13 Ağustos 2012 Pazartesi
Boksör Böcek: Uç Hitler Böceği Uç!
Domingo Yayınları, iddialı kitaplar yayımlamaya devam ediyor. Genç yazarın İngiltere'de bestseller olan, Guardian destekli ilk romanı: Ned Beauman'dan Boksör Böcek. Daha demin demedim size? Herkes önce bir kendi bildiği hikayeyi doğru dürüst yazmaya kalkışsın diye. Muazzam bir hayalgücüymüş, faşizmin, makineleşmenin, modernleşmenin, anti-semitizmin eleştirisiymiş vesaire vesaire... Kütüphaneye tıkılıp bolca zaman geçirilerek yazılmış bir "proje roman" karşımızdaki. Post-modernizm fetişizmi de cabası. Evet, kitabın arka kapağında yazanların vaat ettiği gibi en az Tarantino karakterleri kadar ilginç karakterlere sahip ama artık Tarantino gibi bir referanslar efendisinin kendisi de bizzat referans kaynağı oluyorsa, bahsettiğim post-modernizm fetişizmine kapılmak anlamında vay halimize! Bakınız: Bizim Afili Filintalar'ın da kabak tadı vererek yaptığı şey. Onların Beauman'dan farkı bir de üstüne homofobik ve maço olmaları üstelik.
Kitabın ana karakteri, faşizmden nefret etse de bir Nazi eşyaları koleksiyoneri ve bu bağımlılığının çelişkili doğasını kendi kendine sorguluyor. Bence kitabın tek ilginç noktası bu çünkü kitabın kendisi, başlı başına bu çelişkiye işaret ediyor. Bir şeyi son derece iddialı bir şekilde eleştirirken aslında eleştirdiğin şeye bir fetiş nesnesi olarak yaklaşmak. Genç yazarımızın kendisi bunun farkında mıdır bilemem tabii ama ortaya çıkan sonuç bunu gösteriyor. Yaşını başını almış koca koca adamların silah, tüfek, kavga, dövüş, savaş mavaşla kurulu beş yaşındaki oğlan çocuğu hayallerini andırıyor bu durum.
Hamiş: Hiç hamişlik mesele değil aslında, daha ciddi ama bir de roman hakkında ekşi sözlüğe girilen entry'lerde tüylerim diken diken olarak şu söylem dikkatimi çekti: "Yazar eşcinsel sevişme sahnelerini öyle etkili anlatmış ki yazarın kendisi kesin eşcinsel!" Yazar ve anlatıcı ayrımı arkadaşlar! Bir de biraz estetik mesafe diliyorum sizlere. Kitap okumayı öğrenmek lazım vesselam.
10 Ağustos 2012 Cuma
Biz Rüya Görürken
We Could Be Heroes, Once Upon A Time In Leipzig...
Ayrıntı Yayınevi kendince "yeraltı" olarak gördüğü kitapları yayımlamaya devam ediyor. Hakan Günday'ın "yeraltı" tanımlamasına karşı çıkışını hatırlamamak ve ona hak vermemek mümkün değil. "Bana kalırsa yeraltı edebiyatı rafında sadece Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar'ı durabilir, ille de öyle bir raf olacaksa kitapçılarda," diyordu. Nerede uyuşturuculardan, kerhanelerden, okul iş tanımayan sokakların çocuğu 'serseri' gençlerden müteşekkil Trainspotting muadili hikaye var, hemen etiketi yapıştırıverelim: "yeraltı". Şu kavram sapkınlığımızdan bir vazgeçsek de karşımızdaki metne önce onu kavram altına yerleştirip o kalıp dahilinde sorularla yaklaşmak yerine öncelikle ona daha basit sorular sorsak. "Kardeşim senin derdin ne?" gibi. Ya da edebi keyfini çıkarmayı unutmasak mesela... Genç Alman yazar Clemens Meyer'ın ilk romanı Biz Rüya Görürken / Als Wir Trauemten en başta edebi lezzete sahip mesela. Duvar ve yıkılışı akabinde Leipzig'de büyüyen bir grup gencin hikayesini anlatan romanının başkahramanı ve anlatıcısı Daniel'in anti-Holden Caulfieldvari samimiyet ve tekinsizlikle yoğrulmuş anlatımı gayet çekici, anlattığı "yeraltı" hikayelerinden ziyade. "Aman da post-DDR toplumsal koşullarını analiz edebileceğimiz bir dosya!" diye romana yaklaşırsanız romandan alacağınız bütün keyif baştan heba olur, söyleyeyim. Bir tutam empati, bir tutam meraklı sorular, bir tutam da kendini koyverip zevk alabilme rahatlığıyla okuyun gitsin. İlk romanlar için özellikle hep şunu derim: İnsan sadece kendi bildiği bir hikayeyi eli yüzü düzgün bir şekilde anlatma gayretini göstersin, sağlam bir başlangıç yapmış demektir. Büyük ve iddialı mecralara dalmaya çalışmaktansa... Herkes nasıl büyüdüğünü düşünse bir önce, sonra hala nasıl büyümekte olduğunun farkına varıp ona baksa hikayeler yaratmak için...Mesela, diyorum.
Herkes Yalnız Ölür
Alone in Berlin (Jeder Stirbt Für Sich Allein), Hans Fallada'nın II. Dünya Savaşı bittikten sonra yazdığı ve ölümünden sonra yayımlanabilen anti-Nazi dokunuşlu romanı. Otto ve Elise Hampel olayından esinlenerek yazmış romanı ki bu iki işçi karı-koca ölen savaşta ölen kardeşleri üzerine filler ve çimenler misali kendilerince Hitler'e karşı bir direniş başlatıyorlar. Her hafta düzenli olarak yazdıkları Hitler karşıtı kartpostalları Berlin'in dört bir tarafına yayıyorlar. Gerçi dağıttıkları yüzlerce karttan sadece 17-18 tanesinin yayılmadan polisin eline geçtiği söyleniyor. Sonları da malum, SS hapishanelerinde ölüme gidiş. Sağlam bir dedektif romanı kurgusuyla ilerleyen romanı okurken (katil kim değil elbette meselemiz) Hampel'lerın bu küçük eylemlerinin doğası üzerine düşünmemek mümkün değil? Tam bir tavşan dağa küsmüş, dağın haberi yok vakası. Bir yandan da yakalanmaları için deli divane olan Nazi yönetiminin duyduğu dehşet düşünüldüğünde küçücük bir direnişin o haleti ruhiyyede nasıl da bir tehdit oluşturabileceğini gösteriyor. Hampel'lerın onurlu tavrını vesairesini geçtim, mesele onur değil... Romanda çift oğullarını kaybediyor. Onur kelimesini ağzına alan, "Savaşta vatan için şehit düşen oğlunun onuruna leke düşürmüyor musun, ne biçim anasın sen?" diyen Nazi müfettişi. Bırak, onur başkalarının olsun. Bedelli askerlik yapamayan ve halihazırdaki savaşlarda ölen askerler, hiç değişmeyenler...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)