Jim Jarmush söz konusu olduğunda Bela Lugosi'li, Boris Karloff'lu oldschool vampir filmi klasiklerini beklemiyorduk zaten bu filmden. Ama içine en hasılı sinefil kaçmış olan seyirciyi bile ilk başta irkiltebiliyor film. Özellikle de bu dünyanın ahvaline ilişkin sorunları (insanların yamyamlığı, doğayı tahrip edişi vs.) dile getirişindeki 'klişe' havasıyla. Vampir olmak, hastalık bulaşmamış saf kanlar bulup beslenmek olsun, kimliğini ifşa etmemek zorunda olmak olsun başlı başına mesele. Bir de üstüne dünyada hızla gerçekleşen değişimlerin giderek iç karartıcı olması eklenince kahramanlarımızın 'dünyaya fırlatılmışlıkları' hepten içler acısı. Adam'ın Detroit'in terk edilmiş bir sanayi bölgesinde, terk edilmiş bir malikanede kendine kurduğu müzikle çevrili münzevi ve karanlık yaşam yadırgatıcı olmaktan ziyade son derece anlaşılır. Aynı şekilde Batılı 'hippie' kadının, yani vampir kadın Eve'in kendini Doğu'nun en egzotik köşelerine atması da öyle. Yüzyıllar boyu durdurak bilmeden Tanca'daki münzevi yaşamında edebiyatla karnını doyurabilir. Bir de bavulunda Elif Şafak da olmayaydı…
İş başa düşünce istemeden de olsa 'pis kan' deyip yanaşmadıkları insanların kanına muhtaç kaldıkları an çaresizliklerine, kendiniz bir insan değilmiş gibi üzülüveriyorsunuz. Virginia Woolf'un asırlar boyunca yaşayan kadın-erkek Orlando'su da "dünyaya fırlatılmışlığın" en çetrefilli hallerine maruz kalıyordu. Ama bir şekilde sonunda yaşamak zorunda kaldığı modern dünyayla dostane bir ilişki kuruyordu. Adam ile Eve'i ise müzik ve edebiyattan başka hiçbir şey teselli edebilecek gibi görünmüyor. Aramızdaki vampir kardeşler, anladınız siz onu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder