14 Şubat 2011 Pazartesi

Naif üniversite ödevleri vol.9: 'Joy' Division



Bir Huzur Raporu yahut Meşakatli Olsa da Belagatli Bir Boşluğa Giden Yürüyüş


Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur adlı romanı, içerdiği temaların, karşıtlıkların, imgelerin zenginliği ve katmanlılığı, teknik yetisi ve estetik boyutunun derinliğiyle farklı okumalara müsait bir roman özelliği gösteriyor; öyle ki roman okunup bittikten sonra üzerinde düşündürten noktaların bolluğu geriye kalan okuma hazzının büyüklüğü ile yarışır bir düzeye geliyor. Bu farklı okuma imkanlarının içinde kaybolmak da cabası. Nurdan Gürbilek’in Huzur okuması için yazdıklarını hatırlayalım:
"Bir metin hakkında kurulmuş bir cümle, o metin hakkında olduğu kadar, bir okuma alışkanlığı hakkındadır da. Bu yüzden Tanpınar’da görünmeyen, belki de Tanpınar’da bizim görmediğimizdir. Tanpınar öznenin kendisini unutamadığı bir hatırlayışın romanlarını yazdı, ya da biz onu öyle okuduk. Kendini unutup hafızasında başkasının deneyimine yer açan hikaye dinleyicisinin tersine, romanı yutarcasına okuyan, kıskançça sahiplenen, okuduklarını kendi hayatının terimleriyle öğüten, tüketen, onlarda hayatının anlamını arayan roman okuru da aslında aynı hatırlayışı tekrarlar." [1]
Bu yazıda da okuyucu öznenin romanda gördüklerinin belirli , ancak kendi algıda seçiciliğine göre en belirgin, bir kısmına odaklanılacaktır: romanın tamamına hakim olan birleşme, birleştirme çabasına, bu çabanın içinde debelenirken ortaya çıkan bölünmelere, bu bölünmelerin nerelerde görüldüğüne ve bu bölünmeler sonucunda ortaya çıkan boşluğun ne anlama gelebileceği kısmına. Gürbilek’in bahsettiği ‘öznenin kendisini unutamadığı bir hatırlayış’la birleşen bir okuma hazzının ortaya çıktığı da görülecektir.
Bölünmelerin ilki romanın teknik yapısında ortaya çıkıyor. Roman kahramanı Mümtaz, tıpkı Ulysses’in Leopold Bloom’u gibi yüzlerce sayfaya tekabül eden bir süre boyunca, ancak metin içi zamana göre sadece bir gün boyunca yürüyor. Bu sıkıntılı yürüyüş sırasında Mümtaz’ın iç dünyasıyla, çatışmalarıyla tanışılıyor, dünyaya onun gözleriyle bakma fırsatı doğuyor. Mümtaz’ın düşüncelerinde bölünenlerin bir kısmı –hayatında yeri olan kişiler- romanda birer bölüm olarak karşımıza çıkıyor. Ancak Mümtaz’ın hayatında yerleri olmalarından ziyade Mümtaz’ın zihninde kapladıkları haller ile birer roman bölümü haline geliyorlar. Bugünden Mümtaz’ın zihnindeki geçmişe gitmemiz sonra tekrar bugüne dönmemizle hem zihin hem de zaman parçalanıyor. Dolayısıyla romanda görülen ruhsal ve düşünsel bölünme durumunun romanın tekniğiyle paralel olduğu rahatlıkla söylenebilir. Her bölümün kendi içindeki bölünmelere geldiğimizde ise artık romanın tekniğinden değil Mümtaz kahramanın parçalanmış benliğinden bahsetmek durumunda kalıyoruz. “İhsan” adını taşıyan ilk bölüme bakacak olursak neler görüyoruz yürüyüşü sırasında Mümtaz’ın zihninde? En başta onun için baba figürü olabilecek İhsan’ın hastalığı gündemde. Bir cami avlusu ve ağaçla canlanıveren çocukluğuna ait görüntüler ve onda yarattığı duygular. Başlı başına Nuran ve her an patlak vermesi muhtemel savaş. Üstelik bunlara yürürken sokakta gördüğü her ayrıntı da ekleniyor: yollar, sokaklar, dükkanlar, karşılaştığı çehreler...
"[...] Ne görecekti, sanki? Bir yığın eski ve bildiği şeylerdi bunlar. Üstelik içi rahat değildi, kafası ikiye, hatta üçe bölünmüştü. Bir Mümtaz, belki en mühimmi, talihten en çok korkan, düşüncesini gizlemeğe en fazla çalışanı, orada, evde hastanın başı ucunda, onun dalan gözlerine, kuruyan dudaklarına, inip çıkan göğsüne bakıyordu. Öbürü Nuran’ın şu dakikada bulunması ihtimali olan İstanbul’un her köşesinde onunla beraber olmak için parçalanıyordu. Bir üçüncü Mümtaz demin tramvayı durduran kıt’anın peşine takılmış, bilinmeze, talihin haşin cilvelerine doğru yürüyordu."[2]
“Nuran” adını taşıyan ikinci bölüm, Mümtaz’ın şiire, musikiye, doğaya ve aşka karışma ve bütün bunlarla birleşme özlemi sonucunda ortaya çıkan huzursuzluk verici bölünmelere yer veriyor. Öncelikle Mümtaz’ın birleşme formülünün, bu bölüme adını veren unsur ile hayli can alıcı bir biçimde tamamlandığının altını çizmek gerekiyor. Berna Moran, Tanpınar’ın ancak aşk duygusu ile bütün güzellikleri kavramanın, estetik bütünleşmeye ulaşmanın mümkün olduğu yolundaki sözlerini vurguluyarak, Tanpınar’ın “Aşk ve Ölüm” adlı yazısında, gerçek aşkın, içimizdeki bir ışık gibi her şeyi aydınlattığını, birbirine bağladığını söylediği kısımları alıntılama ihtiyacı duyuyor. [3] Gerçekten de Mümtaz kişisel mutluluğunun peşinde koşarken, Boğaz gezileri, geceyi ve doğayı seyredişleri, musiki dinleyişleri Nuran’ın varlığı ile birlikte anlam kazanıyor. Bir süre sonra Nuran, Mümtaz için bu estetik bütünlüğün başlı başına simgesi haline geliyor. Birleşme kavramı söz konusuyken Nuran’ın kendi içinde de Mevlevilik ve Bektaşilikten, bunların getirdiği ailevi donanımdan, batı kültürü, eğitimi ve yaşam tarzından oluşan bir birleşke olduğunu da belirtmek gerekiyor. Ne var ki Mümtaz’a musallat olan bu birleşmişlik durumunun beraberinde getirdiği bölünmeler modern dünyanın başka bir bireyi, başka bir deyişle modernist romanın başka bir karakteri olan Nuran’da da etkin bir biçimde karşımıza çıkıyor:
"Fakat Nuran’ın içinde konuşan yalnız büyük annesinin sesi, veya hayatı değildi. Daha derinden gelen, daha koyu, daha karışık bir ikinci ses daha vardı. [...] Bu damarlarındaki kanın sesiydi. Aşka ve ihtirasa her şeyi birden yakarak doludizgin giden Nurhayat Hanımın kanıyla, anne dedesi Talât Beyin sevginin ocağında bir nezir gibi yanmaya hazır kanları, bu iki kana sonradan karışan babasının kanı [...] Bir tarafta sadece atılış, öbür tarafta sadece kabul, rıza ve baş eğiş." [4]
İlerleyen bölümlerde Mümtaz’ın da kendi içinde böldüğü Nuranlarla birlikte bu bir tür sanatçı panteizmine duyulan özlem, gerek toplumsal gerekse bireysel çatışmaların doğurduğu engeller yüzünden giderek acı verici bir hal almaya başlıyor. Bölünmeyi bu kadar hazin kılan sonsuz vahdet isteği, üçüncü bölüme adını veren Suat’ın estirdiği kötülük havasıyla, rahatsız edici varlığıyla, her şeye düşman duruşuyla ve en nihayetinde Mümtaz ve Nuran’dan intikam alırcasına intihar edişiyle birleşip Gürbilek’in de tabiriyle romanı bir huzursuzluk romanına dönüştürüyor.[5] Mümtaz’ın ısrarla yaratmak istediği sanat-doğa-aşk üçgenini bir nevi yerle bir ediyor. Bu üçgeni bozduğu gibi Mümtaz’ın benliğinin neredeyse ölümü arzulayacak kadar dağılmasına neden oluyor, ki sokak ortasında kendinden geçerek yığılıp kalışı, ölmüş olan Suat’ın hayalini -cesaret edebilse- neredeyse dokunmak üzere gerçekçi bir şekilde görüşü, Suat ile birlikte -ölmek isteyecek kadar kendini Suat’a, daha doğrusu kendi kendine aşağılatarak- yaptığı sorgulamalar bu benlik parçalanmasının belirtileri oluyor. Benliğinin parçalanan öteki yarısı olan Suat, Mümtaz’ın karanlık tarafını, yeryüzündeki ‘daemon’ ya da kötü ruhu ortaya çıkartıyor. Paramparça olmuş benliği karşısında belki de başka çaresi kalmadığı için daemon’un koluna girip belli bir yere kadar gidiyor. Ancak bu gidişin temsili / alegorik bir ölüp dirilme / batıp çıkma olmaktan ziyade bir sürüklenme olduğunu belirtmek gerekiyor. Sonu belirsizliğe giden bir sürüklenme. Nitekim romanın sonunda Mümtaz’ın akıbeti hakkında kesin bir şey söylemek zor bir hale geliyor. Biriken bölünmeler hayatın kendisi olan Kant’ın ‘noumena’ tabirine benzer bir kaos yığını haline geliyor, varlığı kesinleşen çözümsüzlüğü naçizane okuyucuya bir kez daha hatırlatıyor. Tam da bu kesinleşen çözümsüzlük / boşluk, yazının başında değinildiği gibi, ‘öznenin kendisini unutamadığı bir hatırlayış’ ile birlikte romanın çekim gücünü arttırıp, okuyucu öznede kendi taraflarına ilişkin anlamlı fark edişler yaratmanın yollarını açıyor.

KAYNAKÇA
Gürbilek, Nurdan. Yer Değiştiren Gölge. İstanbul: Metis, 2005.
Kötü Çocuk Türk. İstanbul: Metis, 2004.
Moran, Berna. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1. İstanbul: İletişim, 2004.
Tanpınar, Ahmet Hamdi. Huzur. İstanbul: Dergah, 2004.
[1] Gürbilek, Nurdan. Yer Değiştiren Gölge, s. 26.
[2] Tanpınar, Ahmet Hamdi. Huzur, s. 46.
[3] Moran, Berna. Türk Romanına Eleştire Bir Bakış 1, s. 279.
[4] Tanpınar, Ahmet Hamdi. Huzur, s. 136.
[5] Gürbilek, Nurdan. Kötü Çocuk Türk, s. 66.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder