21 Kasım 2011 Pazartesi

Akşam pazarı mahsülleri


Peyami’nin rüyası & Halide Edib ve idealizasyon


Milli Mücadele dönemi edebiyatının ideolojik damarına kuvvetli bir şekilde basan bir romandır Halide Edib’in Ateşten Gömlek’i. Yazarının kurtuluş hareketinin içinde bizzat yer alması ve romanın bir nevi ateşin tam ortasından doğması yaşanan acı gerçekliği okuyucu zihinlere kazıma işlevinin layıkıyla yerine getirilmesini sağlar. ‘Yaşanan acı gerçekliği gösterme’ toplumsal düzeyde bilinci uyandırmayı ve harekete geçirmeyi kendine görev edinir ve bunu yaparken gerçekleri oldukları yerde bırakıp ters orantılı bir biçimde mutlak idealizasyondan feyz alır. Feyz almakla kalmaz, inşaasını ve okuyucuya iletmek istediklerini tamamiyle idealizasyon üzerine kurar. Ateşten Gömlek romanı temelde üç öğe üzerinden idealizasyonu gerçekleştirir: Ülke, kadın ve ülke ile kadının benzeşmesinden hatta bütünleşmesinden doğan ulvi arzu nesnesi romandaki bu üç temel öğedir.

İdealize edilmesi amaçlanan ülkenin doğasından dikkat çekici bir şekilde pek bahsedilmez romanda. Tasvirlerde ağırlık ülke toprağının üzerinde mücadele halinde olan kişilerin iyilikleri ve kötülükleri, buna bağlı olarak dışarıya yansıyan fiziksel güzellikleri ve çirkinlikleri üzerinedir. Belki de idealize edilmesi amaçlanan doğanın somut, fiziki özelliklerine bilhassa değinmemek onun soyut ve yüce bir varlık haline gelmesine yardımcı olması açısından manidardır. Bir yanda kurtarılması gereken, tarihi barındıran İstanbul; öte yanda çorak, bilinmez ama mesken tutmak, hayat vermek için yepyeni olan bir Anadolu vardır ülke içinde. Sultanahmet mitingi anlatılırken değinilenlere bakacak olursak İstanbul ve İzmir’in Anadolu’nun gülen, bereketli yüzü olduğunu görürüz:

Ah, beyaz ve güzel memleketim! [Bu] meydanda bir çok imparatorlar ve imparatoriçeler en mutantan alaylar, yarışlar, resmigeçitlerle geçtiler. Fakat bu beyaz ve ezeli meydanı bütün bir milletin göz yaşıyla hiçbir mutantan alay, hiçbir Bizans ve Osmanlı ihtişamı takdis etmedi. Yeni Türkiye’yi doğuran esrarlı ve ilahi ruh mu bu merasimi bu millete öğretti? Yoksa İzmir’in zümrüt yamaçları, altın meyveleri, bal akan bağları üzerinden geçen kan ve ıstırap kasırgası mı burada tekerrür ediyor? [1]

İzmir’in zümrüt ağaçlarına karşılık, Anadolu’nun bilinmeyen, derinlikli söğüt ağaçları vardır. Mütemadiyen ağaçların derinliklerinden bir ses gelir, ya da bir roman kişisi ağaçlıkların içinden çıkıp gelir. Derin sular, çalı yığınları, söğütlerin toplandığı bataklık ve sazlar kaplar Anadolu’yu. Adapazarı’nın batak çayırları, oraya buraya serpiştirilmiş münasebetsiz söğütleri vardır. Yolları tozlu ve uzundur. Anadolu ile ilgili yapılan nadir doğa tasvirlerinden birine bakacak olursak adeta korku uyandıran yabancı bir diyar olarak algılandığını görürüz:

Yerler buz, dağlar renksiz, umumi bir sarı renk ahengi ötede beride bir avuç su birikintisi etrafındaki ağaçlıklar kırçıl, cılız. [...] Cehennem gibi sıcak var. Ateşten bir rüzgar bu kırçıl, sarı tabiatın üstünden tozları önümüze katmış götürüyor. Gök açık bir mavi. Yerler hiç tükenmiyor, saatler geçiyor, biz hala sonunda dağlar yükselen bir nevi düzlük içinde çalkana çalkana gidiyoruz. Ne ıssız ve insansız, yeknesak, ebedi bir arz. Ne rengi, ne hayatı, ne tenevvülü var. [2]

Bu korku veren yabancı diyara hayat vermek içinde bulunan mücadelenin başlıca amacıdır zaten. Üzerinde çalışılması gereken alan ne kadar zorlu ve umutsuzluk verici özelliklere sahip olursa idealizasyon da o kadar etkili olur: Sonrasında bu ucube topraklardan bu millet bir cennet yaratacaktır. İdealizasyon görevinin birinci aşaması başarıyla tamamlanmıştır.

İkinci aşama, vahşi doğadan ve vahşi insanlardan bir cennet yaratacak olan milleti oluşturanların idealize edilmesi mevzusudur. İnci Enginün, Halide Edib’in ülkeyi ‘şarkın hür ve terakkiperver bir Amerikası’ olarak görme eğiliminde olduğunu söyler.[3] Bu konuda haksız sayılmaz; zira Anadolu’dan cennet yaratacak olan kişilerin mükemmelliği ve beyazlığının yanında Anadolu yerlileri kaba, hayvansal içgüdüleri baskın, cahil, karanlık kişilerdir romanda ve bu durum ister istemez Amerika’yı istila eden beyazların ve Amerikan yerlilerinin akıbetini akla getirir. İki uç noktanın bir tarafında İzmirli, kültürlü, modern, cesur erdemli Ayşe yer alırken diğer uçta mantık dışılığı kural tanımayan, cinsel dürtüleri doğrultusunda mükemmel erkeğin mütemadiyen ayaklarına kapanan, cahil Kezban bulunur. Aynı şekilde tipik İstanbullu, iyi ailede yetişmiş kumandan İhsan karşısında yanlışları yüzünden –kaba saba davranışlarıyla anlatıcı sesin hoşlanmadığı bir portre çizmesi, Kezban’a beslediği şehvet duyguları, İhsan’ın ölmesini istemesi, isyankar tavırları, çetelere katılışı...- hem tarihsel gerçekler hem de edebi adalet gereği sonunda asılarak cezalandırılacak ta olan Mehmet Çavuş yer alır. İdealizasyon gereği Mehmet Çavuş fiziksel olarak ta bir çirkinlik sembolüdür:

Sigaralarımızı yakmak için tekrar çakmağı çakarken yüzünü hakikaten korkunç buldum. Kocaman bıyıklarının altında dudaklarının çok çirkin kıvrılışı vardı. [4]

İnsan üstü ideallikteki kişinin etrafındaki sıradan olanlar ve olumsuz örneklerle bir arada verilmesi idealizasyon işlemini daha etkili hale getirir. Ayşe’nin anaç şefkati kendisinden hiç haz etmeyen Kezban’a karşı dahi etkilidir. Berna Moran’ın tabiriyle “ulusal dava peşinde erdemlerini kanıtlayan” kadın modeli Ayşe, çocuk Kezban’ın mantıksızlığı karşısında kendisinden nefret edeni bile koruyan ve kollayan bir anne ve erdem timsalidir gerçekten de.[5]

Ayşe’nin annelik rolü romandaki bütün kişilerin –İhsan’ın, anlatıcı ses Peyami’nin, Cemal’in...- hatta yaraları saran bir hemşire olarak milletin tamamının karşısında gerçekleşir. Fedakar anne ve kızkardeş rolünün yanı sıra Ayşe, cinsel bir nesne olarak da mükemmelliğiyle sunulur ve gene romanın başlıca kişilerinin kollektif arzu nesnesidir. Esmer tenli Kezban’a karşılık bembeyazdır Ayşe. Saflık ve asalet her zaman beyazdadır. Anlatıcının Ayşe’yi ilk görüş anına bakacak olursak:

Sonra uzattığı büyük uzunca bir beyaz eli sıktım. Yüzünü kaldırdı. Sükun içinde aramızda yürüdü. Koyulaşmış yeşil, esmer gözleri etrafındaki siyah kirpikleri yaslı İzmir’in zeytinliklerini örten yas örtüsü gibiydi. Mustarip derin yüzünde ne yaş ne de telaş vardı. Öyle karanlık ve derin bir şeydi ki...Yanından ince kaşları altında o siyah kirpik çerçevesine ve biraz uzunca burnuna bakıyordum. [...] Oscar Wilde’ın dediği gibi “Fil dişi saplı bir bıçakla açılmış kızıl nar gibi dudaklarını” gördüm. Büyük, biçimli, kırmızı dudaklarının ve arasındaki sedef sağlam beyaz dişlerinin nihayetsiz bir kudreti, zenginliği vardı. [6]

Farklı roman kişilerinin arzu nesnesi olan Ayşe, tam da bu özelliği nedeniyle aynı zamanda ulaşılması zor olandır. Kendisinden bir kere evlilik sözü alan İhsan’ın içi buna rağmen Ayşe’nin masif erdem duvarı karşısında roman boyunca rahat edemeyecektir. Dokunulduğu zaman mükemmelliği bozulacak olan bir ulviyettir Ayşe. Nitekim, yazar çareyi onu öldürmekte bulur, böylelikle ulviyeti de katman katman çoğalır. İdealizasyon görevinin üçüncü aşaması, zorlukları, ulaşılmazlıkları ve mükemmellikleri bağlamında ortak olan ülke ve Ayşe’yi vurgulamaktır. Ayşe hem bir anne ve kızkardeş gibi şefkatlidir, hem de şehvet uyandıran fiziksel özelliklere sahiptir. Anadolu, bir yanda zümrüt ağaçlardan oluşan yeşil batısıyla anaçtır, kucak açar; bir yanda çorak, vahşi doğusuyla korku ve hayranlık yaratarak cezbeder. Ayşe, iyi eğitim / Batılı anlamda eğitim almıştır, moderndir ama aynı zamanda yerel değerlere de sahip çıkar. Anadolu da İzmir’den doğuya dek Ayşe’deki bu ikililiği barındırır bünyesinde. Bu iki ayrı arzu nesnesi yer yer bütünleşerek birbirlerinin mevcudiyetine aralıksız katkıda bulunurlar. Birbirleri için yaratılmışlardır. Roman sonunda başlı başına Peyami’nin rüyası olduğu anlaşılan bu bütünlük, yazarın idealizasyon emelinin başlıca hatta tek unsurudur. Zira roman bu idealizasyon motivasyonu uğruna sanatsal özellikten mahrum kalır. Öyle ki en basit dilbilgisi kuralları bile yer yer görmemezlikten gelinir. Yazarın metinde kendisini fazlasıyla ele verişinin oldukça rahatsızlık verdiği durumlara iyi bir örnektir Ateşten Gömlek. ‘ Kendini fazlasıyla ele vermek’ten kasıt, yazının başlıca konusunu oluşturan idealizasyonun romanın tek özelliği olması durumudur. Tanpınar, bir davaya sahip olmanın çok kolay ancak bunu sanata sokmanın zor olduğunu söyler ve romanın durumunu bu yazının itham ettiğine uygun bir şekilde kısaca özetlemiş olur.[7]

Kaynakça

Adıvar, Halide Edib. Ateşten Gömlek. İstanbul: Özgür, 1997.

Enginün, İnci. Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları. İstanbul: Dergah, 2004.

Moran, Berna. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1. İstanbul: İletişim, 2004.

Tanpınar, Ahmet Hamdi. Edebiyat Dersleri. İstanbul: İletişim, 2003.


[1] Adıvar, Halide Edib. Ateşten Gömlek, s. 30.

[2] A.g.y. s. 94.

[3] Enginün, İnci. Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, s. 82.

[4] Adıvar, Halide Edib. Ateşten Gömlek. s. 113.

[5] Moran, Berna. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1. s. 156.

[6] Adıvar, Halide Edib. Ateşten Gömlek. ss. 24-25.

[7] Tanpınar, Ahmet Hamdi. Edebiyat Dersleri. s. 258.

16 Kasım 2011 Çarşamba

İlk çocuk kitabı çevirim yayımlandı:)


Kontrol-Z

Arka Kapak


Hangimiz, işler yolunda gitmediğinde yardıma ihtiyaç duymayız ki?

Alex, aile dostları John Amca'sından Noel hediyesi olarak bir çift tavşan kapanı ve Kendi Patlamanı Kendin Yarat setleri gibi sıra dışı hediyeler almaya alışıktı. Ancak bu yılki hediye, gerçekten bambaşkaydı. John Amca, Alex'e, Kontrol-Z tuşlarına basınca zamanı geriye alan bir dizüstü bilgisayar hediye etti! Tabii ki Alex ve en yakın arkadaşı Callum, bu harika hediyeden faydalanacaklardı!
Bir düşünün: Zamanı geriye alabilseniz, neler neler yapardınız!
Ama sonra, işler çığırından çıktı ve…

Kontrol-Z, teknolojik gelişmelerin gündelik yaşamda yaratabileceği değişiklikleri, hata yapmanın ve doğruları seçebilmenin önemini, hayal gücünün olanaklarını düşündüren, şaşırtıcı ve eğlenceli bir roman.

"Hata yapmanın ama dönüp aynı hatayı bir daha yapmamanın insana neler kazandırabileceğini görmek isteyen herkes, bu kitabı okumalı. Hayal gücünün teknoloji ile bütünleşmesi, ancak bu kadar doğal ve samimi olabilir."
Pınar Baysal - Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

Yazar:Andrew Norriss
Çevirmen:Nilay Kaya

Sayfa Sayısı: 160
Dili: Türkçe
Yayınevi: Kelime Yayınları

12 Kasım 2011 Cumartesi


Tanrı naifliği korusun! Kumru ile Kumru’da naiflik kılığına girmiş elitizmin ‘devinim’i üzerine

Ömer Türkeş, Tahsin Yücel’in Kumru ile Kumru adlı romanı için şöyle bir değerlendirmede bulunuyor: “Abartılı heyecanı ve tutkusu tipik Tahsin Yücel ironisi ile bu durumu karikatürleştirip yaşantımızın parodisini üretiyor.” [1] Hikaye aynıdır: günlük yaşantıda başlar kuma gömülü olduğu için görülemeyen tüketim çılgınlığı ve yarattığı tahribat, alışılageldiği gibi bir yazar tarafından “dışarıdan” bakılıp gözlemlenerek ironik bir dille başları kuma gömülü olanlara sunulur. Türkeş’in roman için yaptığı saptamalardan “abartı” kelimesinin altını çizmekte fayda var. Zira burada söz konusu olan yabancılaştırma etkisi yaratma amacı güden grotesk bir edebi tercih değildir. Yücel, başlıca konusunu her gün yaşanan ama hiç farkında olunmayan bir durum olarak ele alır; ancak tüketim çağının içinde yaşıyor olmak, hiç de yazarın zannettiği gibi “kuma gömülü baş” bilinçsizliğinde yaşanan bir durum değildir, her yerdedir, gözler önündedir, sürekli tartışılmaktadır. Bu durumda yazarın mevcut soruna bakışı, edebi tercih olarak groteski yanına almakla değil duruma düpedüz “dışarıdan” bakıyor olmakla açıklanabilir ki; bu “dışarıdan” bakış, yazarı mevcut toplum dinamiklerinin içinden bihaber olmadan dışarıya baktığı ve durumu bu kadar basitleştirdiği için olsa olsa “elitist”, neredeyse “oryantalist” bir bakıştır.

Yücel’in romanda “tutku”dan yardım alarak, Kumru’nun eşyaya karşı geliştirdiği fetişizmle yaratmaya çalıştığı ironi, kuru bir naiflik etkisi yaratır. Türk edebiyatı, daha önceleri de mevcut toplumsal dinamikleri zamansızlaştırarark, köye ait gibi duran masalsı söylemi şehre taşıyarak, bütün bunları bir çocuğun gözünden ve dilinden anlatarak “naiflik”le uğraşmıştır. Ne var ki, bu yetkin örneklerden sonra günümüze gelindiğinde küçük, çocuksu kadın kimliğinden yardım alarak hala bu ‘naif’ söylemle şehrin masalını anlatmaya çalışmak, üstelik bunu yaparken işaret parmağını gözümüze gözümüze sokmak, “naiflik” duygusuna kaba bir anlam kazandırmaya başlayacaktır. Kumru’nun eşya fetişizminin oluşumunu açıklamak için buzdolabı ile kurduğu ilişki, onu alma çabası, alışı, onunla yaşayışı uzun uzun ve bir yerden sonra amacından saparak anlatılır. Keza, ardından Kumru’nun hayatına giren her nesne aynı ‘özen’den payını alır ve bu nesne fetişizmini canlandırma faaliyeti bir yerden sonra mekanik bir tekrara, monotonluğa dönüşür. Kumru’nun ilk süpermarket deneyiminin anlatıldığı kısımlarda tüketime yönelik eleştiri iyiden iyiye kendini kaba ironiye teslim eder. Kumru’nun nesne ve tüketim denen canavarın temsili olan pazarla (süpermarket) kurduğu ilk ilişkinin üzerinde durulması gerekli olabilir; ne var ki bu bölümlerin sürekli uzatılışı ve “leitmotif” olmaktan çıkıp romanın bizzat kendisini oluşturması, onu didaktizmin haşmetli ellerine teslim eder. Evet, bu romanda hayatın gerçekten içinde olmayan ve olmamakla beraber “şu 80 gençliği de iyice apolitik oldu canım, nerede bizim 68?” gibisinden söylemleri sakız haline getirip sürekli çiğneyen gözü kapalı ama dediğinde inatçı bir sakallı dede sesi vardır. Romanın ciddi bir kısmında bakış açısı o “kutsal naifliği” yaratmak amacıyla Kumru’ya yönelirken, çok keskin geçişlerle bir tanrısal anlatıcı devreye girip Kumru’nun trajedisini ‘açıklamak’ için aydın Tuna Hanım’ın zihnini aktarmaya ihtiyaç duyar. Saf Kumru içinde bulunduğu durumu anlayamadığı gibi, okuyucunun da anlayamadığı farz edilir. Toplumun “görünen” kısmına şöyle bir bakış atıp, tabiri caizse ahkam kesmektir bu durum. Bir ‘naif’ kapıcı kadının trajik hikayesi “oluntu”, “devinim”, “tansık”, “gösterge” (en iddialısı da budur ki; bu esnada Yücel’i Saussure okurken ve Berke Vardar’la tartışırken hayal etmemek mümkün değildir), “izlence” gibi kelimelerle anlatılıyorsa elitist ve hatta oryantal bir bakışla “ahkam kesmek” yakıştırması kaçınılmaz bir şekilde yapılacaktır.


[1] Ömer Türkeş. “Tüketme Hazzı”. Pandora Kitap Eleştirileri. http://www.pandora.com.tr/turkce/elestiri.asp?yid=216, erişim tarihi 28.05.08

1 Kasım 2011 Salı

Achtung! Sie verlassen jetzt West Berlin.




Bugünlerde anne-babanın Almanya'ya dönüş ritüelleri vuku bulduğu için midir nedir, güne içimde bir DDR sempatizanlığıyla başladım ve Berlin'de mutlaka görülmesi gereken müzelerden birini yad ettim. Bu tip müzeler başlı başına bir yad etme aracıyken bir yandan da "turistik sömürü" güçleri olmakla suçlanıyorlar, biliyorum. Sahte Duvar parçalarıyla satılan karpostallar, Doğu Berlin temalı oteller, kafeler, hediyelik eşya standlarının yanında satılan DDR günlerinden kalan, kimisinin kaldığı iddia edilen paltolar, asker kıyafetleri, rozetler vesaire vesaire. Elbette bütün bu rahatsızlığın altında Alexanderplatz'da McDonalds'ı görmek istememe dürtüsü yatıyor. Ama ne yapalım, dünya değişti ve değişiyor. Klişelerin en klişesiyle meramımı sonlandırayım o halde: Dünyayı değiştirmek istiyorsan (halen) önce bi kendini değiştirmeyi dene, güzel kardeşim. Bi dene sen...

Gidemiyorsanız, Bkz.
http://www.ddr-museum.de/