28 Şubat 2011 Pazartesi

Naif üniversite ödevleri vol.10: “Korkuyorum Anne!”: Kürk Mantolu Madonna’da aşılamayan Oidipal evre üzerine



Günümüzde psikanalizin kurucusu tabir edilen Freud’un psikanalist kuramı çerçevesinde edebiyat metnine yaklaşmak tabiri caizse moda olmaktan çıkmış, onun yerini Lacan’ın post-psikanaliz denebilecek kuramına yönelme eğilimi almıştır. Edebiyat metninin içindeki olay örgüsünün gidişatını etkileyen karakterleri, duygusal gelişimlerini ve bu doğrultuda gerçekleştirdikleri eylemleri Freud’un o sıklıkla kendisine yakıştırılan ‘indirgemeci’ cinsellik anlayışıyla yorumlamaya çalışmak, günümüz ‘modern’ dünyasının “dille vücut bulan simgesel düzenin ‘işlevi’ ya da ‘işlevsizliği’, tahakküm edilemeyen karanlık gerçeklik alanı ve bitmek bilmeyen arzunun o karşı konulamaz belirsiz nesne arayışına yönelişi” söyleminin yanında anlaşılan geçerliliğini ve ikna ediciliğini kısmen yitirmiş gibi gözükmektedir. Bununla birlikte bu yazıda psikanalizin ‘arkaik’ dönemlerine saygı duruşunda bulunularak Freudyen bir bakış açısıyla Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna adlı eseri, protagonisti Raif efendi üzerinden değerlendirmeye alınmaya çalışılacaktır. Zira Raif efendinin bünyesinde barındırdığı karakteristik özellikler ve olay örgüsü dahilinde yol açtığı etkiler, Freudcu psikanalist kuramın dinamiklerine sadakatle karşılık gelmektedir. Böylelikle Kürk Mantolu Madonna’yı “tefrika olarak günlük gazetede yayınlanan ucuz ve melodramatik bir aşk romanı” olarak algılamakla sınırlı olan bakış açısına bir eklentide bulunulabilir.
Roman, 40’lı yaşlarını süren ancak çökmüşlüğü, bitkin görünümü ve durgunluğu itibariyle olduğundan yaşlı görüntüsü çizen Raif efendinin okuyucuya hikayenin içinde de yer alan III. tekil bir anlatıcı tarafından tanıtılmasıyla başlar. Bir memuriyette çeviri yaparak hayatını kazanan Raif efendi (herkese “bey” ve “bayan” diye hitap edilme eğiliminin hız kazandığı bir dönemde Raif’e “efendi” denilmesi dikkat çekicidir), sakin, ağırbaşlı, kendi halinde, insanlarla iş ve gündelik ihtiyaçların giderilmesi dışında hiçbir şekilde sosyal bir ilişkiye girmeyen bir kişi olması nedeniyle iş ve aile ortamında sürekli haksızlığa uğrar, ezilir, aşağılanır; işin garibi gördüğü ağır muamele karşısında asla sesini çıkarmaz, işini düzgün bir şekilde yapmaya metanetle ve tevekkülle devam eder. On - on beş yıl önce yaşadıklarına dair bir günlük devreye girdikten ve günlük, bu çerçeve anlatının esasını oluşturmaya başladıktan sonra onun bugünkü halinin nedenleri de yavaş yavaş gün ışığına çıkar. Gençliğinde de sessiz sakin ve dış dünyayla bağını koparmış olan Raif efendi, öğrenim görmek için gönderildiği Berlin’de Maria Puder adlı bir kadına aşık olur, kadını saplantılı bir şekilde hayatının odak noktası yapar ve bu aşkın hüsranla sonuçlanmasıyla eskiden olduğundan daha fazla içine kapanır, dış dünyadan uzaklaşır. Raif efendinin gençliğinde de karşımıza çıkan içe dönük yapısının izdüşümleri, çocukluğunda yaşadığı kritik evrelerle ve Maria Puder’le kurduğu ilişki biçiminde aydınlık kazanacaktır. Belki de önce Freudcu tanıyı koyup ardından semptomları gözlemlemekte fayda var. Freud’un tanısı elbette ki Raif efendinin Oidipal dönemi başarıyla atlatamadığı yönünde olacaktır. Oidipal dönemde annesine duyduğu cinsel arzuyu bastırıp babasına olan nefretini askıya alıp toplumsal erkek rolünü öğrenip uygulayabilmeye başlayan çocuk olamayacaktır Raif efendi. Aksine, annesine duyduğu cinsî ve sevgi dolu bağlılık onun annesinden neredeyse hiç bahsetmemesine (sadece bir kez, annesinin babasının tahakkümperver yapısı karşısında aciz ve korunmaya muhtaç olduğu vurgusu yapılır; ki Raif de aynı acizlik ve edilgenlikten fazlasıyla payını alacaktır), öte yandan babasının onda yarattığı gerilimin, babasına karşı olan olumsuz hislerini dizginleyemediğinin göstergelerinin metnin her tarafına, gerek Raif’in geçmişine odaklanan kısımlara gerekse bugününe yayılmasına yol açacaktır. Keza Freud da, “zamanın bastırılan şeyde değişme yaratamadığını”[1] söyler.
O halde Raif efendinin babasıyla olan münasebetine bakmakta fayda var. Çocukluğundan beri babasının güldüğünü ve bir kere olsun karısına ya da çocuklarına şefkat gösterdiğini görmemiştir Raif efendi. Sadece bir kereye mahsus, kasabanın kahvesinde arkadaşlarıyla tavla oynarken (evin ve ailenin dışında) babasının şen kahkahalar attığını görür ve “keşke benim babam bu adam” olsa dediğini hatırlar. İşin trajik tarafı, çocukluğuna dair bu anekdotu babasının ölüm haberini alıp onunla olan ilişkisini kendince sorguladığı anda hatırlar. Raif’in hayattaki başarısızlığı ve kendini geliştirememesinin sebebi, simgesel olarak babasını öldürmesine fırsat kalmadan babasının ölmesidir. Babasına dair diğer hatırladıklarına ve “aktarılanlara” gelindiğinde, babasının onun sessiz ve içine kapanık mizacından rahatsız olduğu ama bu durumu her daim surat asarak ve talepler sunarak kontrol altına almaya çalıştığı görülür. Dış dünyayla baş edemeyip yeni bir gerçeklik yaratarak kitaplara sığınan Raif’e aynı nedenle de babası karşı çıkar. Geceleri kitap okumasını engellemek için ışıkları ısrarla söndürür. “İşe yarar” bir adam olması için son çare olarak onu meslek öğrenmek üzere Berlin’e göndererek, geleceğini de babası tasarlar. Ülkesinden binlerce kilometre uzakta olduğu Berlin döneminde dahi Raif, babasının kontrol mekanizmasını üzerinde hissederek Berlin’de kendini başka meşgalelere çoktan kaptırdığı halde yarım gün de olsa meslek öğrenmek için gerekli fabrikaya giderek durumu aylık raporlarla baba ocağına bildirir. Raif’in her daim duyduğu duyacağı “kaygı” ve “aşağılık kompleksi” belli ki bu noktadan başlayıp Oidipus evresine kadar uzanmaktadır. Babasına karşı geliştirdiği sağlam temelli beğenilmeme duygusu, doğru orantılı bir biçimde kendisinde bir “lüzumsuzluk” hissi de geliştirmesine neden olur. Duygularını en uç eşiklerde yaşayan bütün psikotiklerde olduğu gibi azami hayalkırıklığı ve yenilgi anlarında kendini “dünyanın en lüzumsuz adamı olarak” [2] hissedecek ve bu duygu Raif’in psikozunun bir sonraki aşaması olan intihar eğilimine kadar gidecektir. Keza, hayatının her evresinde, evde ve iş yerinde “lüzumsuzluğu” yüzüne vurulur; kendisi de bu kavramı kendisine atfetmekten hiç çekinmez. [3] Raif’in başarısızlığının tescillendiği ilerleyen yaşlarında nükseden en belirgin özelliklerinden birisi olan hastalık hastalığı da doğrudan bu “lüzumsuzluk” hissi ile bağlantılıdır. Hastalık yoluyla bir an önce yok olma isteği ve gizli intihara eğilim olabileceği gibi, gene psikanalitik yorumla narsistik bir psikoz olarak da algılanabilir; zira hayatı boyunca ilgi görmeyen ve “lüzumsuz” kabul edilen bir kişi ilgi çekme dürtüsüyle marazi hastalıklar yaratabilir. (ergenlik çağındaki kızların sık sık başlarının ağrıması gibi.)
Bu durumda anlaşılıyor ki, Raif efendinin başlıca kaygı kaynağı, Oidipal devrede baba ile uzlaşmaya girip toplumsal rolüne bürünememesi, kendini Lacanvari yorumla simgesel düzlemde “gerçekleştirememesi”dir. Peki bunun başka ne gibi sonuçları olabilir? Romana ismini veren Kürk Mantolu Madonna’yla, yani Raif’in Berlin’de tanışıp hayatına giren ilk ve tek tutkulu arzu nesnesiyle olan gerilimli ilişkide bu sonuçları alenen gözlemlemek mümkündür. İlk gerilim göstergesiyle şu noktada karşılaşılır: Raif, bir modern sanat galerisinde gördüğü “Kürk Mantolu Madonna” tablosuna “aşık” olur. Tablo, Maria Puder denen kadının Meryem figürünü kendisi olarak resmettiği bir modern çalışmadır. Raif, bu tabloya karşı güçlü bir saplantı geliştirerek haftalarca onu seyretmeye gider. [4] İşin tuhaf tarafı, tablosunu her gün ritüelvari bir şekilde seyretmeye gelen Raif’i Maria Puder fark eder ve Raif tabloyu seyrederken kadın da şaşkınlık ve ilgiyle Raif’i seyreder; ancak Raif kadının orada olduğundan kesinlikle haberdar olmaz. Üstelik, bir gün dayanamayıp kendisiyle konuşma girişiminde bulunan kadını bu ilk görüşünde onun tablodaki kadın olduğunu anlamaz bile. Hayata dair oluşturduğu yeni içsel gerçekliğin ( bir tanesi de edebiyata olan düşkünlüğü idi) kalkanları, surette bulduğu mana o kadar güçlüdür ki asıl olanı, dışsal / fiziksel gerçekliği göremez; ki bu durum onun psikotik özelliklerine bir yenisini daha eklemektedir. Bitmek bilmeyen arzunun doyurulma çabasının ilk nesnesi, böylelikle tablo olmuştur. Kadın kendisine bu tabloyu neden bu kadar sevdiğini sorduğunda düşünmeden “Anneme benziyor” cevabını verir. Bu cevap, onu Oidipal dönemiyle değerlendirmemeyi imkansız kılar. Daha sonra kadının tablodaki kadın olduğunu öğrendikten sonra arzu nesnesi suretten kadının fiziki varlığına yönelir. Ancak bu yöneliş de duygunun en uçta yaşandığı zaptedilemez bir tutku olarak şekillenecektir. Öyle bir tutkudur ki, kadınla ilişki yaşamaya başladığında bile beraberinde onu kaybetme korkusunu da en yoğun şekilde yaşar. Zaten Freud’a göre arzu nesnesine duyulan özlem, “özlenen nesneye kavuşulduğunda dahi kaygıdan uzaklaşamaz” [5]
Raif, Maria Puder’la ilişki yaşamaya başlayana kadar hiçbir kadınla ilişkiye girmemiştir; ki bu durum da onun Oidipal evresinin başarısız sonuçlarından biridir. Maria Puder ile tanışmadan önce Berlin’de ona yarenlik etme girişiminde bulunan tek kadın ise, evlenip boşanmış, bir çocuk annesi, kendisinden yaşça epey büyük bir kadın olan Frau van Tiedemann’dır. Frau Van Tiedemann, oğluna tavsiyelerde bulunması için akşamları Raif’le birlikte çocuk edebiyatı okumaları yapmaktadır. Beraber çocuk kitapları okuduğu anne imgesine tekabül eden bir kadındır Tiedemann Raif için. Anne figürüne olan dürtüsel bağımlılık Maria Puder ile olan ilişkisinde de kendini gösterir. Sürekli olarak Maria’nın erkeksiliği ve Raif’in kadınsılığına vurgu yapılır. Çocukluğunda anne ve babasından “Kız olacakmışsın ama yanlış doğmuşsun” cümlesini sıklıkla duyan Raif (Zebercet ile ruh kardeşliği) Maria tarafından da “acayip bir çocuk” [6] olarak nitelendirilir. Maria onun “masum bir kız gibi çırpındığını” [7], “genç kız gibi mahcup olduğunu, kendisi nasıl bir babaya muhtaçsa onun da bir erkeğe muhtaç olduğunu” [8] sıklıkla söyleyerek ona “yeni başlayanlar için ‘erkeklik’ dersi” verir.
Böylesi sorunlu bir aşk ilişkisidir Raif’in bir kadınla kurabildiği. Nitekim, bu ilişki yapısı gereği gene tuhaflıkla sona erince, Raif’in ilk olarak tüm insanlar gibi “doğum sarsıntısıyla” deneyimlediği yoğun “gerçeklik anksiyetesi” [9] had safhaya ulaşır. Baskılarını denetleyemeyen egonun maruz kaldığı dışsal dünyadan gelen tehditler en ufak bir yenilgide korku / kaygı ve “gerçeklik anksiyetesi” olarak zuhur eder, intihar duygusunu pekiştirir. Kalan hayatını ise obsesif bir şekilde Maria Puder’la yaşadığı dört aylık zaman diliminin hayaletinin şiddetli etkisi altında bomboş ve “lüzumsuz” bir adam olarak, “bastırılanın hortlağımsı” gücüne kendini teslim ederek ölüm için gün sayarak geçirir.


[1] Sigmund Freud. Psikanalize Yeni Giriş Dersleri. Çev. Selçuk Budak. İstanbul: Öteki Yayınları, 2006. s. 101.
[2] Sabahattin Ali. Kürk Mantolu Madonna. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2006. s. 127.
[3] Sabahattin Ali, romanının adını ilk olarak “Lüzumsuz Adam” koymak istemiştir. Sonradan bu isim, Raif karakteriyle akrabalık kurulabilecek olan Sait Faik Abasıyanık’ın aynı adlı öyküsüne kısmet olur.
[4] Bu bahis nedeniyle tasavvufi Hüsn ü Aşk hikayesini, Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı’sını ve Metin Erksan’ın bir surete aşık olan tutkulu bir genci konu edinen Sevmek Zamanı adlı filmini hatırlamamak mümkün değil.
[5] Sigmund Freud. Psikanaliz ve Uygulama. Çev. Muammer Sencer. İstanbul: Say Yayınları, 2001.
[6] Kürk Mantolu Madonna. s. 76.
[7] A.g.y. s. 80.
[8] A.g.y. s. 85.
[9] Engin Geçtan. Psikanaliz ve Sonrası. İstanbul: Remzi Kitabevi, 1998. s. 55.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder