Kanına bir kez Kinyas
ve Kayra bulaşan Hakan Günday okurları, onun her romanını okuduktan sonra
acı tatlı bir bekleyiş içine girer, malum. 2000 yılında Kinyas ve Kayra ile edebiyat âlemine giriş yapan Günday, Zargana’dan Piç’e, Malafa’dan Azil’e, Ziyan’dan en son geçtiğimiz yıl yayımlanan Az’a derken bütün mahsülleriyle bizleri bu bekleyişin azılı bir
müptelası yapmış durumda. Bu bekleyişin en tatlı taraflarından biri de romanların
keyfini sindirmek dışında, röportajlarında dile getirdiği ya da bizzat
romanlardan çıkardığımız kadarıyla Günday’ın dünyasına dair fikirler edinip bu
dünyayı besleyen kaynakların da tadına varmak. Hakan Günday çok sevdiğini
belirtti diye Louis-Ferdinand Céline’in Gecenin
Sonuna Yolculuk adlı romanını keşfeden okurlar çoktur örneğin. Romanlardan
aldığımız keyfe ‘bonus’ tadında eklenen Malafa’nın
tiyatro uyarlaması ise tiyatroyla fazla haşır neşir olmayanları bile Dot’a
sürüklemiştir. Hakan Günday’ın oyunlaştırdığı, Murat Daltaban’ın yönettiği Malafa başlı başına bir tiyatro zevki
sunarken, romanın kendisini yeniden okuma isteği uyandırıyordu keza. Şimdilerde
internette dolanan beş adet teaser ise yeni bir Hakan Günday romanı okuyamadığımız
bu bekleme sürecinin acılı kısmına merhem niteliğinde olabilir: Ümit Ünal yazıyor,
Selim Demirdelen yönetiyor ve Günday’ın üçüncü romanı Piç, Hiç adıyla filme
çekiliyor. Hakan Günday, 1-6 Ekim tarihlerinde düzenlenen İstanbul Tanpınar
Edebiyat Festivali’nde Günday severlerin sevme potansiyelinin yüksek olduğu
başka bir yazar olan Edgar Keret ile birlikte bir söyleşide karşımıza çıktı.
Bazen bekleyişin kendisi en az beklenilen kadar güzel olabiliyor. Bakın bu
söyleşi bize nasıl lezzetler sundu…
Bir kere Hakan Günday’ı neden sevdiğimizi bir kere daha
anladık. Onun sırf karanlık sokaklarda büyüyen, içkiyle, uyuşturucuyla, şiddetle,
öfkeyle, çatışmayla beslenen karakterler yarattı diye “yeraltı edebiyatının
karanlık prensi” olmadığını mesela. Kaldı ki, bir keresinde Hakan Günday’ın
eski bir söyleşisinde dediği gibi, kitapçıların “yeraltı edebiyatı” diye bir
rafları olacaksa bu rafa olsa olsa tek bir kitap yaraşır: Dostoyevski’nin Yeraltı Adamı. Bu görüş bile onun her
şeyden önce derdinin hikâye anlatmak olduğunu gösteriyor. Nitekim Günday,
bizlere ilk olarak bu derdini dile getirdi. Evet, hayatın içindeki sıkıntılı
konuları tercih ettiğini söyledi ama bunları mümkün olduğunca tarafsız, çıplak
bir bakışla “ameliyat anlatır” gibi anlatmaya çalıştığını da ekledi. Yine kendi
deyişiyle “kekeme bir yazısı” olduğu için de anlatmak istediklerini öykü ile
değil, romanla anlattığını söyledi.
Peki ya bir yazar süperstar muamelesi görebilir mi?
Söyleşinin yapıldığı salonda oturacak yer kalmadığını, söyleşi bittikten sonra
yazardan imza almak için ufak çaplı bir izdiham yaşandığını ve bu kalabalık
okur topluluğunun çoğunun genç olduğunu belirtirsek “süperstarlık” sorusu Hakan
Günday’a yöneltilen yerinde bir soruydu. Günday’ınki süperstarlık egosu değil
ama düşünmeyi bile düşünmediği fikirler yazıda çıktığı, yazıya malzeme olan her
şey gündelik hayattan farklılaşıp son derece akıllı bir inşaat sürecine girdiği
için yazdığı şeyin kendisinden daha önemli olduğunu söyleyerek yazının bizzat
kendisini süperstar olarak gördü bir anlamda. Yazmanın yalnız bir iş, yanına
bir ikinci kişi gelene kadar ellerinin titremediğini, yazının onun patronu
olduğunu söyleyen birisinin kendisi nasıl süperstar olabilir ki zaten? Bununla
birlikte yazarın içine doğduğu dünyayı yeniden inşa etmek isteği başlı başına
bir ruh hali olduğu için gençlerin onu ayrıca seviyor olabileceği fikrinde de
hiç haksız sayılmazdı.
Bu yılki İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nin ana teması
şehir ve korku olunca Günday’a korkuları da soruldu. Bu soruya çok sevdiği
yazar Céline’in kullandığı bir metaforla cevap vererek bizleri de kendi
korkularımızla yüzleştirdi: Yedi tane köpek kutuplarda giderken en önde giden
kılavuz köpek yolda çatlak varsa uluyarak haber verir. Hepimizin bu çatlakların
arasında durması yeterince korku verici değil mi? Ama çatlakları haber veren
kılavuz köpeklerin, bu durumda yazarların, olması da bir o kadar huzur verici.
Piç’in sinema
serüveni Hiç de Hakan Günday’a
yöneltilen sorulardan bir tanesiydi. Günday, roman sinemaya uyarlanırken tek
bir kriteri önemsediğini söyledi: ruh muhafazası. Gerekirse hikâyenin bile
değiştirilebileceğini ama kitabın “fotokopisinin çekilmemesi” gerektiğini
söyleyerek yeniden üretimin ne kadar serbestse o kadar iyi olabileceğinin
altını çizdi. Bu durumda Günday’ın filmin halihazırda devam eden çekimlerinden
pek haberdar olmadığına şaşırmamamız gerekiyor çünkü o artık filmi aynı lisanı
konuştuğu için güven duyup fikrini verdiği Ümit Ünal’ın senaryosu olarak
görüyor.
Yazar neden yazar? Söyleşinin sonunda sorulan bu soruya
Hakan Günday’ın verdiği cevap, yazacaklarını beklememiz için bir sebep daha
veriyor bize: “Bir gün Büyük İskender olunca yazmazsınız artık. Belki de
anlatacak bir şey kalmayınca. Paylaşmama isteği başladığı zaman. Çaresizlikten
başlayışınız gibi çaresizlikten yazmayı da bırakabilirsiniz. Yıllardır ayakta
duran rock grupları başarısını sürekli değişmelerine bağlı.” Yazarın dediği
gibi her şey değişime tabi. O yüzden heyecan verici, beklemesi güzel…