10 Ağustos 2012 Cuma

Biz Rüya Görürken




We Could Be Heroes, Once Upon  A Time In Leipzig...

Ayrıntı Yayınevi kendince "yeraltı" olarak gördüğü kitapları yayımlamaya devam ediyor. Hakan Günday'ın "yeraltı" tanımlamasına karşı çıkışını hatırlamamak ve ona hak vermemek mümkün değil. "Bana kalırsa yeraltı edebiyatı rafında sadece Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar'ı durabilir, ille de öyle bir raf olacaksa kitapçılarda," diyordu. Nerede uyuşturuculardan, kerhanelerden, okul iş tanımayan sokakların çocuğu 'serseri' gençlerden müteşekkil Trainspotting muadili hikaye var, hemen etiketi yapıştırıverelim: "yeraltı". Şu kavram sapkınlığımızdan bir vazgeçsek de karşımızdaki metne önce onu kavram altına yerleştirip o kalıp dahilinde sorularla yaklaşmak yerine öncelikle ona daha basit sorular sorsak. "Kardeşim senin derdin ne?" gibi. Ya da edebi keyfini çıkarmayı unutmasak mesela... Genç Alman yazar Clemens Meyer'ın ilk romanı Biz Rüya Görürken / Als Wir Trauemten en başta edebi lezzete sahip mesela. Duvar ve yıkılışı akabinde Leipzig'de büyüyen bir grup gencin hikayesini anlatan romanının başkahramanı ve anlatıcısı Daniel'in anti-Holden Caulfieldvari samimiyet ve tekinsizlikle yoğrulmuş anlatımı gayet çekici, anlattığı "yeraltı" hikayelerinden ziyade. "Aman da post-DDR toplumsal koşullarını analiz edebileceğimiz bir dosya!" diye romana yaklaşırsanız romandan alacağınız bütün keyif baştan heba olur, söyleyeyim. Bir tutam empati, bir tutam meraklı sorular, bir tutam da kendini koyverip zevk alabilme rahatlığıyla okuyun gitsin. İlk romanlar için özellikle hep şunu derim: İnsan sadece kendi bildiği bir hikayeyi eli yüzü düzgün bir şekilde anlatma gayretini göstersin, sağlam bir başlangıç yapmış demektir. Büyük ve iddialı mecralara dalmaya çalışmaktansa... Herkes nasıl büyüdüğünü düşünse bir önce, sonra hala nasıl büyümekte olduğunun farkına varıp ona baksa hikayeler yaratmak için...Mesela, diyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder