9 Temmuz 2013 Salı

"Okurken Kitap Ayracı Gerektiren Çizgi Roman": Grafik Roman



Çizgi roman bir tutkudur. Süper kahramanların cazibesi kiminin çocuklukta kanına bulaşır, kimi geç yaşta da olsa onların büyüsüne kapılır. Ama şurası bir gerçek ki uluslararası bir ‘event’ olarak medya konusu haline gelen Comic Con çizgi roman festivalinden tutun, şehrin dört bir yanında karşımızda beliriveren çizgi roman dükkanlarına, kahramanlar temalı kostümlü partilere kadar çizgi roman hiçbir zaman olmadığı kadar hayatımızın içinde. Bu tutkuyu yaşamaya devam edelim ama sizlere yepyeni ve heyecan verici bir önerimiz var. Çizgi romanların karşı konulamaz görsel büyüsüne ilaveten süper kahraman maceralarına alternatif olarak konusunu bizzat içinde yaşadığımız dünyadan alan nitelikli edebi metinler okumak istemez misiniz? O halde grafik romanlarla tanışmalısınız.

2007’de animasyon formatında sinemaya da aktarılan, İran’daki İslami devrimler sırasında büyüyen bir kız çocuğunun hikayesini anlatan Persepolis, grafik roman deneyimini ve keyfini bize yaşatan ilk örnek olmuştu. Türkiye’de henüz çok yaygın olmayan bu türe ilgi duyan yayınevleri ve editörler, en güzeli de Türkçe grafik romanlar yavaş yavaş da olsa belirmeye başladı. Oldukça nitelikli grafik roman çevirileri yayımlayan İletişim Yayınları’nın editörü Levent Cantek’e bu heyecan verici kitaplar üzerine sorular yönelttik.  Levent Cantek’in bu yıl DumAnkara, Hayat Bir Yangındı adlı kendi grafik romanını yayımlamış olması ise bizleri ayrıca heyecanlandırıyor ve bu türün Türkiye’de yaygınlaşması için umut vadediyor.

Grafik romanı çizgi romandan ayıran nedir?
Grafik roman için daha nitelikli çizgi roman denebilir. Her şeyi başaran, muktedir kahramanların merkezde olduğu geleneksel çizgi romanlardan farklı bir hikayesi olan, edebiyata yakın, daha insani ve daha derinlikli metinler. Kitap ayracı kullanarak okunan çizgi romanlar da deniyor.
Grafik romanın Türkiye'deki durumu ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Türkiye'de grafik roman üretimi var denemez, bu tanıma dahil edilebilecek örnekler tek tük sayılabilir. Genellikle çeviri örnekler sayılıyor, grafik roman denildiğinde... Maus, Persepolis veya Joe Sacco işleri gibi...
DumAnkara, Hayat Bir Yangındı Türkiye’deki grafik roman üretiminde nasıl bir boşluğu dolduruyor?
Benim asıl çabam, çizgi roman okurlarının dışındaki bir okura ulaşmak, grafik romanın Türkçe edebiyat literatüründe kendine yer açabilmesini sağlamak. Büyük laflar etmeyi sevmem ve her işe illa amaç ekseninde bakmak da tatsızdır, onun da farkındayım ama grafik roman deryasının farkında olunmasını istiyorum. İnsanlar grafik roman okusalar, çizgi roman denildiğinde akla gelen şeylerin tamamen dışında bir şeylerle karşılaşacaklar çünkü.

Okuma Önerilerimiz

DumAnkara, Hayat Bir Yangındı, Levent Cantek

Levent Cantek’in DumAnkara, Hayat Bir Yangındı adlı grafik romanı, 21 hikayeyi ve 19 çizeri bir araya getiren, 1916 yılından günümüze kadar tamamı Ankara’da geçen hikayelerden oluşan bir çalışma. Hikayelerin tamamı Cantek’a aitken, her çizer kendine özgü bir estetik anlayışla hikayeleri yorumluyor ve ortaya çok sesli, ‘enerjisi yüksek’ bir roman çıkıyor. Kitabı en güzel Cantek’in kendisi tanıtıyor: “İsli sabahçı kahveleri, ekmekle soğan, nam için yaşayan hikâyelerin mahallesi. Kaledibi, Altındağ, Eskitepe. Kabadayı yevmiyesi. Azap ceketi, hayal hançerleri, yıkıldı yıkılacak ahşap evler, teneke çatılar, güvercin taklaları, afyonun ve tütünün saati. Şıngır mıngır sofralar, Allah'ın inayetine şükran. Yerdeki kel halılar, ahbapsız apartmanlar, siyahî gündüzler, şehirdeki tezek kokusu, eskiyip cızırdayan plaklar... DumAnkara, Hayat Bir Yangındı yeraltının dumanını tüttürüyor, sokağın kirini konuşuyor. Perdesi kısa gelmiş evi, kale arkasını, çıldırmasa görülmeyecek yoksulları, para kokan âlemleri, 'Lan, sen ne alçaksın dünyayı ' dönderiyor...”

Yıldız Tutulması, Ender Özkahraman


Ender Özkahraman’ın çizgi hikayelerinden derlediği, Orası Öyküleri, Herkes Aşağı İnsin, Son Kullanma Tarihi gibi önceden yayımlanmış kitapları da var ancak Yıldız Tutulması, tek bir hikayeye odaklanan bir grafik roman. Güneydoğu’da geçen bu roman, dağla şehir, parti ile devlet, masal ile gerçeklik arasındaki bir dünyada Ruken ile Pervin adında iki kadının hikayesini anlatıyor. Tepedeki helikopter seslerinden uyuyamayan bebekler, sürekli etrafta kol gezen polisler, esaslı ‘abiler’, teslimiyet ve hıyanet arasındaki gerilim Yıldız Tutulması’nı özetleyen anahtar sözcükler. Çizgi roman kahramanlarının süper güçleri varsa böyle bir dünyada kıstırılmış olan Ruken ile Pervin’in de ‘cesaret’ adında bir süper gücü var. Ender Özkahraman’ın hikayeyi kanlı canlı kılan çizimleriyle Yıldız Tutulması bizi çok da anlatılmayan bir coğrafyada zuhur eden büyüleyici ve kendine özgü bir kahramanlık hikayesine davet ediyor.

 Berlin: Taş Şehir (Birinci Kitap), Berlin: Duman Şehir (İkinci Kitap), Jason Lutes

Jason Lutes'un üçleme olarak tasarladığı grafik roman serisinin ilki Berlin: Taş Şehir, Almanya'nın Weimar Cumhuriyeti döneminde kapkaranlık yıllar yaşayan Berlin’i ve insanlarını anlatıyor. Gazeteci Kurt Severing ve Köln’deki orta sınıf yaşamından kaçıp Berlin’e resim eğitimi almaya gelen genç Marthe Müller’in aşk ilişkisi etrafında gelişen tarihi olaylarla iç içe geçen çok sayıda karakteri de hikayeye dahil ediyor. 1928 yılı Eylül'ünden 1929 yılının İşçi Bayramı'na kadar geçen sekiz aylık bir dönemi anlatan Taş Şehir, giderek daha karanlık bir geleceğe doğru yol alan Berlin halkının, ümitlerini ve mücadelelerini etkileyici bir görsellikle bizlere sunuyor.
Bu epik tarihi hikayenin ikinci kitabı olan Berlin: Duman Şehir ise 1929’daki kanlı işçi bayramından başlayıp 2. Dünya Savaşına doğru ilerleyen Berlin’de birinci kitaptaki karakterlerin hayatlarını anlatmaya kaldığı yerden devam ediyor. Komünistlerle, Nasyonal Sosyalistlerle, Yahudilerle, polislerle, işçilerle, kime oy vereceğini bilemeyen şaşkın orta sınıfla çalkalanan Berlin’de, Kurt ile Marte’nin ilişkisi çıkmaza girince Marte sayesinde şehrin karanlık ve yozlaşmış yeraltındaki şehir hayatına tanıklık ediyoruz. Lutes’un görkemli çizgilerinden Amerikalı siyahilerin Berlin’in gece kulüplerinde çaldığı ‘şeytan müziği’ caz ezgileri yükseliyor, Marlene Dietrich benzeri sigaradan sesleri boğuklaşmış maskülen kadın şarkıcıların sahne aldığı lezbiyen kulüpleri dikizler gibi oluyoruz. Üçüncü kitabı heyecanla beklemek durumundayız.

Maus: Hayatta Kalanın Öyküsü,  Art Spiegelman

Amerikalı çizer Art Spiegelman’ın 1991’de yayımladığı Maus: Hayatta Kalanın Öyküsü, 2012 yılında İletişim Yayınları tarafından yayımlandığında “geç olsun da güç olmasın” deyip bağrımıza bastık. Kitap konu aldığı dönem itibariyle Berlin: Duman Şehir’in kaldığı yerden devam ediyor görünüyor keza 2. Dünya Savaşı Almanya’sının toplama kamplarına giden sürecini anlatıyor. Romanın en ilginç özelliği insan ırkını hayvanlar üzerinden, Yahudileri fareler, Almanları kediler, Yahudi olmayan Polonyalıları domuzlar olarak anlatarak karanlık olduğu kadar mizahi bir alegorik dünya kurması. Kitabın 1992’de aldığı Pulitzer ödülünün bir grafik romana verilen ilk ödül olduğunu da belirtelim.

Cash: Her Yer Karanlık, Reinhard  Kleist

2012 yılında grafik roman yayıncılığında "bağımsızlık" ilkesiyle yola çıkan Flaneur Comics'in ilk bastığı kitaplardan biri bir biyo-grafik roman. Yeni başlayanlar için Johnny Cash. Şarkıcının maddi zorluklarla, tarım işçisi olduğu yılların göçebeliğiyle geçen karanlık yıllarından star oluşuna; star oluşun, aşkın, uyuşturucunun onu soktuğu başka bir karanlığa dair sıradışı çizimlerle dolu bir roman bu. Onun şöhretle kurduğu kırılgan çizgi, yoksulların, hapishane mahkumlarının sesi oluşu bu çizgi dünyasında yepyeni ve etkileyici bir boyut kazanıyor. Şarkılarının hikayesi de ayrıca veriliyor. Yurtdışında bol ilgi gören ve ödül kazanan bu biyo-grafik roman, hem bu türe hem Johnny Cash'e gönül verenler için taptaze bir lezzet niteliğinde. Flaneur Comics'in grafik eylemlerinin devamını diliyoruz. 

*Bu yazı Miller Time dergisinin Yaz 2013 sayısında yayınlanacaktı. Ancak alkol yasasındaki yeni 'düzenlemeler'in gazabına uğrayan dergi şimdilik yayın hayatına son vermiş durumda.

6 Mayıs 2013 Pazartesi

İyi Kitap, Mayıs 2013, Gezegenimi Seviyorum


Gezegenimi Seviyorum

Nilay Kaya


İçinde yaşadığımız gezegene olan merak çocuk yaşta başlar. Onun sıhhatini ve geleceğini korumaya yönelik bilinçlenmenin de ne kadar erken bir yaşta başlarsa daha iyi olacağı malum. Caretta Çocuk Yayınları bu bilinçlenmeye hizmet edecek üç kitabı “Gezegenimi Seviyorum” ortak başlığıyla yayın hayatına kazandırmış durumda: Su, Atıklar, ve Sürdürülebilir Kalkınma adını taşıyan Fransızcadan çevrilmiş bu kitaplar, okullarda okutulan Hayat Bilgisi derslerinin müfredatına alternatif olarak, gerek içerikleri gerekse görsel zenginlikleriyle çocuklar için çevre bilinçlenmesine önemli katkılar sağlıyor.

Michéle Mira Pons’un yazdığı Sophie Lebot’nun resimlediği Su “mavi altın” olarak tanımladığı suyun yeryüzündeki hayat için zorunluluğunu ayrıntılı bir şekilde sunarken, günümüzde tükenmekte olan su kaynaklarına ve suyun kullanımı konusunda gösterilmesi gereken hassasiyete dikkat çekiyor. Dünyanın başına gelmesi muhtemel kıyamet senaryolarını konu alan romanlarda ve filmlerde suyun gerçekten de bir “altın” olarak sunulduğuna rastlarız. Kitap bu kıyamet senaryolarının gerçekleşmemesi adına günlük hayatta; odada, banyoda, okulda, tatilde uygulanabilecek pratik çözümler de öneriyor.

Öncelikle dünyanın olduğu gibi bizlerin de büyük çoğunluğunun sudan oluştuğunu vurgulayarak suyun altın değerindeki önemine dikkat çeken kitap, yeryüzünde ve gökyüzünde suyun döngüsü, sudan elde edilen tuz ve ona olan ihtiyacımız, suyun tarımda ve endüstride olmak üzere çeşitli kullanım alanları, yeraltı suları ve minerallerin önemi gibi suya dair hayati bilgileri sunuyor. Bu bilgilerin zihinde daha kolay somutlaşabilmesi için suyun çözücülüğünü, cisimlerin hacmini ölçmeye yarayabileceğini gösteren ‘uygulanabilir’ deneyler verdiği gibi kendi kendimize bulut yapma şansını dahi elde ediyoruz. Günlük hayatımızda temizlikten enerji üretmeye, taşımacılıktan çeşitli endüstri alanlarında kullanım alanı olan suyun geleceğini kurtarmak adına neler yapılabilir sorusu kitabın sonunda en çok üzerinde durduğu mesele. ‘Mavi altın’ savaşlarının çıktığı günleri görmemek için bir an önce bu kitabın sayfalarını çevirmekte fayda var.

Caretta Çocuk Yayınları’nın bu üç kitap için ortak bir sloganı daha var: “Daha yaşanılabilir bir dünya için.” Jean François Noblet’nin yazıp Laurent Audouin tarafından resimlenen Atıklar gezegeni korumak için dikkate alınması gereken başka bir konuya odaklanıyor. Her gün çöp kutularımızı dolduran gazete kâğıtları, yemek artıkları, ambalajlar, eskimiş teknolojik aletler gibi nesnelerin hepsinin geri dönüşüme uğrayamadığı düşünülecek olursa doğanın bu yüzden de tehlikede olduğunun altı çiziliyor. İhmalkârlık ve çevreye karşı bilinçsizlik yüzünden türlerine ayırmadan atılan ya da kontrol altına alınması gereken çöplerin yaratabileceği tehlikeler eğlenceli görseller eşliğinde detaylarıyla anlatılıyor. Örneğin su geçirmeyecek şekilde muhafaza edilmesi gerektikleri halde edilmeyen atıkların metan gazı ve zararlı sıvılar ürettiği açıklanıyor. Bu arada, bütün bu detaylı bilimsel bilgiler verilirken haliyle anlamını bilmediğimiz terimlerle de karşılaşıyoruz. Metan gazının tam olarak ne demek olduğunu bilmiyor muyuz? Kitabın arkasında tıpkı serinin diğer kitaplarında olduğu gibi özenle hazırlanmış birer sözlük buluyoruz.

Peki atıkların doğa için yarattığı tehlikelere karşı ne gibi önlemlere başvurulmalı? Yakma işleminden tutun bireysel olarak daha az atık üreterek, mümkün olduğunca geri dönüşüme uygun malzemeler kullanarak yapabileceğimiz birçok şey olduğunu göreceksiniz. Danimarka ve Yeni Zelanda gibi ülkelerin geri dönüşümü arttırmak amacıyla “sıfır atık” prensibini benimsemesi, Çin’de bir şehirde plastik poşetlerle savaşmak için vatandaşlara söğüt ağacından yapılmış sepetler dağıtılması gibi durumlar iyi bir örnek teşkil edebilir. Alışverişe giderken bez bir çanta götürüp markette bize verilen plastik poşetlere “hayır, teşekkürler” diyerek anlamlı bir başlangıç gerçekleştirebiliriz. Kullandığımız nesneleri bir kez bozulduklarında çöpe atmak yerine tıpkı eski günlerde olduğu gibi onları tamir etme/ettirme girişiminde bulunmak, artık işimize yaramayan eşyaları ihtiyacı olanlara vermek ya da reel ve sanal bitpazarlarında satışa çıkarmak başvurabileceğimiz diğer yöntemler olabilir. Daha fazlası ve arkadaşlarla beraber de keyifle uygulanabilecek temizlik operasyonu önerileri için bu kitap biçilmiş kaftan.

“Gezegenimi Seviyorum” serisinin son kitabı olan Marie-Sophie Bazin imzalı Sürdürülebilir Kalkınma bir bakıma su ve atıklar üzerine yeterince bilinçlendikten sonra ileriye dönük başka neler yapılabilir sorusuna odaklanarak çevre bilinci ve daha adil bir dünya konusunda genel ve kapsamlı bir bakış açısı sunuyor. Keza sürdürülebilir kalkınma meselesi, sadece ‘yeşil’ bir gezegeni değil ‘adil bir yeşil gezegen’de yaşamayı da amaç ediniyor. Kitap sayesinde bu  ‘yeşillikte’ bir gezegene kavuşmak için telaffuz edilen karbon vergisi, ekolojik iz, koruma altındaki alanlar, çevre dostu oluşumlar gibi kavramlar hakkında bilgi sahibi oluyoruz. Adına küreselleşme denen olgunun beraberinde eşitsizliği ve bencilliği de getirerek maalesef dünyayı herkes için yeşil kılmadığı gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Ancak paniğe ya da umutsuzluğa kapılmak yerine kendimiz için küçük ama gezegenimiz için büyük adımlar atabiliriz. Kitapta da söylendiği gibi bunun yolu “yaşam tarzımız ve yaptıklarımızla ilgili seçimlerimiz”den geçiyor.

Sürdürülebilir kalkınma için 1972’de Stockholm’de gerçekleşen İnsani Çevre Konferansı’nda ortaya atılan “küresel düşünüp yerel hareket etme” düsturu, ortağı olduğumuz gezegen adına her bireyin sahip olması gereken bilince işaret ediyor. Size kitaptan hemen bir öneri sunalım: “Şehrinde sürdürülebilir kalkınma ile ilgili hazırlanan projeleri araştır, bu projelerde okulunla birlikte veya bireysel olarak yer al.” Bu tip projeler bulmakta zorlanıyorsak da kendimiz oluşturmak için neden harekete geçmeyelim? Kitap ayrıca bu konudaki bilinçlenme adına okullara büyük roller düştüğünün de altını çiziyor ve “eko-okul” programlarını tanıtıyor. Bu kitabı okuduktan sonra kendinize hemen bir ajanda edinip kendi “sürdürülebilir ajandanızı” oluşturabilir, bir gün et yemeyerek, bir gün bir fidan ekerek, bir gün hiç alışveriş yapmayarak,
bir yıl boyunca her ayın bir gününde sürdürülebilir bir dünya için bireysel bir katkıda bulunabilirsiniz.

Türkçeye çevrilirken bu kitapların sonuna konuyla ilgili daha fazla bilgi edinmek için ulaşılabilecek internet sitelerinin de eklendiğini belirtelim. Galiba artık harekete geçmemek için elimizde hiçbir neden kalmıyor…

Su, Michèle Mira Pons, Caretta Çocuk, Mart 2012, 31 syf.
Atıklar, Jean-François Noblet, Caretta Çocuk, Mayıs 2012, 31 syf.
Sürdürülebilir Kalkınma, Marie-Sophie Bazin, Caretta Çocuk, Eylül 2012, 31 syf.

11 Nisan 2013 Perşembe

Romanlardan Peliküle, Miller Time, Nisan 2013


Romanlardan peliküle: 10 Edebiyat Uyarlaması

Nilay Kaya


Alfred Hitchcock, François Truffaut ile yaptıkları bir söyleşide zamanında New Yorker’da yayımlanan bir karikatürü anlatarak edebiyat uyarlamalarının kendince ne anlama geldiğini söyler: İki tane keçi buldukları film şeritlerini yemektedir. Biri diğerine şöyle der: “Şahsen kitabını daha çok beğenmiştim.” Edebiyat uyarlamaları için en sıklıkla kurulan cümledir bu keçinin cümlesi. Bununla birlikte severek okuduğumuz bir kitabın beyazperdeye uyarlandığını duyduğumuz zaman peşin hükmümüze rağmen kitaptaki dünyanın nasıl görselleştirildiğini görmek için karşı konulamaz bir dürtü de duyarız. Bir kez sinema salonundan çıkılmayagörülsün, “Ama şu sahne çıkarılmıştı”, “Şu karakter hiç hayal ettiğim gibi değildi” yolundan şikayetler başlar. Oysaki çok basit bir şey unutulur: İzlenilen film ne kadar kitaptan uyarlama da olsa artık bağımsız bir sanat eseridir. Filmin yönetmeni de sizin gibi kitabı okumuş ve kendi hayal dünyasını görselleştiren kişidir aslında. O kendine özgü dünya sizinkiyle örtüşmese de aslında ne yapıp edip kitabı yeniden okuma isteği uyandırır. İşte iki sanatın büyülü etkileşimi burada saklıdır. Sinemalarda Tolkien’ın fantastik âleminden ikinci durak The Hobbit’in, Yann Martel’in Life of Pi’sinin, ağırtop Rus klasiği Anna Karenina’nın uyarlamalarının arzı endam ettiği bugünlerde sizler için geçmişten bugüne huzurlarımıza çıkan edebiyat uyarlamalarına bir göz attık. Herkesin uyarlaması kendine...

The Great Gatsby (1974)

Edebiyat uyarlamaları içinde belki de en çok sevilenlerden biri F. Scott Fitzgerald’ın fakirliği yüzünden reddedilen, yıllar sonra parası puluyla sevdiğini yeniden elde etme özlemiyle yanıp tutuşan Jay Gatsby ve büyük aşkı Daisy’nin hikâyesini konu alan romanının bu uyarlaması olabilir. Robert Redford ve Mia Farrow gibi doğru bir casting tercihiyle, önce Truman Capote tarafından yazılan, sonra ise Capote’nin Nick ve Jordan karakterlerini eşcinsel yapması nedeniyle Capote’den alınıp Francis Ford Coppola’ya emanet edilen senaryosuyla, romanın başlıca haleti ruhiyyesi olan Caz Çağı’nı buram buram verişiyle film unutulmaz uyarlamalar arasında. Gatsby’nin obsesif arzu nesnesi Daisy karakterini oynaması için kimler düşünülmemiş ki? Ali MacGraw, Faye Dunaway, Natalie Wood ... Gatsby rolü için ise Warren Beaty, Jack Nicholson, Steve McQueen, Marlon Brando teklif götürülen isimlerken bugün Gatsby denilince Robert Redford’dan, Daisy denilince Mia Farrow’dan başka bir ismi düşünmek hâlâ çok zor.

The Great Gatsby (2013)

Peki ya Leonardo Di Caprio’yu Gatsby, Carey Mulligan’ı Daisy olarak nasıl karşılayacağız? Bunun yanıtını verebilmek için önce 2013 yılbaşında gösterime gireceği açıklanan, sonra ise mayısa ertelenen Baz Luhrmann uyarlamasını beklemek zorundayız. Filmin yayınlanmakta olan iki fragmanını izleyince Baz Luhrmann’ın tam da kendinden beklendiği üzere, Romeo+Juliet ve Moulin Rouge’da yaptığı gibi geçmişi günümüz pop kültürüyle harmanlayan, bol şenlikli karnaval dünyalar sevgisinden mütevellit oldukça kendine özgü bir uyarlamayla karşılaşacağımız ortada. Bu ne anlama geliyor? 1920’lerin Caz Çağı, bol bol dökülen şampanyalar, hunharca fırlatılan havaifişeklerle en grotesk haliyle karşımıza çıkarken, fonda da Kanye West ile Jay Z, Jack White ve Florence&The Machine dinleyeceğiz.

 Anna Karenina (2012)

Büyük Rus yazarı Tolstoy’un merkezinde bir aşk-ı memnu vakasını barındıran klasiği Anna Karenina defalarca sinemaya uyarlandı. Şimdilerde daha önce Pride and Prejudice ile The Atonement gibi romanları da sinemaya uyarlayan Joe Wright da bu sevdaya kalkışarak bizlere yeni bir Anna Karenina sunuyor. Başrolü gedikli aktrisi Keira Knightley’ye veren Wright, bize kalırsa romanı orijinal bir şekilde uyarlamak adına, tiyatro sahnesini sinemaya taşımak suretiyle ilham perilerini Baz Luhrmann’dan ve Lars Von Trier’in Dogville deneyinden ödünç alıyor. Bu teatrallik romana yeni bir yorum getirme iddiasını taşırken kimilerine safi estetik bir haz, kimilerine de yapaylık hissi verebilir. Ancak ne olursa olsun Jude Law’u aldatılan aziz kılıklı eş Karenin olarak izlemek paha biçilemez.

The Hobbit: An Unexpected Journey (2012)

Sinema tarihinin en az kitapları kadar sevilen, Oscar’larla dahi taçlandırılan edebiyat uyarlamalarına, Lord of The Rings serisine imza atan Peter Jackson’ın Tolkien uyarlamaları meşhur serinin ön adımı olan The Hobbit’ten yaratılmış bir üçlemeyle bu yıl start verdi. Jackson tek bir kitaptan üç film çıkarmak gibi bir işe kalkıştığı için bu sefer “Ama kitapta olan şu olay, şu karakter filmde yoktu” isyanını etme şansı yok, aksine bu sefer kitabın üzerine yepyeni karakterler ve hikâyeler inşa edilmiş durumda. Bu yenilikler Tolkien evrenine doyamayanlar için bir nimet niteliğinde. Örneğin romanda bu kadar sahnesi olmadığı halde, Cate Blanchett suretinde çok sevildiği için bonus tadında Galadriel’li sahneler eklenmiş filme. Cücelerin bütün şirinlikleri, Martin Freeman’ın muazzam Bilbo Baggins yorumu, sevgi ve nefret odağı Gollum’un varlığı, ilk filmin sonunda henüz sesini duyamasak da ejderha Smaug’u ve Necromancer’ı çok sevgili “Sherlock” Benedict Cumberbatch’in seslendiriyor oluşu sinemaya koşmak için yeterli nedenler.

Life of Pi (2012)

Yann Martel’in 2002 Man Booker ödüllü romanı Life of Pi M. Night Shyamalan, Jean-Pierre Jeunet gibi yönetmenlerin adının geçtiği bir uyarlama projesi olarak bir süre ortalıkta dolandıktan sonra nihayet Ang Lee tarafından sinemaya aktarıldı. Pasifik Okyanusu’nun ortasında batan bir yük gemisinden kurtulan tek filintanın mürettebatını 16 yaşındaki Pi, bir sırtlan, bacağı kırık bir zebra, dişi bir orangutan ve Richard Parker adında 100 kiloluk bir Bengal kaplanı oluşturmaktadır. Pi’nin tanrı ve din sorgulamaları eşliğinde vuku bulan hayatta kalma serüveni Nuh’un Gemisi endamında salınıyor, hem de görsel şölen becerisine genelde güvendiğimiz Ang Lee sayesinde. Hikâyenin aldığı hale ise izleyip karar vereceğiz...

Les Misérables (2012)

Söz konusu roman bir klasik olunca sinemaya defalarca uyarlanması da kaçınılmaz oluyor. Victor Hugo’nun Les Misérables’ı da böyle romanlardan. Kürek mahkumu Jean Valjean’ı Hugh Jackman’ın, Müfettiş Javert’i Russel Crowe’un, yoksul anne Fantine’i Anne Hathaway’in, Fantine’in kızı Cosette’i Amanda Seyfried’in canlandığırdığı Les Misérables’ın yeni versiyonunu haleflerinden ayıran en önemli özelliği müzikal olması. Filmin yıldız kadrosunun diğer isimleri olan Helena Bonham Carter ile Sacha Baron Cohen, daha önce Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street’te de birlikte rol almış ve bol bol şarkı söylemişlerdi ancak filmin çekimleri süresince diğer oyuncuların müzikal performanslarının nasıl olduğuna dair merak, Anne Hathaway ile Hugh Jackman’ın rolleri gereği girdikleri, sağlıklı oldukları epey tartışılan rejimlerinin kopardığı gürültü kadar büyüktü.


Wuthering Heights  (2011)

19. yüzyıl İngiliz edebiyatının tekinsiz kraliçesi Emily Brontë’nin eksenine ölümcül boyuttaki tutkulu bir aşk ve intikam öyküsünü alan klasik romanı Wuthering Heights Luis Buñuel ve Metin Erksan gibi şaşırtıcı isimler de dahil olmak üzere çeşitli yönetmenler tarafından sinemaya uyarlandı. Şeytani çekiciliğin adeta sözlük karşılığı olan Heathcliff şimdiye kadar Laurence Olivier, Timothy Dalton, Ralph Fiennes gibi aktörler tarafından canlandırıldı. Andrea Arnold’ın çektiği yeni uyarlamadaysa Heathcliff’i ilk kez siyahi bir oyuncu olan James Howson canlandırıyor. Romanda koyu renk teni olduğu vurgulanan Heathcliff  için böyle bir casting tercihi yapmak son derece makul bir karar. Romana mekan olan Yorkshire’ın ürkütücü ve Heathcliff’le Catherine arasındaki sarsıcı aşkı iyiden iyiye depreştiren yabani doğası bu filmin gözbebeği desek yeridir. Film boyunca hiç müzik duymayıp bu vahşi doğanın seslerini dinledikten sonra finalde Mumford&Sons’ın film için bestelediği “The Enemy”yi hafif bir tokat mahiyetinde dinlemek ise tüyler ürpertici bir deneyim.


Never Let Me Go (2010)

Kazuo Ishiguro’nun gizemli bir yetimhanede ‘tuhaf’ amaçlar uğruna yetiştirilen üç çocuğun hayatını konu alan, belirsiz bir zamanda geçen yürek burkan romanı Never Let Me Go Mark Romanek tarafından sinemaya uyarlanmış, ‘ölümcül’ üçlüye Andrew Garfield, Carey Mulligan ve Keira Knightley hayat vermişti. Genç oyuncuların tutkulu performansları ve yarattığı atmosfer filmin en az roman kadar yürek burkmasına neden oluyordu. İkinci izleyiş için hazmetmesi zor, romanın sadık hayranları tarafından genelde benimsenen, uydurma bir şarkıcı olan Judy Bridgewater’ın “Never Let Me Go”sunun kasetten dinlendiği sahnelerin kulağa hep çalındığı unutulmayacak bir uyarlama izlemek isteyenler kaçırmasın.


Harry Potter (2001-2011)

Yediden yetmişe herkesi büyüleyen Harry Potter serisi 2001’den 2011’e kadar dört ayrı yönetmenin elinden geçerek 8 filmle seyirciyle buluştu. Alfonso Cuarón gibi görece avangard bir yönetmene teslim edilen üçüncü film Prisoner of Azkaban başta olmak üzere genellikle hayranlarının beklentilerini boşa çıkarmayan uyarlamalardı Harry Potter filmleri. Harry Potter ve kendisi gibi büyücü arkadaşlarını canlandıran Daniel Radcliffe, Emma Watson ve Rupert Grint on yıl içinde gözlerimizin önünde büyürken, İngiltere’nin gencinden yaşlısına yıldız oyuncularının her birini Hogwarts’ta konuk olarak ağırladık. Listede kimler yok ki? Alan Rickman, Gary Oldman, Kenneth Branagh, Ralph Fiennes, Robert Pattinson, Helena Bonham Carter ilk elden akla gelenler. The Goblet of Fire’ın yıl sonu balosunda Jarvis Cocker’ın sahne alıp “Do the Hippogriff” ile Hogwarts camiasını coşturması ise akıllara kazınan bir sahneydi.  Gözlüklü büyücünün büyümesiyle bir devir kapandı, bakalım J. K. Rowling’in bundan sonra yazacakları da aynı şekilde sinemaya uyarlanma isteği uyandıracak mı?



Twilight (2008-2012)

“Bir devir daha kapandı” dedirten bir diğer seri uyarlama da şüphesiz vampir edebiyatına ergenlik ve katışıksız romantizmle harmanlanmış yeni bir soluk getiren Stephenie Meyer imzalı Twilight serisinin birebir olduğunu söyleyebileceğimiz uyarlamaları oldu. Kitaplar halihazırda birer bestseller iken vampir Edward Cullen rolü için seçilen Robert Pattinson’ın varlığı filmleri de birer gişe canavarına dönüştürmekte hayli etkili oldu. Fetiş nesnesi vampirin getirdiği yankının üstüne bir de Pattinson’ın gerçek hayatta da Bella Swan’ı canlandıran Kristin Stewart ile girdiği ilişkinin tabloit basına yansıması filmlere olan ilgiyi iyiden iyiye artırdı. Dracula benzeri “old school” vampirlerin hayranlarını çileden çıkartan bir seri olsa da Twilight uyarlamaları artık yadsınamaz bir fenomen. Vampirlik hiçbir zaman bu kadar çekici olmamıştı!









Gri Gölgeler Arasında

Litvanya'nın trajedisi, Doğu Avrupa'nın hikayesi

Selçuk Uygur 04-04-2013, Sabit Fikir

 

14 Haziran 1940, Litvanya’nın başkenti, Moskova’dan gönderilen ültimatomla sarsılıyor. Kızıl giyinmiş Azrail, II. Dünya Savaşı’nın bulutları üzerinde, orağıyla çekicini tehditkar bir biçimde Baltık devletlerine savuruyor. Rus İmparatorluğu’nun “Ancien Régime”ini kendi kanında boğmuş olan Sovyetler, bir konuda selefiyle bütünüyle hemfikir: Rus İmparatorluğu’nun agresif XIX. yüzyıl dış politikasının soluksuz icrası. III. Reich’ın Fransa ve İngiltere ile tek cephede savaşabilmek için satranç tahtasında rok yaparak Sovyetler’e feda ettiği Litvanya çaresiz, teslim oluyor. Başkan Smetona silahlı direniş çağrısı yapıyor, lakin parlamento ve subaylar David’in pabuçlarını giyip Goliath’a karşı durmayı “romantizm” olarak niteliyor. Hürriyet, Sibirya’daki ölüm kamplarına tek yön biletiyle seyircilerin gözyaşları arasında sahneyi terk ederken, yerini NKVD, Politbüro, sürgünler, açlık, ölüm ve elli yıllık esaret alacaktır.
 Litvanya tarihine kısaca bir göz atmamızın sebebi, elimizde, mezkur konjonktürde ABD'ye göç etmiş Litvanyalı bir ailenin kızı olan Ruta Sepetys’in, yine söz konusu dönemi konu alan tarihsel romanı Gri Gölgeler Arasında’sının bulunması. Sepetys’in çıkış kitabı olan eser, 15 yaşındaki Lina, 10 yaşındaki kardeşi Jonas ve anneleri Elena’nın babalarının ortadan kaybolmasından bir gün sonra Sovyet otoriteleri tarafından tutuklanmasıyla başlıyor. Küçücük bir vagona istiflenen ailemiz, lohusa bir anne ve göbek bağı henüz kesilmiş bebeğinden tutalım, öldürülmüş bir Litvanya subayının karısı ve annesinin yanında kalabilmek adına özürlü taklidi yapan çocuğuna kadar birbirine esaretin zincirleriyle bağlanmış birçok hikayenin yoldaşlığında, günde iki kova su ve bir kova yemek eşliğinde bir kolhoz’a doğru sekiz hafta sürecek bir sürgün yolculuğuna gönderiliyor. Donmuş toprağın üzerinde çıplak elleriyle çalışan, kampta hastalıktan kırılan, tam da artık daha kötüsü olamayacağını düşünen ailemiz maalesef yanılmaktadır...

Tarihsel masal saçmalığından uzak

 Romanın tarihi bağlamda başarılı olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Yazarın, cesetlerin terörüyle çevrilmiş grotesk sahneleri herhangi bir edebi yumuşatmaya gitmeden betimlemesi, dönemin rahatsız edici, ağır ve karanlık ruhunu sayfalara güçlüce yansıtarak, kurguyu birçok eserin düştüğü “tarihsel masal” saçmalığından uzak tutuyor. Özellikle sürgün ve açlık süreçlerindeki anlatının Vasili Grossman gibi ustaların yakınına düşüyor olması ise dikkat çekici. Rahatsızlık veren yegane nokta Litvanca isimlerin Amerikanlaştırılmış olması. Edebi olarak ise, Sepetys’in dil kullanımında kısa ve hedef odaklı cümleleri ile yalın mimetik yöntem tercihi, kimi zaman bize boşlukları doldurma fırsatı sunarken, kimi zamansa karakterler/yaşananlar ile okuyucu arasında özdeşleşme sorununa sebep oluyor ki, bu durum karakterlerin yüzeysel bir hale bürünmesiyle sonuçlanabiliyor. Yazarın ilk kitabı olması adına hoş görülebilecek edebi aksaklıkları bir yana bırakalım... Sepetys, gelecekte dönem ve bölge üzerindeki altyapısını daha ince örülmüş bir yazın ile harmanlayabilirse “Baltıklı bir Hans Fallada” bizim için sürpriz olmayacaktır.

Gri Gölgeler Arasında, Ruta Sepetys, Deli Dolu, 2013. Çeviren: Nilay Kaya



22 Şubat 2013 Cuma

İyi Kitap, Mart 2013, Şu Köşede 101 Tekerleme, Bu Köşede 101 Yanıltmaca





Nilay Kaya


Çocuk edebiyatının derleme üstadı Süleyman Bulut’tan iki yeni derleme kitabı daha Tudem Yayınları’ndan çıktı. 101 Yanıltmaca ve 101 Tekerleme Türk folklorunun en değerli dil hazinelerinden ikisini günümüz çocuklarıyla tanıştırıyor.

“Sepet sepet yumurta, sakın beni unutma, unutursan küserim, mektubumu keserim…” İlkokul çağlarında sıra sıra gezdirdiğimiz hatıra defterlerimize, arkadaşlarımız için yazdığımız sevgi dolu satırları, güzel söz söylemeyi beceremeyenlerimiz dahi bu hoş tekerlemeyle bitirirdi. Tekerlemenin son kısmının duruma göre değiştiği de görülürdü: “Unutursan küserim, gözlerinden öperim,” gibi bir bitirişle hitap edilen kişiye küsme tehdidi savrulsa da kıyılamazdı bazen. Akşam çökene, anneler balkonlardan sarka sarka çocukları eve çağırana kadar sokaklarda oynamak istenirken oyun arkadaşları nasıl çağrılırdı peki? “Aaali pabucu yarım, çık dışarıya oynayalım…” Süleyman Bulut kitaba yazdığı önsözde ev ya da sokak oyunlarının tükenmekte olduğuna değiniyor belki ama bu, çocukların ana dilleriyle tanışmaları için bulunmaz bir fırsat olan tekerlemelerin günümüz çocuklarına hitap etmeyeceği anlamına gelmiyor elbette. Çünkü yine yazarın belirttiği gibi tekerlemeler hayata dair komik ve abartılı durumların uyak ve tekrarlarla dile getirilişi, ritmik bir şekilde söylenişi nedeniyle her zaman için çocuklarda ezberleme ve söyleme isteği uyandırırlar. Masallarda, tiyatro oyunlarında karşımıza çıktıkları gibi, pekâlâ bağımsız söz oyunları olarak eğlenceli bir aktivite de olabilirler.

Bulut’un diğer derleme kitabı 101 Yanıltmaca ise en az tekerlemeler kadar eğlenceli ve incelikli bir zekâ ürünü (Bu müthiş zekâ elbette anonim bir zekâ)  olan yanıltmacaları, çocuk oyunlarının iddialı bir malzemesi yapabilecek nitelikte. Benzer seslerin art arda getirilerek oluşturulduğu bu zorlu yanıltmacalar hem o yanıltmacayı seri bir şekilde eksiksiz söyleyebilmek için tatlı bir meydan okuma sunuyor hem de çaktırmadan fonetik bir bilinç kazandırıyor. Nitekim konuşma zorluğu çeken kişilere verilen alıştırmaların arasında tekerlemelerin bulunması bu yüzdendir. “Şu köşe yaz köşesi, bu köşe kış köşesi, ortada su şişesi” gibi en kısa ve söylemesi kolay görünenlerden, derenin başına ekilen kekere mekerelere dadanan kekelemelere dair zorlu mücadeleyi anlatan, kekelemeden söylemek için bin bir dereden su getirmek zorunda kaldığımız yanıltmacalara kadar en keyifli olanları titiz bir araştırma sonucunda bu kitapta bir araya getirilmiş.

Süleyman Bulut her iki derlemede de anonim halk edebiyatının zenginliklerini çocuklara tanıtırken onlara keyifli bir şekilde dil becerilerini geliştirme imkânı sunuyor. Bu kitapların bir başka dikkat çekici özelliği de daha önce Zeynep Uzunbay’ın Kedi Merdiveni adlı kitabındaki tatlı çizimleriyle dikkat çeken Burcu Yılmaz’ın bir kez daha hayranlık uyandıran çizimlerine yer verilmesi. Şimdi yazımıza bir yanıltmacayla son verelim: “Kapı gıcırtıcılardan mısın, ocak kıvılcımlattırıcılardan mısın? Ne kapı gıcırtıcılardanım, ne ocak kıvılcımlattırıcılardanım.” Ben bu kitaplara bayılanlardanım.
                                                                                                                                                                                                                               

İyi Kitap, Mart 2013, 3. Ulusal Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Sempozyumunun Ardından




Nilay Kaya


Ankara Üniversitesi Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Uygulama ve Araştırma Merkezi (ÇOGEM) tarafından 5-7 Ekim 2011 tarihlerinde düzenlenen 3. Ulusal Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Sempozyumu kitaplaştırıldı ve şimdiden bu alanda araştırma yapanların başvurabileceği oldukça kapsamlı bir kaynak olma özelliğini taşıyor.

Sempozyumların kitaplaştırılması başlı başına meşakkatli bir iştir ve yapılan her sempozyumun ardından bunun gerçekleştiği söylenemez. Kaldı ki tek bir yazarı, kuramı, konuyu ele alan sempozyumlar bir yana, çocuk ve gençlik edebiyatı gibi ele alınacak çok sayıda meselesi olan, bu meseleleri sadece bildiriler üzerinden tartışmakla kalmayıp atölye çalışmalarıyla da destekleyen, iki gün gibi kısa bir sürede oldukça yoğun bir malzeme çıkaran, alan için son derece bereketli bir sempozyumdan bahsediyoruz. 1327 sayfalık bir kitaba dönüşen bu sempozyuma yansıyanlar, yaratıcı drama, resim, karikatür atölye çalışmaları, canlı gösteriler, yazarlarla gerçekleştirilen imza günleri ve söyleşi dışında kalanlar sadece: çok sayıda akademisyen, yazar ve çizer tarafından sunulan bildiriler ile atölye çalışmalarının kitaplaştırılmaya müsait olanları. Çocuk ve gençlik edebiyatının geçmişteki ve şimdiki durumunu tüm özellikleriyle saptamayı, mevcut sorunlara farklı görüşlerden destek alarak çözümler getirmeyi hedefleyen bu sempozyumu ‘kapalı devre’ bir etkinlik olarak bırakmayıp temel bir başvuru kaynağına dönüştüren Prof. Dr. Sedat Sever önderliğindeki ÇOGEM’in emeği karşısında saygıyla eğilmek gerekiyor.

İlk olarak bu değerli sempozyumun mimarı olan ÇOGEM’i daha ayrıntılı tanıtmakta fayda var. 2009 yılında Ankara Üniversitesi’nde kurulan ÇOGEM, çocuk ve gençlik edebiyatı alanında bir üniversite bünyesinde kurulan ilk merkez olma özelliğini taşıyor. Ancak resmi bir oluşum haline gelmeden önce de bu alanda hatırı sayılır çalışmalar gerçekleştirmiş. Türkiye’nin bir üniversitede kurulan ilk çocuk kütüphanesi (Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Çocuk Kütüphanesi), 1. ve 2. Ulusal Çocuk ve Gençlik Edebiyatı sempozyumlarının yanı sıra alanın yetkin yazarlarıyla çocukları söyleşilerde buluşturma ve okuma kültürünün kazandırılması amacıyla öğretmenlerle buluşma bu çalışmalara örnek. ÇOGEM gerek yurt içinde gerekse yurtdışında çocuklara ve gençlere okuma kültürünü kazandırmak amacıyla bilimsel çalışmalar ve araştırmalar yapmaya devam etmekte.

Onur sanatçısı olarak Muzaffer İzgü’nün seçildiği, açılış bildirilerini Prof. Talât Sait Halman ve Prof. Dr. Orhan Öztürk’ün sunduğu 3. Ulusal Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Sempozyumunda hangi konular ele alınmış, gelin daha yakından bakalım. Sempozyumun mimarı olan Prof. Dr. Sedat Sever’in açılış konuşmasının sonunda Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan alıntıladığı dizeler, sempozyumun başlıca meramını ve odaklanma şeklini zarifçe niteliyor: “Ağaçlar esen yeli sever / Esen yel / Ağaçları sever / Kuş / İkisini birden sever / Çocukların hepsi / Üçünü birden sever” Çocukluk okumayı sevmek için en doğru zaman olabilir. ÇOGEM’İN genel faaliyetleri ve uzun uğraşlar sonucunda ortaya çıkan bu sempozyum bu sevgiyi kazandırmak yönünde atılan önemli bir adım. Sunulan yüzlerce bildiri çocuk ve okuma meselesini farklı boyutlarıyla ele almış. Türkçe öğretimi ve çocuk, çocuk edebiyatı ve eğitim, çocuk edebiyatı incelemeleri, çocuk edebiyatı ve yayıncılık, çocuk kitapları ve resim, masal, müzik, okuma kültürü, kitap ve dil gelişimi gibi konular bu bildiri konularının sadece bir kısmını oluşturuyor. Bunların yanı sıra çocuk edebiyatının bugün geldiği noktayı daha sağlıklı bir şekilde saptamak adına alanın tarihine el atan bir oturum gerçekleştirildiği gibi, çeviri ve pedagoji üzerine de bildiriler sunulmuş. Bildirilerin her biri sempozyumda sunuldukları haliyle, akademik yayın ilkelerine uygun bir şekilde kitapta yer alıyor.  

Bildirilerin başlıklarına bakıldığında bu alanda yapılan çalışmaların evrensel bir boyutta ve güncel eğilimleri yakalamaya yönelik olması dikkat çekici olduğu kadar sevindirici. Dr. Mustafa Çetin’in “Yabancı ya da İki Kültürle Büyüyen Türk Çocuklarına ve Gençlere İkinci Dil Olarak Türkçe Öğretiminde E-Kitap Tabanlı Resimli Sözlük Uygulamaları” adlı bildirisi çift dillilik meselesini eğitimde yeni yöntemler ışığında ele alışıyla ya da Arş. Gör. Pınar Çakır’ın “Christine Nöstlinger ve Sevim Ak’ta Çocuğun Gözünden Yetişkinlerin Dünyasına Eleştirel Bir Bakış” adlı bildirisi karşılaştırmalı üslubuyla bu saptamaya birer örnek. Öte yandan, çocuk edebiyatının yazıdan müteşekkil tek boyutlu bir mesele olmadığını göstermek adına resim, grafik, müzik gibi bu edebiyata katkı sağlayan diğer unsurlara yer verilmesi oldukça kapsayıcı bir yaklaşım. Öğr. Gör. Dr. Arzu İpek Yükselen ile Arş. Gör. Dr. Saniye Bencik Kangal’ın birlikte sunduğu “Resimli Çocuk Kitaplarının Renk Kavramı Kazanımı Üzerine Etkisinin İncelenmesi” adlı bildiri edebiyattaki görselliği bilişsel gelişim konusuyla birleştiren dikkat çekici bir çalışma. Öğr. Gör. Ceylan Ünal Akbulut’un “Çocuk Edebiyatında Masal ve Müzik İlişkisi” ismini taşıyan bildirisi ise edebiyatın başka bir sanat dalıyla, müzikle kurduğu etkileşim açısından ilgi çekici bir bildiri.

ÇOGEM’in ve sempozyumun başlıca gayesi olan çocuklarda ve gençlerde okuma sevgisini uyandırmak, “Çocuk ve Okuma Kültürü” başlığı altında gerçekleştirilen oturumun odak noktası olmuş. Bu oturumda sunulan bildiriler Milli Eğitim Bakanlığı’nın 100 Temel Eser uygulamalarını inceliyor, erken çocukluk döneminde okuma alışkanlığı kazandırma üzerine gidiyor ve bu hususta Türkçe öğretmenlerinin fikirlerini mercek altına alıyor. Arş. Gör. Ceren Karadeniz’in “Dünyada Çocuk Kütüphaneleri ve Japonya Örneği: Bunko” adlı bildirisi, okuma kültürünün geliştirilmesi için dünyada nasıl uygulamalara gidildiği hakkında aydınlatıcı fikirler sunuyor.

Çocuk ve gençlik edebiyatında dilin kullanımı, “Dil Gelişimi” başlığı altında akademisyenlerin bu konudaki farklı görüşlerine yer verilerek tartışılıyor. Gerek okul öncesi kitaplardaki gerekse Yalvaç Ural, Gülten Dayıoğlu gibi yazarların eserlerindeki dil kullanımları çocuğa görelik ve dil gelişimine katkıları bağlamında irdeleniyor.

Bildirilerin ardında yer alan atölye çalışmaları, sempozyumda bulunmayanlara kaçırdıkları için hayıflanacakları ama bu kitap sayesinde erişebilecekleri fikirler sunuyor. Sevim Ak ile Prof. Dr. Aysel Köksal Akyol’un birlikte gerçekleştirdikleri “Çocuk Edebiyatı ve Drama Atölyesi”, Nilay Yılmaz’ın “Yaratıcı Okuma Nedir? Yaratıcı Okuma Sürecinde Neler Yapılabilir?” başlıklı atölye çalışmaları çocuklarla yapılabilecek çeşitli uygulamalara verilebilecek ilham verici örneklerden.

Çocuk ve gençlik kitaplarının çocuğa görelik ilkesine gözetilerek yaratılmasının, okullardaki edebiyat öğretiminin geleneksel kalıplardan çıkartılarak güncel, evrensel, yaratıcı bir boyut kazandırılmasının, sempozyumun onur sanatçısı Muzaffer İzgü’nün de açılış konuşmasında vurguladığı gibi daha çok çocuk kütüphanesinin açılmasının gerekliliği, yayınevlerine ve konuyla ilgili sivil toplum kuruluşlarına düşen görevler gibi öneriler kitabın “Sonuç Bildirgesi” kısmında yer alıyor. Bu konuda daha fazla bilimsel çalışma yapılması yönünde teşvik edici bir çalışma olan sempozyumun ve kitabın oluşturulmasında emeği geçen herkese gönülden teşekkür etmek gerekiyor. Kütüphanelerinizde genişçe bir yer açmanızda fayda var...

2 Ocak 2013 Çarşamba

O ROMANI BEKLERKEN… Miller Time, Aralık 2012





Kanına bir kez Kinyas ve Kayra bulaşan Hakan Günday okurları, onun her romanını okuduktan sonra acı tatlı bir bekleyiş içine girer, malum. 2000 yılında Kinyas ve Kayra ile edebiyat âlemine giriş yapan Günday, Zargana’dan Piç’e, Malafa’dan Azil’e, Ziyan’dan en son geçtiğimiz yıl yayımlanan Az’a derken bütün mahsülleriyle bizleri bu bekleyişin azılı bir müptelası yapmış durumda. Bu bekleyişin en tatlı taraflarından biri de romanların keyfini sindirmek dışında, röportajlarında dile getirdiği ya da bizzat romanlardan çıkardığımız kadarıyla Günday’ın dünyasına dair fikirler edinip bu dünyayı besleyen kaynakların da tadına varmak. Hakan Günday çok sevdiğini belirtti diye Louis-Ferdinand Céline’in Gecenin Sonuna Yolculuk adlı romanını keşfeden okurlar çoktur örneğin. Romanlardan aldığımız keyfe ‘bonus’ tadında eklenen Malafa’nın tiyatro uyarlaması ise tiyatroyla fazla haşır neşir olmayanları bile Dot’a sürüklemiştir. Hakan Günday’ın oyunlaştırdığı, Murat Daltaban’ın yönettiği Malafa başlı başına bir tiyatro zevki sunarken, romanın kendisini yeniden okuma isteği uyandırıyordu keza. Şimdilerde internette dolanan beş adet teaser ise yeni bir Hakan Günday romanı okuyamadığımız bu bekleme sürecinin acılı kısmına merhem niteliğinde olabilir: Ümit Ünal yazıyor, Selim Demirdelen yönetiyor ve Günday’ın üçüncü romanı Piç, Hiç adıyla filme çekiliyor. Hakan Günday, 1-6 Ekim tarihlerinde düzenlenen İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nde Günday severlerin sevme potansiyelinin yüksek olduğu başka bir yazar olan Edgar Keret ile birlikte bir söyleşide karşımıza çıktı. Bazen bekleyişin kendisi en az beklenilen kadar güzel olabiliyor. Bakın bu söyleşi bize nasıl lezzetler sundu…

Bir kere Hakan Günday’ı neden sevdiğimizi bir kere daha anladık. Onun sırf karanlık sokaklarda büyüyen, içkiyle, uyuşturucuyla, şiddetle, öfkeyle, çatışmayla beslenen karakterler yarattı diye “yeraltı edebiyatının karanlık prensi” olmadığını mesela. Kaldı ki, bir keresinde Hakan Günday’ın eski bir söyleşisinde dediği gibi, kitapçıların “yeraltı edebiyatı” diye bir rafları olacaksa bu rafa olsa olsa tek bir kitap yaraşır: Dostoyevski’nin Yeraltı Adamı. Bu görüş bile onun her şeyden önce derdinin hikâye anlatmak olduğunu gösteriyor. Nitekim Günday, bizlere ilk olarak bu derdini dile getirdi. Evet, hayatın içindeki sıkıntılı konuları tercih ettiğini söyledi ama bunları mümkün olduğunca tarafsız, çıplak bir bakışla “ameliyat anlatır” gibi anlatmaya çalıştığını da ekledi. Yine kendi deyişiyle “kekeme bir yazısı” olduğu için de anlatmak istediklerini öykü ile değil, romanla anlattığını söyledi.  

Peki ya bir yazar süperstar muamelesi görebilir mi? Söyleşinin yapıldığı salonda oturacak yer kalmadığını, söyleşi bittikten sonra yazardan imza almak için ufak çaplı bir izdiham yaşandığını ve bu kalabalık okur topluluğunun çoğunun genç olduğunu belirtirsek “süperstarlık” sorusu Hakan Günday’a yöneltilen yerinde bir soruydu. Günday’ınki süperstarlık egosu değil ama düşünmeyi bile düşünmediği fikirler yazıda çıktığı, yazıya malzeme olan her şey gündelik hayattan farklılaşıp son derece akıllı bir inşaat sürecine girdiği için yazdığı şeyin kendisinden daha önemli olduğunu söyleyerek yazının bizzat kendisini süperstar olarak gördü bir anlamda. Yazmanın yalnız bir iş, yanına bir ikinci kişi gelene kadar ellerinin titremediğini, yazının onun patronu olduğunu söyleyen birisinin kendisi nasıl süperstar olabilir ki zaten? Bununla birlikte yazarın içine doğduğu dünyayı yeniden inşa etmek isteği başlı başına bir ruh hali olduğu için gençlerin onu ayrıca seviyor olabileceği fikrinde de hiç haksız sayılmazdı.

Bu yılki İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nin ana teması şehir ve korku olunca Günday’a korkuları da soruldu. Bu soruya çok sevdiği yazar Céline’in kullandığı bir metaforla cevap vererek bizleri de kendi korkularımızla yüzleştirdi: Yedi tane köpek kutuplarda giderken en önde giden kılavuz köpek yolda çatlak varsa uluyarak haber verir. Hepimizin bu çatlakların arasında durması yeterince korku verici değil mi? Ama çatlakları haber veren kılavuz köpeklerin, bu durumda yazarların, olması da bir o kadar huzur verici.
Piç’in sinema serüveni Hiç de Hakan Günday’a yöneltilen sorulardan bir tanesiydi. Günday, roman sinemaya uyarlanırken tek bir kriteri önemsediğini söyledi: ruh muhafazası. Gerekirse hikâyenin bile değiştirilebileceğini ama kitabın “fotokopisinin çekilmemesi” gerektiğini söyleyerek yeniden üretimin ne kadar serbestse o kadar iyi olabileceğinin altını çizdi. Bu durumda Günday’ın filmin halihazırda devam eden çekimlerinden pek haberdar olmadığına şaşırmamamız gerekiyor çünkü o artık filmi aynı lisanı konuştuğu için güven duyup fikrini verdiği Ümit Ünal’ın senaryosu olarak görüyor.

Yazar neden yazar? Söyleşinin sonunda sorulan bu soruya Hakan Günday’ın verdiği cevap, yazacaklarını beklememiz için bir sebep daha veriyor bize: “Bir gün Büyük İskender olunca yazmazsınız artık. Belki de anlatacak bir şey kalmayınca. Paylaşmama isteği başladığı zaman. Çaresizlikten başlayışınız gibi çaresizlikten yazmayı da bırakabilirsiniz. Yıllardır ayakta duran rock grupları başarısını sürekli değişmelerine bağlı.” Yazarın dediği gibi her şey değişime tabi. O yüzden heyecan verici, beklemesi güzel…