16 Mayıs 2012 Çarşamba

BRONTË’Sİ EMİLY, DANTELİ SİYAH: WUTHERING HEIGHTS






19. yüzyıl bütün romantikliği ve viktoryenliğiyle son yılların başlıca arzu nesnelerinden olmaya devam ediyor. Büyük annelerimizin sandık lekeli dantel kıyafetleri hayatımızın en ‘modern’ anlarına hiçbir zaman olmadığı kadar itibar kazandırıyor, çünkü geçmişten gelen dokular her zaman gizemli ve çekicidir. Jane Campion’un Bright Star’ı, Cary Fukunaga’nın Jane Eyre’i derken İngiliz yönetmen Andrea Arnold’ın son filmi Wuthering Heights ile beyazperde de dantellere büründü. Hem de dönemin en tutkulu edebi hikâyelerinden örülmüş dantel örneklerine. Telegraph gazetesi ünlü isimlere her ikisi de birer Brontë hemşirenin elinden çıkan Jane Eyre’i mi yoksa Wuthering Heights’ı mı tercih ettiklerini sormuş. Bu soruya hiç şüphesiz Wuthering Heights cevabını veren kadim bir Emily Brontë bağımlısı olarak benim için romanın son uyarlaması ayrı bir heyecan sebebi. Siz de benim gibi “öteki” ruhlu hemşirenin uğultulu diyarına karşı koyamayanlardansanız bu filmin sizi heyecanlandıracağını rahatlıkla söyleyebilirim keza bu uyarlama aşağı yukarı 90 yıldır yapılan uyarlamaların hiçbirine benzemiyor.

İlk defa ortaokul zamanlarında İngilizce öğrenmeye başladığım günlerde “intermediate” seviyedekiler için kısaltılmış versiyonuyla tanıştığım romanın beni nasıl etkisi altına aldığını bugün gibi hatırlıyorum. Kuzey Yorkshire’in medeniyetten uzak tepelerindeki bir evde gelişen bu yabani aşk hikâyesi, sadece tutkulu bir aşkı anlatmasıyla etkilememişti beni. Romana adını veren ve mekân olan coğrafya, yetim Heathcliff ile evin kızı Catherine’in çocukluklarında başlayan aşkı ‘transandantal’ boyuta taşıyan başlıca unsur olarak yeterince çekici olan tüm karakterlerden rol çalıyordu. Wuthering Heights aşkını üniversiteyi bitirirken tezini romanın film uyarlamaları üzerine yazarken sürdüren ben şimdiye kadar yapılan hiçbir uyarlamada o tepelerin yeterince uğuldamadığını, dolayısıyla da romanın derdini anlatamadığını iddia edebilirim.

Romanın diğer bir alameti farikası ise 19. yüzyılın gizemli, kötücül ama bir o kadar çekici Byron figürünün eşsiz erkek modelidir: Heathcliff. Bazı eleştirmenler Catherine’in babası tarafından Liverpool’un çöplükleri arasından bulunup getirilen, romandaki tabiriyle bir çingene gibi koyu tenli ve tuhaf bir dili olan yetim Heathcliff’in maruz kaldığı köle muamelesi ve Catherine’e kavuşamaması sebebiyle ileride bir intikam makinesine dönüştüğünde yaptıklarını göz önünde bulundurarak onu insan yerine “şeytani bir yaratık” olarak nitelendirirler. Keza romanın bazı yerlerinde onun için İngilizce “it” zamiri kullanılır. Ne var ki edebiyatın bu kötü çocuğu öyle bir karakterdir ki, Catherine’e duyduğu dünyevi olmanın ötesindeki aşka şahit olmak her kadın okuyucunun içindeki “cici kızlar kötü adamlara kapılır” içgüdüsünü karşı konulamaz bir şekilde harekete geçirir. Nitekim Kate Bush, ölen aşkı Catherine’in hayaletini uğultulu tepelerde kovalayan Heathcliff’e 1978 yılında müzik hayatında çıkardığı ilk single ile “Heathcliff! Benim, Cathy,” diyerek karşılık verirken içimizdeki Catherine’lere de seslenmişti.

Andrea Arnold’ın prömiyerini geçtiğimiz yıl Venedik Film Festivali’nde yapan Wuthering Heights uyarlamasının görüntü yönetmenliği dalında aldığı ödül ve Heathcliff yorumu, onu selefi olan uyarlamalardan ayrı kıldığı gibi ilk andan itibaren romanda vurulduğumu söylediğim iki özelliğe yaptığı vurguyu gösteriyor: Uğultulu tepelere ve Heathcliff’e hak ettiği itibarı yeniden kazandırıyor. Bu yıl İstanbul Film Festivali’nin uluslararası bölümünde yarışan filmin -yazıyı yazdığım şu anda yarışma devam ettiği için sonucu bilememekle birlikte- halk jürisi ödülünü alamayacağını öngörüyorum. Çünkü yönetmen Arnold’ın ve birçok eleştirmenin de söylediği gibi filmin Catherine ve Heathcliff’in tutkulu aşkının kaynağı olan doğayı ön plana çıkarmak adına genel izleyiciyi zorlayacak bir anlatımı var.


Zorlukla neyi mi kastediyorum? Yaklaşık iki saat süren, romandakinin aksine bir sonraki neslin hikâyesini anlatmamayı tercih edip sadece Catherine ve Heathcliff’e odaklanan filmde toplasanız 50 satır diyalog bulamayabilirsiniz. Döneminde yazılan romantik ve gotik romanlardan bütün tekinsizliği, bastırılmış duyguların yarattığı sarsıcı tutkularıyla ayrılarak kendisi başlı başına “yabani” bir roman olan Wuthering Heights’ta, yazar Emily Brontë’nin susarak anlattığı tüm anları Andrea Arnold, Kuzey Yorkshire’daki Swaledale coğrafyasına karakter kazandırarak bize gösteriyor. Catherine ve Heathcliff’in çocuklukta paylaştıkları tamamen kendilerine ait dünyanın zaman zaman naif, zaman zaman vahşi ayrıntılarını, ergenlikte yaşadıkları cinsel gerilimi karakterleri susturup doğayı konuşturarak, film çekimlerinde en çok yaşadıklarını söyledikleri şey gibi “çamurlara bata çıka” gösteriyor. Medeniyetin değil, ancak ve ancak kontrol edilemez bir doğanın çocukları olan Catherine ve Heathcliff susarken rüzgâr, kuş sesleri, köpek havlamaları, yağmur, yaprak hışırtıları, börtü böceğin, çatırdayan dalların sesleri bu filmin dili oluyor. Yabancı bir eleştirmenin bu film için “doğa senfonisi” demesi boşuna değil. Ancak bu senfoni tam da romanın ruhuna yakışır bir şekilde, içimize neşe dolarak ilkbahar yürüyüşü yapmak isteyeceğimiz bir doğa değil; kayalıklarda hayvan ölülerine rastladığınız, rüzgârın uğultusundan kulaklarınızın ağrıdığı, şiddetinden yanaklarınızın kıpkırmızı olduğu, sert ve sivri kayalara çarpıp kan döktüğünüz ve tıpkı Catherine’in Heathcliff’e yaptığı gibi akan kanınızı yanınızdakinin vampiryen müdahalelerle durdurmasının tuhaf kaçmayacağı bir doğa.

Dünyanın süper gücünün başkanının Obama olduğu, politik doğruculuğun On Emir’e eklenen on birinci emir haline geldiği bugün Heathcliff’i “siyahi” bir oyuncunun oynaması ise filmin anlatı dilinin zorluğu yanında o kadar da yadırgatıcı bir etken değil. Romanda kara tenliliği vurgulanan ve genelde çingene olarak okunan Heathcliff algısına romanın film uyarlamaları söz konusu olduğunda bir yenilik getiriyor daha çok. Şimdiye kadar ne 1939’da çekilen uyarlamada bir İngiliz soylusu gibi arz-ı endam eden Laurence Olivier, ne 1970’teki uyarlamanın James Bond gibi görünmekten kurtulamayan Timothy Dalton’ı, ne de 1992 tarihli filmin Heathcliff’i olan Ralph Fiennes bu kara tenli şeytani arzu nesnesi için doğru casting tercihleriydi. Oysa çocukluğunu Solomon Glave’in, yetişkinliğini ise James Howson’ın canlandırdığı bu uyarlamada Heathcliff, kendisine “nigger” olarak hitap edilirken daha ilk hamlede yabanileştiriliyor. Öte yandan, yönetmenin ileride intikam makinesine dönüşecek olan Heathcliff’in çocukken maruz kaldığı psikolojik etmenleri verme yolundaki çabası, onu şimdiye kadar beyazperdede karşımıza çıkan tüm Heathcliff’lerden daha kanlı canlı kılıyor. Bunda bütün olup bitenleri “nigger”ın gözünden görmemizin de etkisi büyük elbette. Dolayısıyla Heathcliff özdeşim kurulabilecek bir karaktere dönüşüyor ve Andrea Arnold’un röportajlarından birisinde söylediği gibi insana bütün sado-mazoşistliğiyle “Hepimiz Heathcliff’iz!” dedirtebiliyor. Yaptığı uyarlamayla Emily Brontë’nin içindeki Heathcliff’i öne çıkarmaya çalıştığını belirten Arnold neticede insan ruhunun aşkla ve karanlıkla olan dile getirilmesi zor ilişkisini kendine özgü anlatımıyla başarıyor.

Emily Brontë’nin yaşadıkları rahip evinin baktığı mezarlığı pencereden seyrederken romanı için neler düşündüğünü hiçbir zaman bilemeyeceğiz ama 1847’den beri bizi büyüleyen bu hikâye bana hep yazarının bazen konuşarak, bazen susarak anlatmaya çalıştığı karmaşık duygular nedeniyle asıl hepimizin içinde Catherine’i ve Heathcliff’i de aşan bir Emily’nin olduğunu düşündürmeye devam ediyor. Dantelleriniz eksik olmasın!

XOXO The Mag, Mayıs 2012






















15 Mayıs 2012 Salı

İyi Kitap Sayı 39: Melekler Siyah Olabilir mi?





Alman yazar Kirsten Boie Şanslı Aile'de, cinsiyetin, kan bağının ya da ten renginin önemi gibi sorunları bir çocuğun gözünden yalın bir tarzda ele alıyor. Yazar kurgusuyla çocukların bu sorunlar üzerine düşünmesini sağlayarak cevapları kendilerinin bulmasını sağlıyor.


Bu yazıya hüzünlü bir hikâyeyle başlamak istiyorum. Artık yetişkin olan bir arkadaşım çok mutlu bir çocukluk geçirmişti. Onu çok seven ve birçok ebeveynin aksine, ona sadece ebeveynlik “taslamayıp”, onunla arkadaş da olabilen bir anne babası, çok sevdiği bir kızkardeşi, iki katlı evlerin bahçesinde oyun oynadığı bir sürü arkadaşı vardı. Derken, ilkokulun son sınıfına geldiğinde çocukluğunun mutlu günlerini allak bullak eden bir şey oldu. Bir gün ilkokul arkadaşlarından birisi, arkadaşımın anne babasının onun gerçek ebeveynleri olmadığını yumurtladı. Kendisinden başka herkesin bildiği ama o ana kadar ondan saklanan bu gerçek anlamlandırılamaz, dile getirilemez biçimde sarsıcıydı.

Karşımızda çocuklara nasıl anlatılacağı yeterince çetrefilli bir mesele duruyor: evlat edinme. Alman yazar Kirsten Boie’nin Şanslı Aile adlı kitabının küçük kahramanı Paule de evlat edinilmiş bir çocuk. Ne var ki bu çetrefilli meselenin öznesi olan Paule’nin hikâyesi hüzünlü olmaktan çok uzak.Üstelik Paule’nin vaziyeti evlatlık olmasının dışında ırkçılık gibi meseleleri de barındırıyor, çünkü Paule beyaz bir Al-man aile tarafından evlat edinilen Afrika kökenli bir çocuk. Yazar Boie’nin bu her iki sorunsalı gerek edebi bir ustalık gerekse pedagojik bir sorumlulukla ele aldığını en baştan belirterek kitaba daha yakından bakalım.

Paule şanslı bir çocuk, çünkü küçüklüğünden beri onu karnında taşıyan başka bir annesinin olduğunu en başından beri biliyor. Kendi ifadesiyle “karnında büyüdüğü kadının sevdiği adam”ın Somalili bir öğrenci olduğu da babası tarafından ona anlatılmış. Hatta babası ona bir küre üzerinde nereden geldiğini göstererek ten renginin nedenini de açıklamış.

Şanslı Aile’nin ilk kez 1985 yılında Almanya’da yayımlandığını düşünürsek, Paule’nin ten renginin “farklılığı” oldukça göze batan bir durum, zira o yıllarda duvarları “Yabancılar Defolun!” yazıları süslüyor, Neo-Nazizm ruhu gündelik hayatta hararetle hissediliyordu. Nitekim Paule, okulda, parkta, alışveriş kuyruğunda bu gerilimi hissediyor ama bu gerilimle baş etmek için yazarın sunduğu yöntemler son derece anlamlı ve keyifli.

SICAK, SEVGİ DOLU, ESPRİLİ
Örneğin, annesine göre Paule şanslı bir çocuk, çünkü yaz tatillerinde güneşlenmeye gittiklerinde annesi bronzlaşmak için saatler harcar, bu uğurda haşlanmış istakoza dönüp günlerce derisi soyulurken, Paule’nin böyle bir derdi hiç yok. Arkadaşı Andreas’a göre de şanslı, çünkü hem doğumgünü hem de “geliş günü” var. (şu anki ailesine katıldığa güne “geliş günü” diyorlar ve bu günü de aynen doğum günü gibi kutluyorlar) ve her ikisinde de hediye alıyor. Sahip oldukları sebebiyle tek şanslı olan Paule de değil üstelik; yurttan karşılarına futbol oynamayı seven bir çocuk çıktığı için Paule’nin babası da çok şanslı. Baba-sının Paule’nin evlatlık olmasıyla ilgili bu tavrı onların pek çok konuya bakışını çok güzel yansıtıyor; sıcak, sevgi dolu, esprili, özgüven sağlayıcı bir ton bu. Kitabın üçüncü tekil anlatıcısının yakaladığı samimi ve çocuğa yakın dil de Paule’nin yaşantısını ne yadırgatıcı ne hüzünlü, aksine tanıklık etmesi oldukça keyifli bir anlatı haline getiriyor.
ÜVEY ANNE Mİ?
Paule ufak yaramazlıklar yapıp annesine yalan söylemek zorunda kaldığı zaman, masallardaki, yavrusunu ormana bırakan üvey anne klişesini hatırlayıp korku duyuyor, hatta evden kaçmaya kalkıyor. Ne var ki bütün bu deneyimlerin sonucunda karşılaştığı şeyin her türlü önyargının boşunalığı olduğunu görüyoruz. Öz ya da üvey hiçbir anne çocuğuna ne kadar kızsa da onu ormana terk etmez.

Kirsten Boie, Paule’nin farklılığını hüzünlü bir hikâye olmaktan çıkarıp “normalleştirirken”, Paule’nin etrafındaki her türlü farklılığı incelikle törpülüyor. Boie’nin kalemiyle aile, ırk, cinsiyet gibi unsurlar görmezden gelinmiyor, ama bütün bu “ayırt edici” özelliklere özel bir değer de atfedilmiyor; sevgi ve gerekli dozda akılcı bir yaklaşım zaten en şanslı aileyi işaret ediyor.
Şanşlı Aile
Kirsten Boie
Resimleyen: Silke Briks
Çeviren: Suzan Geridönmez
Günışığı Kitaplığı, 152 sayfa