskançlık, yepyeni dostluklar, bol bol doğa kokusu ve eğlence de huzurlarımızda. Gelin, kitabın ana kahramanı Güven’in ve arkadaşlarının yaz rüyasına biraz daha yakından tanıklık edelim.

Bir gün İngilizce dersinde öğretmenleri yaz tatilindeki kampın tanıtım broşürlerini dağıtıp bu konuyu ailelerine danışmalarını ister. İlk başta babası kamp konusunu kuru bir “bakarız”la geçiştirirken, annesi Güven’in henüz ailesinden bu kadar uzun süre ayrı kalabilecek yaşta olmadığını düşünürek bu fikre sıcak bakmaz, üstelik Güven tam on beş yaşında olduğu halde… Ne var ki Güven onları ikna etmenin bir yolunu bulacaktır. Üstelik kamp için gün saydığı okulun son zamanlarında, derslerine daha çok odaklanarak kampın nimetlerini henüz kamp başlamadan görmeye başlar. En yakın arkadaşı Can’ın ve zaman zaman onu sinirlendirse de çok hoşlandığı Elif’in de kampa katılacak olması heyecanını artırır.

KAMPTA BİZİ NELER BEKLER?
Kamp, tanıtım broşürlerinde sunulduğu kadar bol etkinlikli, cazip bir yerdir: Tenis kortlarından voleybol sahalarına, çeşitli su sporlarından bilgi yarışmalı ve müzikli derslere, o yaştaki gençlerin bir kampta arayacağı her şey vardır. Hele pazar geceleri yaptıkları, açık havadaki sinema keyfine diyecek yoktur. Başka şehirlerden gelen öğrencilerle de tanışıp arkadaş olma şansı bulan Güven ve arkadaşları, Kazdağları’nın eteğindeki bu kampta eşsiz bir doğal güzelliğin tadını çıkarırlarken, siyanür tehdidi altındaki yörenin geleceği hakkında bilinçlenirler. Hayatında ilk defa yunus gören Güven, büyülendiği bu canlıların soyunun tükenmemesi için henüz kamptan dönmeden hummalı bir kampanya hazırlama sürecine girer.

Güven ve arkadaşlarını kampta sadece eğlenceli etkinliklerin beklediğini sanmayın. Güven çok iyi anlaştığını düşündüğü arkadaşlarıyla aynı çadırda yaşarken, sorumluluk ve ortak yaşam konusunda yeni fikirler edinir. Keza çok sevdiği ve tanıdığını düşündüğü insanlarla olan ilişkilerini yeniden gözden geçirmek zorunda kalır. İnsanlar hakkındaki önyargılarını ters yüz eden olaylar yaşarken, hayatın beklenmedik yönleriyle güzel olduğunu belki de ilk kez o yaz kampında düşünür, kendini de daha çok tanıma fırsatı bulur. Kamp süresi boyunca geceleri sessizce beliren, çadırların önünden eşyaları alıp yerlerini değiştiren gizemli kişinin yarattığı heyecan ve bu işin esrar perdesi aralandığında karşılaştıkları sürpriz, Güven ve arkadaşlarının hayat boyu unutamayacakları bir deneyimdir.

Yaz tatiline yeni girdiğimiz şu günlerde Yaz Kampı’nın kampa davet çağrısına kulak vermemek mümkün değil, çünkü bu kamp sizi hem yazının başında hep aradığımı söylediğim, sıradan hayatın dışına çıkaran bir macera, hem de tuhaf bir ikilemle, hayatın bir minyatürü...
Yaz Kampı
Güldem Şahan
Tudem Yayınları, 168 sayfa

8 Temmuz 2012 Pazar

XOXO The Mag, Temmuz 2012


BU BİR ŞİİR DEĞİL
Hayalperestler

Domingo Yayınları geçtiğimiz yıl Türkçeye kazandırdığı Just Kids’in ardından şimdi de Woolgathering’i yayımlayarak bizleri ‘yazar’ Patti Smith’le mest etmeye devam ediyor.
Öncelikle Just Kids hakkında birkaç kelam etmem gerekirse kitabın başlığının "Çoluk Çocuk" olarak Türkçeye çevrilmesinin çok hoşuma gittiğini söyleyeyim. "Beraber büyüdüğün sevgili" durumunu olabilecek en içten ve etkileyici biçimde Just Kids'te anlatıyordu Patti Smith. Üstelik "Patti" olma serüveni, 60'lar ve 70'ler New York'unun mevcut ahvali, hiç tanışılmayan kertenkele kral Morrison’un hayaleti satırlardan canlanıp en ergen damarlara dolanıyordu: dünyanın ayaklarının altında serildiği, her şeyi sonsuz özgürlükte yapabileceğinizi hissettiğiniz o katıksız ruh hali vücut buluyordu, kitabı okuyanda yaratma isteği uyandırarak. Yazar Feyyaz Kayacan'ın "Neredeyse oturup bir şiir yazacaktım" dediği gibi ben de neredeyse oturup bir öykü yazacaktım. Kitap ilerledikçe ve çoluk çocuk büyüdükçe Robert Mapplethorpe, Patti'ye "Gerçeğe çıkan en kestirme yolun çelişki olduğunu" öğretirken kitap da bir nevi bildungsroman/büyüme romanı olma özelliği taşıyordu. “İnsanlar böyle büyüyor,” diyor, hakikat sözcüğünün ilk harfini büyüten ölümle tanıştırıyordu bizi.

Şimdiye dek Patti Smith’in müzisyenliğini “ozan”lıktan ayrı tutmamıştık ancak arka arkaya yayımladığı Just Kids ve Woolgathering onu başlı başına bir yazar yapmaya yetiyor. Daha geleneksel, biyografik bir anlatı biçimiyle yazdığı Just Kids’in büyüsüne kapılan bazı okuyucular, nüfuz etmesi zor olan üslubu nedeniyle Woolgathering’i bir çırpıda “fazla şiirsel” diye tanımlayıp yaftalama yollu savunma mekanizmalarını kullandılar. Bana kalırsa Woolgathering olay anlatımını ve “ille de gerçeklik” duygusunu elinin tersiyle bir yana iterken esaslı bir yazarın yazıyla gerçekleştirdiği deneye işaret ediyor. Bu deney nasıl mı sonuçlanıyor? Tam da kitabın adı olan “woolgathering” eyleminin gerçekleşmesiyle. İngilizcede çayırlarda otlayan koyunların dikenli çalılara takılan yünlerini toplayan çoban anlamına gelen bu eylem, yazar Smith’in anılardan rüyalar, rüyalardan hakikat kırıntıları toparlamaya çalışırken kurduğu anlatı diline zerafetle eşlik ediyor.

Smith “woolgathering” eylemine bir anlam daha ekleyerek onu “hayalperestler” olarak da kullanıyor, nitekim kitap Türkçeye “Hayalperestler” adıyla çevrildi. Bugünden çocukluğa bakarken zihinde oluşan imgeler sadece birer anı olmaktan çok, gerçekle hayal arasında dikenli tellere takılan düşünceler bu kitapta. En iyisi bunu yazarın kendi sözleriyle ifade etmek: “Görevim, bir tutam yün gibi uçuşan düşünceleri rüzgârın pençesinden kurtarmaktı.” Çocukken erkek ve kız kardeşle çayırda yapılan yürüyüşler, çoraplara sıkıştırılan misketler, banyodan sonra annenin taradığı saçlar, yatmadan önce Tanrı’ya gönderilen selamlar, hiç unutulmayan balık yemi satan adam, ormandaki o kulübe, yeni doğan kız kardeşin hayata ilk gülümseyişi, hayat boyu yoğurduğunuz hamurunuzu oluşturan ailenizin büyük kadınları… Bir yandan bu anlar ve imgeler yazılırken demlenen çaylar, modern müziğe ve resme dair düşünceler 45 yaşındaki Smith’in dilinden dökülenler.

Just Kids’te nasıl tanıştıklarına ve aralarında yaşananlara şahit olduğumuz sevgili kovboyu Sam Shepard’a da ayrı bir bölüm ithaf etmiş Smith. Belli ki imgelemini şekillendiren Amerikan doğasının özüne sadık bir ruh kardeşi olarak görüyor onu. Amerikan yerlileriyle kovboyların düşman olmadığı bir doğada doğup maço türkülerle uyutulan Shepard’ı emeğin doğasına kafa yoran, iyi niyetle yüklü, cennetten düşmüş bir kovboy olarak anlatıyor bize. Shepard’ın Cowboys, The Curse of the Starving Class, True West gibi oyunlarını düşününce şimdiye kadar onunla ilgili zihnimizde şekillenen kovboy-ozan imgesi, Smith’in bakış açısıyla perçinleniyor.

Son olarak Smith’in taze albümü Banga’dan bahsetmeden olmaz. Tıpkı kitaplarında yaptığı gibi yine “insan deneyimi”ni dillendirmeye çalışıyor kaosun ve güzelliğin birleştiği en etkili şarkı sözleri ve melodilerle. Tıpkı kitaplarında olduğu gibi ruh kardeşlerine ve başlıca kaygısı olan insan deneyimini üzerinden anlatabileceği insanlara, Amerigo Vespucci’den Amy Winehouse’a, Johnny Depp’ten depreme uyanan Japonlar gibilerine şarkılarını ve ruhunu ithaf ediyor. Bonus şarkı “Just Kids” için ise fazla söze gerek yok: bu bir şiir değil, çocukluktan büyümeye uzanan dikenli çalılar ve onlara takılan yünler nasıl anlatılırsa öyle bir anlatı işte. Hem müzik, hem şiir, hem rüya, hem felsefe… Adını koymayın, öyle kalsın.


6 Haziran 2012 Çarşamba

XOXO The Mag, June 2012 Hakan Bıçakcı röportaj


SAMİMİ KALABALIKTAN UZAKTA


Yaklaşık 10 yıldır yazıyor ve yazabilmek için ne uğurlu kalemlere ne ilham perilerine, ne de güneye yerleşip sebze yetiştirmeye ihtiyacı var. Kelimeleriyle yarattığı film şeritlerinde kendi persona’nızın altında ezilen hakikat parçalarıyla karşılaşabilirsiniz.Yazar Hakan Bıçakcı’yla yazıda ve yaşamda belirsizlikten doğan kurguları konuştuk.

Salinger’ın Çavdar Tarlasında Çocuklar’ının kahramanı Holden sevdiği bir kitabın yazarıyla telefonda sohbet etmek istediğini söyler. Senin telefonda konuşmak istediğin yazarlar var mı?
Çok beğendiğim zaman konuşmaktan korkacak bir noktaya geliyorum sanki. Zaten genelde geç kalınmış oluyor. İlk olarak lisede Kafka’yı, Sartre’ları, Camus’ları okuduğumda hiçbiri hayatta değildi. Oradan gelen bir refleks olabilir. Kabullenilmiş çaresizlik refleksi.
Bazen yazarları tanımak o yazarın kitaplarıyla arana da girebiliyor.
Tabii, o da var. Yazarlık çok başka, çok soyut bir alan. Yazar çok acayip bir dünya kuruyor ama kendisi de öyle bir dünyanın içinde yaşıyor olmak zorunda değil. Genelde öyle bir iluzyona kapılıyoruz. Halbuki yarattıkları dünyaya uzak açıdan bakan yazarlara ben daha çok saygı duyuyorum.
Sait Faik gibi “Yazmasam delirecektim”güdüsüyle mi yazmaya karar verdin peki?
Yazar olma hayalim hiç olmamıştı. Üniversite çağında kendi kendime karaladığım öyküler vardı sadece. Sonra onların arasında garip bir bağlantı olduğunu hissettim. Birleşince bir romana benziyorlardı. Onların bazılarını birleştirip bazılarını atarak bir roman dosyası haline getirdim ve şansımı denedim. Ama gerçekten “Alın işte roman görün” iddiasıyla değil, yönlendirilmek için. Sonra iş ciddiye bindi. İlk romanı deneme yanılma dünyasında, bir hayal aleminde sürüklenerek yazmıştım. Belki de yayımlanmaz diyerek. O da garip bir rahatlık aslında, bazen işe yarayan bir şey. Günümüzde daha çok “Yazdıklarım basılmazsa deli olacaktım” gibi bir güdü var çünkü.
Meselen bugün ve belli bir nesil gibi. Karanlık Oda adlı romanında karakterin alışveriş merkezinin en üst katından her yere kusmak istediği ve Maslak minibüsünde giderken yaptığı gözlemlerin olduğu bölümler bütün öykü ve romanlarının meselelerini de özetliyor.
Bu çağın yaratabileceği, benim içimde yaşadığım dünya nasıl bir insan ortaya çıkarabilir ya da nasıl o insanın posasını çıkarıp atabilir sorusuna odaklandığım için çizdiğim karakterde benden çok izler yok ama onun içinde yaşadığı dünya benim içinde yaşadığım dünya. Bu dünyaya ben bir şekilde direniyorum, kendimi korumaya çalışıyorum ama korumayan birine neler yapabilir gibi bir bakış açım var. Bu arada tespitçilik yapma kolaycılığına düşme tehlikesi olduğu için alışveriş merkeziyle ilgili yerler en korkarak, en otuz kere çıkarsam mı diye düşünerek yazdığım bölümlerdi. “Bakın, tüketim toplumunu eleştiriyorum!” demek istemedim ama karakterin de “Biliyorum, bunu herkes eleştiriyor” şeklinde bir çırpınışı olduğu için bu kaygım azalıyor.
Karanlık Oda’dan devam edelim. Gündelik hayatımızda maruz kaldığımız korkunç müziklerden bahsediyorsun. Bu bizim cehennemimiz mi?
Hepimizin aynı kalıba sokulduğu bir ortama karşı tepkinin sadece vitrinindeki bir şey müzik ama her türlü davranışımıza yansıyor. Toplumun geneli bir tür zihin kontrolünde, toplu hipnozda mutlu bir şekilde yansıyor ama dışarıdan bakan birtakım insanları da bu durum huzursuz ediyor. Roman karakterim de öyle bir kişi. “Bakın ben bu grupları dinliyorum” der gibi gözükmemek için genelde müzik gruplarının isimlerini vermekten kaçınıyorum ama Karanlık Oda’da tersini yaptım çünkü Ortadoğu’nun neredeyse göbeğinde bir üçüncü dünya ülkesinde yaşayan birinin belli İngiliz gruplarına tuhaf bir iştahla tutulmasını ben aslında rahatsız edici bir şey olarak yazmak istedim. Roman kahramanı kendini saran o popüler müziklerin içinde “alternatif” müziğe sarıldıkça bir anlamda çirkinleşiyor çünkü “alternatif” lafı da sistemin bir dayatması. Karakter alışveriş merkezinin kapalı devre müzik yayını dükkanlara girince yavaş yavaş küçülerek üstüne kapanan karanlık bir odada kalıyor ve bundan kaçmak için kendi müziklerine tutunuyor ama kendi içinde klişeleri olan bu alternatif müzikleri dinleyip kurtulduğunu hissetmek de sistemin bir tuzağı.
Gelelim senin sinemasal diline. Görsellik senin için bir hassasiyet meselesi mi?
Çok bilinçli olarak sağlamaya çalıştığım bir şey. Genelde bir fikirden yola çıkıp o fikrin görsel karşılığını arıyorum. O fikri doğrudan tarif edersem kağıt mürekkep israfına girer gibime geliyor. Fikre başka bir yerden bakmaya çalışmak bende görsel bir refleksle oluşuyor çünkü sadece okuduklarımdan değil, en az o kadar izlediklerimden de etkileniyorum. Eski Türkçeye meraklı olduğum halde çok fazla süslü, fazla “enteresan” kelimeler kullanmaktan da bu yüzden kaçınıyorum çünkü o tarif etmeye çalıştığım görsel dünyanın şeffaflığından sıyrılıp kelimelerin karşımızda duracağını hissediyorum.
Yusuf Atılgan ve Vüs’at O. Bener’in kesik kesik, sadece eylemi aktaran cümlelerini hatırladım yazdıklarını okurken.
Kendime yakın bulduğum yazarlar zaten.
Görselliğini besleyen kaynakta bizim neslin kanonunu oluşturan filmlerden izler gördüm. Karanlık Oda’daki fotoğrafçı karakterin boş bir havuzda hayati bir görüşme yapması ve orayı fotoğraf sergisi için mekan seçmesi bana ister istemez David Lynch’in tekinsizliğini hatırlattı.
Kara mizah ve mafyatik durumlar. David Lynch en sevdiğim ve etkilendiğim yönetmenlerden bir tanesi. Roman Polanski, Chan-Wook Park, Takashi Miike de öyle.
Bu bahsettiğin yönetmenlerin tekinsizlik konusunda ortak bir dilleri var. Sen korkuyla kaygı arasında net bir ayrım yapıyorsun. Bu yönetmenlerin filmlerinde de senin yazdıklarında da tekinsizliği yaratan korku değil kaygı sanki ve bunu çok iyi başarıyorsunuz.
Korku değil kaygı yazacağım diye net bir ayrımla başlamadım yazmaya. Son zamanlarda bunun korku değil kaygı olduğunu fark ettim. Korku dediğimiz şeyin adı çok konmuş, nesnesi belli. Bundan korkulur denir ve çözümü de bellidir. Ama kaygı öyle bir şey değil, nesnesi olmayan bir durum. İnsan beyni mantık hastalığına tutulduğu ve kendini tutarlılık rolü oynama zorunluluğunda hissettiği için kaygıya katlanamıyor. Hemen ona bir korku nesnesi uydurup, tedirginliğin oradan kaynaklandığını düşünüp ondan kurtulma, bir tür hayatta kalma içgüdüsü duyuyor. Günümüzde kaygı o kadar bulaşıcı ve soyut bir şey ki bir ihaleyi kaybetme kaygısı bile atalarımızdan gelen bir miras, ölme korkusu. Kaybedince ölecekmişiz gibi. Halbuki birini kaybedersen başka bir iş gelecek. O ferahlık yok. İnsanlar kendi kendilerine kurdukları hapishanenin gönüllü tutsakları. Bu hapishane kaygıyla işliyor, o görünmez duvarları kaygıyla örülmüş sanki ve insanlar onun içinde yaşıyorlar. Sorarsan da mutlu yaşıyorlar. Fantastik dediğimiz şeyde de hep belirsizlikten besleniyorum. Ejderhalı bir evren bana fantastik gelmiyor çünkü başka bir paralel evrende kodlanmış gerçekçi bir hikayeden bahsediyoruz aslında. Beynin arada kalması, bir şey var mı yok mu sorusunun cevabının belirsizliği, eşittir kaygı. İşte benim içinde yüzdüğüm sular.
İlham perisinin insanları yazmaktan soğutmak için uydurulmuş bir şey olduğunu düşünüyorsun. Seni yazmaktan soğutan şeyler nedir?
Karşılık bulmamak, okurun gittikçe azalmasını hissetmek olabilir. Sonuçta okunması için, öyle bir içgüdüyle yazıyorsun. “Ben kendim için yazıyorum” demek büyük bir yalan. O zaman yazdıklarını bastırmazsın. Haberleri izlediğimde, dünyadaki gidişatı gördüğümde de çok anlamsız buluyorum yazmayı ama o da benim yapmaya çalıştığım şeyle tuhaf bir ilişki içinde. Zaten anlamsızlıktan beslendiği için o anlamsızlık beni yıpratırken yazdıklarıma bir katkıda bulunuyor olabilir.
Anlaşılma kaygın var mı? Nasıl bir okuyucu kitlesi tahayyül ediyorsun?
Bu sorunun cevabı çok zor. Aslında acayip bir paradoks var. Anlaşılsın kaygısı benim anlatmaya çalıştığım şeyi zedeliyor. Netleşsin dediğin anda benim deminden beri anlatmaya çalıştığım belirsizlikten beslenen o kaygı atmosferi ölüyor. Şöyle bir kaygım var: bu işin meraklısı sevsin, onlar nefret etmesin ama çoğunluk sevmesin. Bu zaten kitap kapaklarına bile yansıyor. Oldukça itici, beni alma diye bağıran, aşırı minimal kapaklar. İsimleri hiç öyle davetkar değil. Kitaplarım daha çok yayılsın, her eve girsin, herkes bayılsın diye bir duygum hiç yok.
“Samimiyet fetişizmi” diye bir tabir kullandığını duymuştum.
Son dönemlerde her müzik albümü çıkarana, her kitap yazana bu işi niye yaptığı sorulunca “samimiyetten” diyor. Sanki bir damga var, eser geliyor “Samimi mi?” diye sorup damgayı basıyorsun geçiyor ya da geçmiyor. İnsanlar samimiyetin kolaylıkla ölçülebileceğini zannediyor ama ölçülemeyecek bir şey. Ben bir sanat eserine baktığımda iyi mi kötü mü olduğunu düşünürüm. Karakterlerim de samimi değil. Kolay kolay özdeşim kurulamıyor onlarla. Yeri gelince yalan söylüyorlar. Öyle bir tekinsiz dünyanın peşindeyim. Samimiyet, özdeşim hevesimi kıran şeyler. Karakterler sıcacık duygular, sıcacık birlikteliklerle mutlu yarınlara doğru ele ele koşup gitmesinler.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

BRONTË’Sİ EMİLY, DANTELİ SİYAH: WUTHERING HEIGHTS






19. yüzyıl bütün romantikliği ve viktoryenliğiyle son yılların başlıca arzu nesnelerinden olmaya devam ediyor. Büyük annelerimizin sandık lekeli dantel kıyafetleri hayatımızın en ‘modern’ anlarına hiçbir zaman olmadığı kadar itibar kazandırıyor, çünkü geçmişten gelen dokular her zaman gizemli ve çekicidir. Jane Campion’un Bright Star’ı, Cary Fukunaga’nın Jane Eyre’i derken İngiliz yönetmen Andrea Arnold’ın son filmi Wuthering Heights ile beyazperde de dantellere büründü. Hem de dönemin en tutkulu edebi hikâyelerinden örülmüş dantel örneklerine. Telegraph gazetesi ünlü isimlere her ikisi de birer Brontë hemşirenin elinden çıkan Jane Eyre’i mi yoksa Wuthering Heights’ı mı tercih ettiklerini sormuş. Bu soruya hiç şüphesiz Wuthering Heights cevabını veren kadim bir Emily Brontë bağımlısı olarak benim için romanın son uyarlaması ayrı bir heyecan sebebi. Siz de benim gibi “öteki” ruhlu hemşirenin uğultulu diyarına karşı koyamayanlardansanız bu filmin sizi heyecanlandıracağını rahatlıkla söyleyebilirim keza bu uyarlama aşağı yukarı 90 yıldır yapılan uyarlamaların hiçbirine benzemiyor.

İlk defa ortaokul zamanlarında İngilizce öğrenmeye başladığım günlerde “intermediate” seviyedekiler için kısaltılmış versiyonuyla tanıştığım romanın beni nasıl etkisi altına aldığını bugün gibi hatırlıyorum. Kuzey Yorkshire’in medeniyetten uzak tepelerindeki bir evde gelişen bu yabani aşk hikâyesi, sadece tutkulu bir aşkı anlatmasıyla etkilememişti beni. Romana adını veren ve mekân olan coğrafya, yetim Heathcliff ile evin kızı Catherine’in çocukluklarında başlayan aşkı ‘transandantal’ boyuta taşıyan başlıca unsur olarak yeterince çekici olan tüm karakterlerden rol çalıyordu. Wuthering Heights aşkını üniversiteyi bitirirken tezini romanın film uyarlamaları üzerine yazarken sürdüren ben şimdiye kadar yapılan hiçbir uyarlamada o tepelerin yeterince uğuldamadığını, dolayısıyla da romanın derdini anlatamadığını iddia edebilirim.

Romanın diğer bir alameti farikası ise 19. yüzyılın gizemli, kötücül ama bir o kadar çekici Byron figürünün eşsiz erkek modelidir: Heathcliff. Bazı eleştirmenler Catherine’in babası tarafından Liverpool’un çöplükleri arasından bulunup getirilen, romandaki tabiriyle bir çingene gibi koyu tenli ve tuhaf bir dili olan yetim Heathcliff’in maruz kaldığı köle muamelesi ve Catherine’e kavuşamaması sebebiyle ileride bir intikam makinesine dönüştüğünde yaptıklarını göz önünde bulundurarak onu insan yerine “şeytani bir yaratık” olarak nitelendirirler. Keza romanın bazı yerlerinde onun için İngilizce “it” zamiri kullanılır. Ne var ki edebiyatın bu kötü çocuğu öyle bir karakterdir ki, Catherine’e duyduğu dünyevi olmanın ötesindeki aşka şahit olmak her kadın okuyucunun içindeki “cici kızlar kötü adamlara kapılır” içgüdüsünü karşı konulamaz bir şekilde harekete geçirir. Nitekim Kate Bush, ölen aşkı Catherine’in hayaletini uğultulu tepelerde kovalayan Heathcliff’e 1978 yılında müzik hayatında çıkardığı ilk single ile “Heathcliff! Benim, Cathy,” diyerek karşılık verirken içimizdeki Catherine’lere de seslenmişti.

Andrea Arnold’ın prömiyerini geçtiğimiz yıl Venedik Film Festivali’nde yapan Wuthering Heights uyarlamasının görüntü yönetmenliği dalında aldığı ödül ve Heathcliff yorumu, onu selefi olan uyarlamalardan ayrı kıldığı gibi ilk andan itibaren romanda vurulduğumu söylediğim iki özelliğe yaptığı vurguyu gösteriyor: Uğultulu tepelere ve Heathcliff’e hak ettiği itibarı yeniden kazandırıyor. Bu yıl İstanbul Film Festivali’nin uluslararası bölümünde yarışan filmin -yazıyı yazdığım şu anda yarışma devam ettiği için sonucu bilememekle birlikte- halk jürisi ödülünü alamayacağını öngörüyorum. Çünkü yönetmen Arnold’ın ve birçok eleştirmenin de söylediği gibi filmin Catherine ve Heathcliff’in tutkulu aşkının kaynağı olan doğayı ön plana çıkarmak adına genel izleyiciyi zorlayacak bir anlatımı var.


Zorlukla neyi mi kastediyorum? Yaklaşık iki saat süren, romandakinin aksine bir sonraki neslin hikâyesini anlatmamayı tercih edip sadece Catherine ve Heathcliff’e odaklanan filmde toplasanız 50 satır diyalog bulamayabilirsiniz. Döneminde yazılan romantik ve gotik romanlardan bütün tekinsizliği, bastırılmış duyguların yarattığı sarsıcı tutkularıyla ayrılarak kendisi başlı başına “yabani” bir roman olan Wuthering Heights’ta, yazar Emily Brontë’nin susarak anlattığı tüm anları Andrea Arnold, Kuzey Yorkshire’daki Swaledale coğrafyasına karakter kazandırarak bize gösteriyor. Catherine ve Heathcliff’in çocuklukta paylaştıkları tamamen kendilerine ait dünyanın zaman zaman naif, zaman zaman vahşi ayrıntılarını, ergenlikte yaşadıkları cinsel gerilimi karakterleri susturup doğayı konuşturarak, film çekimlerinde en çok yaşadıklarını söyledikleri şey gibi “çamurlara bata çıka” gösteriyor. Medeniyetin değil, ancak ve ancak kontrol edilemez bir doğanın çocukları olan Catherine ve Heathcliff susarken rüzgâr, kuş sesleri, köpek havlamaları, yağmur, yaprak hışırtıları, börtü böceğin, çatırdayan dalların sesleri bu filmin dili oluyor. Yabancı bir eleştirmenin bu film için “doğa senfonisi” demesi boşuna değil. Ancak bu senfoni tam da romanın ruhuna yakışır bir şekilde, içimize neşe dolarak ilkbahar yürüyüşü yapmak isteyeceğimiz bir doğa değil; kayalıklarda hayvan ölülerine rastladığınız, rüzgârın uğultusundan kulaklarınızın ağrıdığı, şiddetinden yanaklarınızın kıpkırmızı olduğu, sert ve sivri kayalara çarpıp kan döktüğünüz ve tıpkı Catherine’in Heathcliff’e yaptığı gibi akan kanınızı yanınızdakinin vampiryen müdahalelerle durdurmasının tuhaf kaçmayacağı bir doğa.

Dünyanın süper gücünün başkanının Obama olduğu, politik doğruculuğun On Emir’e eklenen on birinci emir haline geldiği bugün Heathcliff’i “siyahi” bir oyuncunun oynaması ise filmin anlatı dilinin zorluğu yanında o kadar da yadırgatıcı bir etken değil. Romanda kara tenliliği vurgulanan ve genelde çingene olarak okunan Heathcliff algısına romanın film uyarlamaları söz konusu olduğunda bir yenilik getiriyor daha çok. Şimdiye kadar ne 1939’da çekilen uyarlamada bir İngiliz soylusu gibi arz-ı endam eden Laurence Olivier, ne 1970’teki uyarlamanın James Bond gibi görünmekten kurtulamayan Timothy Dalton’ı, ne de 1992 tarihli filmin Heathcliff’i olan Ralph Fiennes bu kara tenli şeytani arzu nesnesi için doğru casting tercihleriydi. Oysa çocukluğunu Solomon Glave’in, yetişkinliğini ise James Howson’ın canlandırdığı bu uyarlamada Heathcliff, kendisine “nigger” olarak hitap edilirken daha ilk hamlede yabanileştiriliyor. Öte yandan, yönetmenin ileride intikam makinesine dönüşecek olan Heathcliff’in çocukken maruz kaldığı psikolojik etmenleri verme yolundaki çabası, onu şimdiye kadar beyazperdede karşımıza çıkan tüm Heathcliff’lerden daha kanlı canlı kılıyor. Bunda bütün olup bitenleri “nigger”ın gözünden görmemizin de etkisi büyük elbette. Dolayısıyla Heathcliff özdeşim kurulabilecek bir karaktere dönüşüyor ve Andrea Arnold’un röportajlarından birisinde söylediği gibi insana bütün sado-mazoşistliğiyle “Hepimiz Heathcliff’iz!” dedirtebiliyor. Yaptığı uyarlamayla Emily Brontë’nin içindeki Heathcliff’i öne çıkarmaya çalıştığını belirten Arnold neticede insan ruhunun aşkla ve karanlıkla olan dile getirilmesi zor ilişkisini kendine özgü anlatımıyla başarıyor.

Emily Brontë’nin yaşadıkları rahip evinin baktığı mezarlığı pencereden seyrederken romanı için neler düşündüğünü hiçbir zaman bilemeyeceğiz ama 1847’den beri bizi büyüleyen bu hikâye bana hep yazarının bazen konuşarak, bazen susarak anlatmaya çalıştığı karmaşık duygular nedeniyle asıl hepimizin içinde Catherine’i ve Heathcliff’i de aşan bir Emily’nin olduğunu düşündürmeye devam ediyor. Dantelleriniz eksik olmasın!

XOXO The Mag, Mayıs 2012






















15 Mayıs 2012 Salı

İyi Kitap Sayı 39: Melekler Siyah Olabilir mi?





Alman yazar Kirsten Boie Şanslı Aile'de, cinsiyetin, kan bağının ya da ten renginin önemi gibi sorunları bir çocuğun gözünden yalın bir tarzda ele alıyor. Yazar kurgusuyla çocukların bu sorunlar üzerine düşünmesini sağlayarak cevapları kendilerinin bulmasını sağlıyor.


Bu yazıya hüzünlü bir hikâyeyle başlamak istiyorum. Artık yetişkin olan bir arkadaşım çok mutlu bir çocukluk geçirmişti. Onu çok seven ve birçok ebeveynin aksine, ona sadece ebeveynlik “taslamayıp”, onunla arkadaş da olabilen bir anne babası, çok sevdiği bir kızkardeşi, iki katlı evlerin bahçesinde oyun oynadığı bir sürü arkadaşı vardı. Derken, ilkokulun son sınıfına geldiğinde çocukluğunun mutlu günlerini allak bullak eden bir şey oldu. Bir gün ilkokul arkadaşlarından birisi, arkadaşımın anne babasının onun gerçek ebeveynleri olmadığını yumurtladı. Kendisinden başka herkesin bildiği ama o ana kadar ondan saklanan bu gerçek anlamlandırılamaz, dile getirilemez biçimde sarsıcıydı.

Karşımızda çocuklara nasıl anlatılacağı yeterince çetrefilli bir mesele duruyor: evlat edinme. Alman yazar Kirsten Boie’nin Şanslı Aile adlı kitabının küçük kahramanı Paule de evlat edinilmiş bir çocuk. Ne var ki bu çetrefilli meselenin öznesi olan Paule’nin hikâyesi hüzünlü olmaktan çok uzak.Üstelik Paule’nin vaziyeti evlatlık olmasının dışında ırkçılık gibi meseleleri de barındırıyor, çünkü Paule beyaz bir Al-man aile tarafından evlat edinilen Afrika kökenli bir çocuk. Yazar Boie’nin bu her iki sorunsalı gerek edebi bir ustalık gerekse pedagojik bir sorumlulukla ele aldığını en baştan belirterek kitaba daha yakından bakalım.

Paule şanslı bir çocuk, çünkü küçüklüğünden beri onu karnında taşıyan başka bir annesinin olduğunu en başından beri biliyor. Kendi ifadesiyle “karnında büyüdüğü kadının sevdiği adam”ın Somalili bir öğrenci olduğu da babası tarafından ona anlatılmış. Hatta babası ona bir küre üzerinde nereden geldiğini göstererek ten renginin nedenini de açıklamış.

Şanslı Aile’nin ilk kez 1985 yılında Almanya’da yayımlandığını düşünürsek, Paule’nin ten renginin “farklılığı” oldukça göze batan bir durum, zira o yıllarda duvarları “Yabancılar Defolun!” yazıları süslüyor, Neo-Nazizm ruhu gündelik hayatta hararetle hissediliyordu. Nitekim Paule, okulda, parkta, alışveriş kuyruğunda bu gerilimi hissediyor ama bu gerilimle baş etmek için yazarın sunduğu yöntemler son derece anlamlı ve keyifli.

SICAK, SEVGİ DOLU, ESPRİLİ
Örneğin, annesine göre Paule şanslı bir çocuk, çünkü yaz tatillerinde güneşlenmeye gittiklerinde annesi bronzlaşmak için saatler harcar, bu uğurda haşlanmış istakoza dönüp günlerce derisi soyulurken, Paule’nin böyle bir derdi hiç yok. Arkadaşı Andreas’a göre de şanslı, çünkü hem doğumgünü hem de “geliş günü” var. (şu anki ailesine katıldığa güne “geliş günü” diyorlar ve bu günü de aynen doğum günü gibi kutluyorlar) ve her ikisinde de hediye alıyor. Sahip oldukları sebebiyle tek şanslı olan Paule de değil üstelik; yurttan karşılarına futbol oynamayı seven bir çocuk çıktığı için Paule’nin babası da çok şanslı. Baba-sının Paule’nin evlatlık olmasıyla ilgili bu tavrı onların pek çok konuya bakışını çok güzel yansıtıyor; sıcak, sevgi dolu, esprili, özgüven sağlayıcı bir ton bu. Kitabın üçüncü tekil anlatıcısının yakaladığı samimi ve çocuğa yakın dil de Paule’nin yaşantısını ne yadırgatıcı ne hüzünlü, aksine tanıklık etmesi oldukça keyifli bir anlatı haline getiriyor.
ÜVEY ANNE Mİ?
Paule ufak yaramazlıklar yapıp annesine yalan söylemek zorunda kaldığı zaman, masallardaki, yavrusunu ormana bırakan üvey anne klişesini hatırlayıp korku duyuyor, hatta evden kaçmaya kalkıyor. Ne var ki bütün bu deneyimlerin sonucunda karşılaştığı şeyin her türlü önyargının boşunalığı olduğunu görüyoruz. Öz ya da üvey hiçbir anne çocuğuna ne kadar kızsa da onu ormana terk etmez.

Kirsten Boie, Paule’nin farklılığını hüzünlü bir hikâye olmaktan çıkarıp “normalleştirirken”, Paule’nin etrafındaki her türlü farklılığı incelikle törpülüyor. Boie’nin kalemiyle aile, ırk, cinsiyet gibi unsurlar görmezden gelinmiyor, ama bütün bu “ayırt edici” özelliklere özel bir değer de atfedilmiyor; sevgi ve gerekli dozda akılcı bir yaklaşım zaten en şanslı aileyi işaret ediyor.
Şanşlı Aile
Kirsten Boie
Resimleyen: Silke Briks
Çeviren: Suzan Geridönmez
Günışığı Kitaplığı, 152 sayfa