21 Mayıs 2015 Perşembe

Avizeye güzelleme: Phantom of The Opera


Phantom of the Opera sadece 19. yüzyıldan kalma gotik bir hikaye değil, basbayağı 80'lerin ruhunu da yansıtıyor. İngilizceyi ilk öğrendiğimiz çocuk yaşlarda beginner seviyesinde uyarlamalarını okuduğumuz gotik harikası Gaston Leroux'un romanından uyarlama bu müzikalin yıllar sonra böylesi bir etki yaratacağına izlemesem inanmazdım. Belki de hayatımıza 80'li yıllarda girmiş olmasının, malum, çocukluğumuzun o döneme denk gelmesinin de bu duygusal etkileşimlerde payı olabilir. Gotik öyle bir şey ki sevildiği her dönemde o dönemin ruhundan unsurlar da alıyor: 19. yy Paris operasındaki hayaletin söylediği şarkıların 80'lerin manyak synthesizer'larının new wave'liği ve kilise orgu ruhaniliğiyle birleşmesi başka nasıl açıklanabilir ki? Başka bir örnek için bkz. Kate Bush'un Wuthering Heights takıntısı.

Broadway müzikali, görmemişciklerin ibadet yeri Zorlu'ya gelince olanlar: "Avize kafamıza şimdi düştü düşecek", "Sahnenin önünde bir selfie'miz olsun", "Bilmemne reklam ajansındakiler A bloktan bilet almış" kaygılarını duymamak için kulaklarınızı sağa sola kapayıp müzikale kilitlenmezseniz benim gibi ruhiyeler için heba olabilir caaanım Hayalet. 

Avize demişken... "Duvarda asılı bir silah varsa ille de patlayacak" diyen Çehov Efendi bu romanı okumuş muydu bilmiyorum ama bir nesne bir olay örgüsü içinde bu kadar bomba etkisi yaratabilir. Aşık olduğu Christine ile nişanlısının aşk düetlerini dinleyen Hayalet'in aynı şarkıları kendisine kabus gibi gelen hayalet şarkıları olarak yankı yankı duyuşu bence hayalet hikayesinin alaşağı edilişine erken bir örnektir. Kötü karakterin en acınası ve empati kurulası karaktere dönüşmesinin şahane bir biçimidir. Zavallı hayalet "A plague o both your house! / Çırağınıza od düşsün!" diye haykırırken onunla beraber coşarsınız. İşte bunlar hep Byron, Heathcliff sevgilerinden... Kanımıza kötü adam zehri bulaşmış, yapacak bir şey yok. Velhasıl, o avize ya düşecek ya düşecek ve bu sadece bir başlangıç!

İyi ki geldiler, dünya gözüyle izledik.

30 Nisan 2015 Perşembe

Aç Köpekler & Sermet Yeşil


İyi ki sinema var da tiyatro sahnelerinde nevi şahsına münhasır oyun parçalayan yetenekleri keşfedebiliyoruz, özellikle de tiyatroyla ilişkilerimiz mesafeliyse. Reha Erdem'in Kosmos'uyla tanıma şansına erdiğimiz Sermet Yeşil (yirmi yıldır sahnede) bu yeteneklerden biri işte. Onur Ünlü'nün Şubat'ıyla TV'de de arz-ı endam edip gönlümüzü fethedince İstanbul'un çeşitli tiyatro gruplarında oynadığı oyunları takip edip Kadis Has Sahnesi olsun (Savaş oyunuyla), Kumbaracı 50 olsun peşinden koşturmak bende hobi haline geldi.

Dün izlediğim Aç Köpekler, Kumbaracı 50'de oynanan Mirza Metin'in yazdığı bir oyun. Sermet Yeşil, Beşir-Beşer kardeşte ya da kardeşlerinde tek kişilik bir performans sergiliyor. Oyun pek alışık olmadığımız üzere Kürtçe altyazıyla gösteriliyor. Ülke yıllardır bölücülüktür, eşitliktir, halkların bir türlü yakalanamayan kardeşliğidir hezeyanlarıyla çalkalanadursun (seçimler de yaklaşmışken, bünyede başağrıları ayyuka...) en iyisi her zaman bireylerin hikayelerine kulak vermek. Milliyetçilik ajistasyonlarına dönüşen meselelere 'insan' üzerinden yaklaşmaya çalışmak. Bu anlamda Mirza Metin'in metni empatiyse empati, sorgulatmaksa sorgulatmak, duygusal etkisiyse maksimumundan, ortalama 80 dk'lık bir tiyatro oyunu için gereken her şeyi yerine getiriyor. Bas bas bağırmıyor, avangard ya da deneysel olacağım diye kendini paralamayıp anlamsız boşluklar yaratmıyor; metnin kendisi ve Sermet Yeşil'in şahane oyunculuğu tek başına alıp yürüyor.

Sermet Yeşil beyefendiye gelince, kendisinin içinde bir tiyatrocu Hulk'ı var, artık iyice ikna oldum, daha ne diyeyim. Nerd Nilay'ın performans değerlendirmesi ancak böyle olur.

"... sizi kardeş olmaya mahkum ediyorum." Drama dersi veriyor olsaydım, sınav sorusu yapacağım cümle. TV kanallarında, seçim kampanyalarında dört dönen siyasetçilerin ise üzerine düşünmeye bile yeltenmeyeceği altı çizilesi bir cümle.

İyi ki yazıyorsunuz, iyi ki oynuyorsunuz, peşinizdeyiz.

16 Nisan 2015 Perşembe

Blog'a dönüş girişimi

Doktoradır, ev taşımadır, çeviridir, yazılardır derken blogger'a bakmayalı bile bir yıl olmuş, bırakınız yazmayı. Amme hizmeti gören telif yazılar bir yana, blog yazmanın yeri ayrıydı halbuki...

Bilenler bilir, Suadiye'deki CTC Eğitim'de iki yıldır şahane bir edebiyat atölyesi sürdürüyorum. Sayıları ortalama 10 muhteşem kadın şimdiye kadar gördüğüm en tutkulu, kendilerinin farkında ve kendilerini her daim yenileyen, gerek hayat memat gerekse edebiyat anlamında da bana çok şey öğreten eşsiz öğrenciler. Şimdiye kadar yaptığımız okumalar, Batı ve Türk klasiklerinden, Dünya Edebiyatına, tematik roman listelerinden, sürprizli şiir okumalarına geldi gitti... Bu yıl kendilerine fahri Karşılaştırmalı Edebiyat doktorası verdirmeye kararlılar ve beni lisans dönemimin ilk yıllarına götürerek, mitolojiden tarih ve edebiyata, Batı medeniyeti tarihinden metin analizine, tragedyalardan sonelere, temel bir tedrisat disiplinine soktular. Belki de blog'da derslerle ilgili izlenimlere, yaptığımız okumalara değinebilirim bundan sonra, kısmet :)

Bu hafta Hümanizmanın aydınlık derinliklerinde seyrediyoruz efenim. Erasmus, Deliliğe Övgü okuyoruz; "yaşasın delilik".

Ahmet Cemal'in önsözünden bir alıntı: "... gerçek bilgelik, deliliktir. Öteki görüşe göre ise kendini bilge sanmak, gerçek deliliktir. (...) hakikati gülerek söylemek" ise başlıca yöntemdir.

* Görsel, dönemin resim üstadı 'Master' Hans Holbein'ın kitap için yaptığı çizimlerden.