Romanlardan peliküle: 10 Edebiyat Uyarlaması
Nilay Kaya
Alfred Hitchcock,
François Truffaut ile yaptıkları bir söyleşide zamanında New Yorker’da
yayımlanan bir karikatürü anlatarak edebiyat uyarlamalarının kendince ne anlama
geldiğini söyler: İki tane keçi buldukları film şeritlerini yemektedir. Biri
diğerine şöyle der: “Şahsen kitabını daha çok beğenmiştim.” Edebiyat
uyarlamaları için en sıklıkla kurulan cümledir bu keçinin cümlesi. Bununla
birlikte severek okuduğumuz bir kitabın beyazperdeye uyarlandığını duyduğumuz
zaman peşin hükmümüze rağmen kitaptaki dünyanın nasıl görselleştirildiğini
görmek için karşı konulamaz bir dürtü de duyarız. Bir kez sinema salonundan
çıkılmayagörülsün, “Ama şu sahne çıkarılmıştı”, “Şu karakter hiç hayal ettiğim
gibi değildi” yolundan şikayetler başlar. Oysaki çok basit bir şey unutulur:
İzlenilen film ne kadar kitaptan uyarlama da olsa artık bağımsız bir sanat eseridir.
Filmin yönetmeni de sizin gibi kitabı okumuş ve kendi hayal dünyasını
görselleştiren kişidir aslında. O kendine özgü dünya sizinkiyle örtüşmese de
aslında ne yapıp edip kitabı yeniden okuma isteği uyandırır. İşte iki sanatın
büyülü etkileşimi burada saklıdır. Sinemalarda Tolkien’ın fantastik âleminden
ikinci durak The Hobbit’in, Yann Martel’in Life of Pi’sinin,
ağırtop Rus klasiği Anna Karenina’nın uyarlamalarının arzı endam ettiği
bugünlerde sizler için geçmişten bugüne huzurlarımıza çıkan edebiyat uyarlamalarına
bir göz attık. Herkesin uyarlaması kendine...
The Great Gatsby (1974)
Edebiyat uyarlamaları
içinde belki de en çok sevilenlerden biri F. Scott Fitzgerald’ın fakirliği
yüzünden reddedilen, yıllar sonra parası puluyla sevdiğini yeniden elde etme
özlemiyle yanıp tutuşan Jay Gatsby ve büyük aşkı Daisy’nin hikâyesini konu alan
romanının bu uyarlaması olabilir. Robert Redford ve Mia Farrow gibi doğru bir
casting tercihiyle, önce Truman Capote tarafından yazılan, sonra ise Capote’nin
Nick ve Jordan karakterlerini eşcinsel yapması nedeniyle Capote’den alınıp
Francis Ford Coppola’ya emanet edilen senaryosuyla, romanın başlıca haleti
ruhiyyesi olan Caz Çağı’nı buram buram verişiyle film unutulmaz uyarlamalar
arasında. Gatsby’nin obsesif arzu nesnesi Daisy karakterini oynaması için
kimler düşünülmemiş ki? Ali MacGraw, Faye Dunaway, Natalie Wood ... Gatsby rolü
için ise Warren Beaty, Jack Nicholson, Steve McQueen, Marlon Brando teklif
götürülen isimlerken bugün Gatsby denilince Robert Redford’dan, Daisy denilince
Mia Farrow’dan başka bir ismi düşünmek hâlâ çok zor.
The Great Gatsby (2013)
Peki ya Leonardo Di
Caprio’yu Gatsby, Carey Mulligan’ı Daisy olarak nasıl karşılayacağız? Bunun
yanıtını verebilmek için önce 2013 yılbaşında gösterime gireceği açıklanan,
sonra ise mayısa ertelenen Baz Luhrmann uyarlamasını beklemek zorundayız.
Filmin yayınlanmakta olan iki fragmanını izleyince Baz Luhrmann’ın tam da
kendinden beklendiği üzere, Romeo+Juliet ve Moulin Rouge’da
yaptığı gibi geçmişi günümüz pop kültürüyle harmanlayan, bol şenlikli karnaval
dünyalar sevgisinden mütevellit oldukça kendine özgü bir uyarlamayla
karşılaşacağımız ortada. Bu ne anlama geliyor? 1920’lerin Caz Çağı, bol bol
dökülen şampanyalar, hunharca fırlatılan havaifişeklerle en grotesk haliyle karşımıza
çıkarken, fonda da Kanye West ile Jay Z, Jack White ve Florence&The Machine
dinleyeceğiz.
Anna Karenina (2012)
Büyük Rus yazarı
Tolstoy’un merkezinde bir aşk-ı memnu vakasını barındıran klasiği Anna
Karenina defalarca sinemaya uyarlandı. Şimdilerde daha önce Pride and
Prejudice ile The Atonement gibi romanları da sinemaya uyarlayan Joe
Wright da bu sevdaya kalkışarak bizlere yeni bir Anna Karenina sunuyor.
Başrolü gedikli aktrisi Keira Knightley’ye veren Wright, bize kalırsa romanı
orijinal bir şekilde uyarlamak adına, tiyatro sahnesini sinemaya taşımak
suretiyle ilham perilerini Baz Luhrmann’dan ve Lars Von Trier’in Dogville deneyinden
ödünç alıyor. Bu teatrallik romana yeni bir yorum getirme iddiasını taşırken
kimilerine safi estetik bir haz, kimilerine de yapaylık hissi verebilir. Ancak
ne olursa olsun Jude Law’u aldatılan aziz kılıklı eş Karenin olarak izlemek
paha biçilemez.
The Hobbit: An
Unexpected Journey (2012)
Sinema tarihinin en az
kitapları kadar sevilen, Oscar’larla dahi taçlandırılan edebiyat
uyarlamalarına, Lord of The Rings serisine imza atan Peter Jackson’ın
Tolkien uyarlamaları meşhur serinin ön adımı olan The Hobbit’ten
yaratılmış bir üçlemeyle bu yıl start verdi. Jackson tek bir kitaptan üç film
çıkarmak gibi bir işe kalkıştığı için bu sefer “Ama kitapta olan şu olay, şu
karakter filmde yoktu” isyanını etme şansı yok, aksine bu sefer kitabın üzerine
yepyeni karakterler ve hikâyeler inşa edilmiş durumda. Bu yenilikler Tolkien
evrenine doyamayanlar için bir nimet niteliğinde. Örneğin romanda bu kadar
sahnesi olmadığı halde, Cate Blanchett suretinde çok sevildiği için bonus
tadında Galadriel’li sahneler eklenmiş filme. Cücelerin bütün şirinlikleri,
Martin Freeman’ın muazzam Bilbo Baggins yorumu, sevgi ve nefret odağı Gollum’un
varlığı, ilk filmin sonunda henüz sesini duyamasak da ejderha Smaug’u ve
Necromancer’ı çok sevgili “Sherlock” Benedict Cumberbatch’in seslendiriyor
oluşu sinemaya koşmak için yeterli nedenler.
Life of Pi (2012)
Yann Martel’in 2002 Man
Booker ödüllü romanı Life of Pi M. Night Shyamalan, Jean-Pierre Jeunet
gibi yönetmenlerin adının geçtiği bir uyarlama projesi olarak bir süre
ortalıkta dolandıktan sonra nihayet Ang Lee tarafından sinemaya aktarıldı.
Pasifik Okyanusu’nun ortasında batan bir yük gemisinden kurtulan tek filintanın
mürettebatını 16 yaşındaki Pi, bir sırtlan, bacağı kırık bir zebra, dişi bir
orangutan ve Richard Parker adında 100 kiloluk bir Bengal kaplanı
oluşturmaktadır. Pi’nin tanrı ve din sorgulamaları eşliğinde vuku bulan hayatta
kalma serüveni Nuh’un Gemisi endamında salınıyor, hem de görsel şölen
becerisine genelde güvendiğimiz Ang Lee sayesinde. Hikâyenin aldığı hale ise
izleyip karar vereceğiz...
Les Misérables (2012)
Söz konusu roman bir
klasik olunca sinemaya defalarca uyarlanması da kaçınılmaz oluyor. Victor
Hugo’nun Les Misérables’ı da böyle romanlardan. Kürek mahkumu Jean
Valjean’ı Hugh Jackman’ın, Müfettiş Javert’i Russel Crowe’un, yoksul anne
Fantine’i Anne Hathaway’in, Fantine’in kızı Cosette’i Amanda Seyfried’in
canlandığırdığı Les Misérables’ın yeni versiyonunu haleflerinden ayıran
en önemli özelliği müzikal olması. Filmin yıldız kadrosunun diğer isimleri olan
Helena Bonham Carter ile Sacha Baron Cohen, daha önce Sweeney Todd: The
Demon Barber of Fleet Street’te de birlikte rol almış ve bol bol şarkı
söylemişlerdi ancak filmin çekimleri süresince diğer oyuncuların müzikal
performanslarının nasıl olduğuna dair merak, Anne Hathaway ile Hugh Jackman’ın
rolleri gereği girdikleri, sağlıklı oldukları epey tartışılan rejimlerinin
kopardığı gürültü kadar büyüktü.
Wuthering Heights (2011)
19. yüzyıl İngiliz
edebiyatının tekinsiz kraliçesi Emily Brontë’nin eksenine ölümcül boyuttaki
tutkulu bir aşk ve intikam öyküsünü alan klasik romanı Wuthering Heights Luis Buñuel ve Metin Erksan gibi şaşırtıcı
isimler de dahil olmak üzere çeşitli yönetmenler tarafından sinemaya uyarlandı.
Şeytani çekiciliğin adeta sözlük karşılığı olan Heathcliff şimdiye kadar
Laurence Olivier, Timothy Dalton, Ralph Fiennes gibi aktörler tarafından
canlandırıldı. Andrea Arnold’ın çektiği yeni uyarlamadaysa Heathcliff’i ilk kez
siyahi bir oyuncu olan James Howson canlandırıyor. Romanda koyu renk teni
olduğu vurgulanan Heathcliff için böyle
bir casting tercihi yapmak son derece makul bir karar. Romana mekan olan
Yorkshire’ın ürkütücü ve Heathcliff’le Catherine arasındaki sarsıcı aşkı iyiden
iyiye depreştiren yabani doğası bu filmin gözbebeği desek yeridir. Film boyunca
hiç müzik duymayıp bu vahşi doğanın seslerini dinledikten sonra finalde
Mumford&Sons’ın film için bestelediği “The Enemy”yi hafif bir tokat
mahiyetinde dinlemek ise tüyler ürpertici bir deneyim.
Never Let Me Go (2010)
Kazuo Ishiguro’nun
gizemli bir yetimhanede ‘tuhaf’ amaçlar uğruna yetiştirilen üç çocuğun hayatını
konu alan, belirsiz bir zamanda geçen yürek burkan romanı Never Let Me Go Mark Romanek tarafından sinemaya uyarlanmış,
‘ölümcül’ üçlüye Andrew Garfield, Carey Mulligan ve Keira Knightley hayat
vermişti. Genç oyuncuların tutkulu performansları ve yarattığı atmosfer filmin
en az roman kadar yürek burkmasına neden oluyordu. İkinci izleyiş için
hazmetmesi zor, romanın sadık hayranları tarafından genelde benimsenen, uydurma
bir şarkıcı olan Judy Bridgewater’ın “Never Let Me Go”sunun kasetten dinlendiği
sahnelerin kulağa hep çalındığı unutulmayacak bir uyarlama izlemek isteyenler
kaçırmasın.
Harry Potter (2001-2011)
Yediden yetmişe herkesi
büyüleyen Harry Potter serisi 2001’den 2011’e kadar dört ayrı yönetmenin elinden
geçerek 8 filmle seyirciyle buluştu. Alfonso Cuarón gibi görece avangard bir
yönetmene teslim edilen üçüncü film Prisoner
of Azkaban başta olmak üzere genellikle hayranlarının beklentilerini boşa
çıkarmayan uyarlamalardı Harry Potter filmleri. Harry Potter ve kendisi gibi
büyücü arkadaşlarını canlandıran Daniel Radcliffe, Emma Watson ve Rupert Grint
on yıl içinde gözlerimizin önünde büyürken, İngiltere’nin gencinden yaşlısına
yıldız oyuncularının her birini Hogwarts’ta konuk olarak ağırladık. Listede
kimler yok ki? Alan Rickman, Gary Oldman, Kenneth Branagh, Ralph Fiennes,
Robert Pattinson, Helena Bonham Carter ilk elden akla gelenler. The Goblet of Fire’ın yıl sonu balosunda
Jarvis Cocker’ın sahne alıp “Do the Hippogriff” ile Hogwarts camiasını coşturması
ise akıllara kazınan bir sahneydi.
Gözlüklü büyücünün büyümesiyle bir devir kapandı, bakalım J. K.
Rowling’in bundan sonra yazacakları da aynı şekilde sinemaya uyarlanma isteği
uyandıracak mı?
Twilight (2008-2012)
“Bir devir daha kapandı”
dedirten bir diğer seri uyarlama da şüphesiz vampir edebiyatına ergenlik ve
katışıksız romantizmle harmanlanmış yeni bir soluk getiren Stephenie Meyer
imzalı Twilight serisinin birebir
olduğunu söyleyebileceğimiz uyarlamaları oldu. Kitaplar halihazırda birer bestseller
iken vampir Edward Cullen rolü için seçilen Robert Pattinson’ın varlığı
filmleri de birer gişe canavarına dönüştürmekte hayli etkili oldu. Fetiş
nesnesi vampirin getirdiği yankının üstüne bir de Pattinson’ın gerçek hayatta
da Bella Swan’ı canlandıran Kristin Stewart ile girdiği ilişkinin tabloit
basına yansıması filmlere olan ilgiyi iyiden iyiye artırdı. Dracula benzeri
“old school” vampirlerin hayranlarını çileden çıkartan bir seri olsa da Twilight uyarlamaları artık yadsınamaz
bir fenomen. Vampirlik hiçbir zaman bu kadar çekici olmamıştı!