7 Mart 2012 Çarşamba

İyi Kitap, Sayı.37


Dosya: Edebiyatta çocuğa görelik... nedir?
Çocuk edebiyatında karanlık tutum...
Nilay Kaya, Şebnem İşigüzel’in Annem, Kargalar ve Ben adlı resimli çocuk kitabını, üslubu ve konuyu ele alış tarzıyla çocuğa uygunluğu bağlamında değerlendirdi. Çocukları hayata hazırlamak kaygısıyla çocuk edebiyatında her konunun ele alınabileceği görüşüne farklı bir açıdan mercek tuttu.


“Annem yalan söyledi... Dadım yalan söyledi... Öğretmenim yalan söyledi. Bana söylenenlerin tam tersi bir dünyada ne yapılabileceğini ben nereden bilebilirim ki...” Bu sözler Bernard Shaw’a ait. Dergimizin edebiyatta çocuğa görelik konusunu gündemine aldığı bu sayıda, Shaw’un bu sözleri, meseleyi bizzat çocuğun meselesi edinmesi bakımından anlam taşıyor. Özellikle çocuk ve gençler için yazılan edebiyat eserlerinde içerik sorunu bağlamında, insana ve dünyaya dair her şeyin bu yapıtlar için konu olabileceği fikrini barındırıyor bu cümle. Gerek okul öncesi gerekse okul çağındaki çocuklar için ölüm, savaş, şiddet gibi tüm olumsuzlukların onlar için yazılan kitaplarda konu edinilebileceğini pekâlâ savunabiliriz –ki bu görüş sıklıkla benimseniyor–. Onlara dünyayı tozpembe gösteren metinlerin, “korumacı bir yaklaşım” adına çocukları hayata dair gerçekliklerden uzaklaştırdığını ileri süren bu görüş de aslında kendi içinde başka türlü bir korumacı yaklaşıma sahip: çocukları dış dünyanın gerçekliğinden soyutlanmış, sırça köşkte bir yaşam anlayışı tehlikesinden korumaya yönelik bir yaklaşıma. Karşıt görüşü “korumacılıkla” itham eden bu anlayışın, hayata Pollyanna naifliğinde bakan metinlerin günümüzde artık çok da yazılmıyor olduğunu göz ardı ettiğini düşünüyorum. Aslında, çocukları üzmemek adına onlara her şeyi anlatmamayı seçerken de, gerçekliklerden uzak kalmasınlar diye her şeyi anlatırken de, onları korumaya yönelik bir içgüdümüzün olduğunu kabul etmeliyiz.


Mesele, Shaw’un anlayışıyla çocuklara yalan söylememek, onlara her şeyi anlatmaksa, burada asıl dikkat edilmesi ya da tartışılması gereken, ele alınan konunun “nasıl” ele alınacağı olmalıdır. Hangi yaş kitlesine yazarsak yazalım, “iyi edebiyat” eseri yaratmak her zaman için başlı başına bir kaygıdır, ancak çocuklara hitap etmek istediğimiz zaman, yetişkinler için bile baş etmesi yeterince meşakkatli olan meseleleri “nasıl” ele alacağımız bir sorumluluk konusu olmalıdır. Bu düşünce, çocukların düş dünyasını, iradesini, dış dünyayla yüzleşme kabiliyetini hafife almak değildir. Dünyada şiddet de var, cinsellik de var. Her akşam televizyonda izlediğimiz haberleri çocuklarımız izlediği zaman belki de daha çok endişe duymalıyız, ancak kendi seçimlerimizle duygu ve düşünce dünyamıza dâhil ettiğimiz edebiyat söz konusu olduğunda, çocuk psikolojisi alanında çok da ikircikli olmayan temel kaygıları bağnazca bir “korumacılık” olarak görmemek gerekir. İletişim Yayınları’nın Çocuk Kitapları dizisinden çıkan yenice bir kitap, Şebnem İşigüzel’in Annem, Kargalar ve Ben adlı eseri bu bağlamda incelenmesi gereken bir çalışma.


Annem, Kargalar ve Ben
annesi ciddi bir hastalıktan muzdarip olan bir kız çocuğunun gözünden yazılmış. Ancak o kızın büyüyüp yaşadığı o günlere bugünden baktığını, çoğunlukla bir yetişkin diliyle konuştuğunu söylememiz lazım. Annesinin hasta olduğu günleri bugünden bakarak anlamlandırmaya çalışıyor. Ne var ki bir yetişkinin geçmişte yaşadıklarına şu an bir anlam bulması değil söz konusu olan: Bir çocuk evde neler olup bittiğini nasıl anlamıyorsa, anlatının öznesi olan bu çocuk da anlamıyor. Yazar, çocuk gözünden olup biteni anlamlandıramama halini, her ne kadar çocuk diliyle anlatmaya çabalasa da anlatıda karşılaştığımız imgelem ve yorumlama ise bunun aksini gösteriyor. Annesi hasta olduğu için üzüntü ve kaygı duyan bir çocuğun ruh halinin tozpembe olamayacağı malum, ancak metni çevreleyen karga imgesi daha çok palyaçoları ve oyuncak bebekleri korku filmi malzemesi yapan “yetişkin” bir anlayışı hissettiriyor ve rahatsızlık verme hissi amacı güdüldüyse eğer bunu ziyadesiyle gerçekleştiğini söylemeliyim.


Annesi hasta olduğu için evde yardımcı bir kadın tarafından bakılan karakterin bir noktada babaannesi tarafından saçları kesiliyor. Bunun nedenini anlamak için metinden alıntı yapalım: “[...] çünkü annesi hasta bir çocuğun saçları düğüm olur açılmazdı. Bitlenir, bitten kurtulmazdı. Kaşımaktan kafası yara olurdu. Annesi hasta çocuğun saçları bir öbek çalı gibi başının üstünde toplanırdı. ‘Ay ne çirkin şey bu!’ derlerdi.” (s.15) Psikolojinin bir bilim dalı olarak ortaya çıkmasından çok önce bile çocukların saçlarını ve tırnaklarını kestirmekten hoşlanmadığı, hatta bundan rahatsızlık duyduğu bilinir. Bu durum masallara da konu olmuştur. Saç kesme, toplumsal boyutta insanları tek tipleştirmeye yönelik doğrudan bir hamle olduğu gibi, başka bir kişinin bedeni üzerinde hâkimiyet kurmanın çok açık bir göstergesi olmuştur hep. Üstelik cinsiyet rolleri devreye girdiğinde, bir kızın saçının kesilmesi, onu erkekleştirmek üzere gerçekleştirilen bir eylem; psikolojik boyutta, kızın benliğine, cinsel kimliğine apaçık bir saldırı ve cezalandırma olarak değerlendirilmeye müsaittir.

EMPATİ VE CEZALANDIRMA

Romandaki kız çocuğuna annesi hasta olduğu için saçlarının kesilmesi gerektiğinin söylenmesi, mevcut duygusal durumdaki çocuğun karşı koyamayacağı bir argümandır ve üzerine gerçekleşen saç kesme eylemi bu durumda bir istismara işaret eder. Çocuk, annesi hasta olduğu için adeta cezalandırılır. Annesi hasta yatağındayken, balkonda kargaların seyri eşliğinde saçı kesilen küçük kızın haleti ruhiyesini okuyan bir çocuk okurun, özdeşim kurma yeteneğinin gelişmesinden ziyade, sebebini bilinç düzeyinde çözmediği bir cezalandırılma korkusunun, psikolojinin terimleriyle konuşacak olursak belki “hadım edilme” korkusunun –üstelik bunu biz “yetişkinler” gibi adlandıramamanın verdiği tedirginlikle depreşme ihtimali çok daha yüksektir.


Kitabın geneline hâkim olan imgelem dünyasının taşıdığı yetişkin işi karamsarlık, daha önce değindiğim gibi, yazarın, anlatıcının yetişkin mi yoksa çocuk mu olduğunu muallâkta bırakmasıyla kanımca bir anlatı kusuru. Bunun yanı sıra aynı imgelem dünyası, yetişkinler için yazılmış kitaplarda hayli modernist ve dekadan olarak tabir edilebilecek karanlık bir anlatı denemesi olabilecekken, ilköğretim dönemindeki çocuklara hitap eden bu kitapta genç okura karanlığı boca etmekten başka bir sonuç doğurmuyor ne yazık ki! Annesinin hasta olduğu günlerde geceleri yatağını daha sık ıslatmaya başlayan karakter, bakın bu konuyu nasıl dillendiriyor: “Uyanınca korkunç bir acı hissettim. Avaz avaz ağlayarak annemin hastalığı karşısında duyduğum acının çelimsiz bedenimde izlediği yolu tarif etmeye çalışıyordum. Kalbimi gösteriyordum. ‘Tam burada!’ Sonra yatağımı ıslatmaya başladım. Sabahları bir ucundan benim, diğer ucundan Zülfiye’nin tuttuğu çişli yatağımı bir ceset gibi sürükleyerek arka balkondan çıkarır olduk.” Alıntıda benim vurguladığım “ceset” benzetmesi, metnin imgelem dünyasının çocuk okurda bırakacağı duygusal ve psikolojik etki adına yeterli bir örnek olsa gerek. Bu kitaptaki karakterle özdeşim kurabilen, hatta onun yaşadıklarına benzer deneyimler yaşayan bir çocuğun bu satırlarla karşılaştığında vereceği düşünsel ve duygusal tepkinin bir başkası için üzülebilme ya da kendi de aynı şeyleri yaşadığı için yalnız olmadığını hissedip rahatlama olacağını düşünmek ne kadar mümkündür? Kaldı ki cesetler, üzücü olmaktan çok korkunç ve rahatsız edicidir.

MUTLU SON YETER Mİ?

Kitap boyunca devam eden “karanlık anlatı” mutlu sonla bitiyor. Metni kurmaca ilkeleri açısından değerlendirdiğimizde, karşımıza çıkan bu “beklenmedik” sonun gelişi, olay örgüsünün bağlandığı noktanın ikna edici olmamasına yol açıyor. Sanki yazar, olay örgüsünün sonuna kadar karanlığı çekici kılarak, okuru irkiltme gibi yetişkin edebiyatında değer bulabilecek kurmaca kaygılarını baş tacı etmiş, hikâyenin sonuna geldiğinde ise yazdığı metnin çocuklar için olduğunu hatırlayıp “çocuğa göre” bir son, yani mutlu bir son yazıvermiş. Sonradan Şebnem İşigüzel’le yapılan bir söyleşide yazarın “Sonunu mutsuz bitirmeye içim elvermedi, değiştirdim,” şeklindeki beyanıyla karşılaşınca şaşırmadığımı söylemeliyim.


Çocukluğumuzda okuduğumuz “Kibritçi Kız” benzeri masalların, bazı Ömer Seyfettin hikâyelerinin, Kemalettin Tuğcu romanlarının yarattığı ajitasyona dayalı duygusal etkiyi bugün bile taptaze buluyor ve zaman zaman bu metinleri pedagojik açıdan eleştirebiliyoruz. Annem, Kargalar ve Ben’i okuduktan sonra bu yapıtları sadece çocuklara üzücü hikâyeler aktaran yapıtlar olarak görüyorum. İşigüzel’in çocuklara yazdığı bu kitabın ise, yazarın modern Türk edebiyatının dalması cüret isteyen derin ve karanlık sularında yetişkinler için konuşturduğu üslubuyla, üzücü hikâyeleri çocukları üzerek, hatta üzmekten daha fazlasını yaparak anlattığını düşünüyorum. Evet, çocuklar büyüyünce “Bize yalan söylediler,” demesinler ama şunu unutmayalım ki meseleleri “nasıl” anlattığımız bağlamında çocuk edebiyatında okur-merkezli yaklaşım bir zorunluluk ve sorumluluk meselesidir.

Annem, Kargalar ve Ben

Şebnem İşigüzel

Resimleyen: Betül Akzambaklar

İletişim Yayınları, 39 sayfa

5 yorum:

  1. Aklima (ozellikle) Burton'un son zamanlarda "yeniymiscesine" kesfedilmesinin ardindan, yeni bir elit ve "modern" -kendi kanaatleri bu diye dusunuyorum- yazin akiminin olusmaya basladigi geliyor. Cocuk bakis acisiyla dile getirilmeye calisilan carpik ve karanlik (twisted and dark) hikayeler... Kitabi merak ettim simdi.

    YanıtlaSil
  2. "Reklamın iyisi kötüsü olmaz" sözünü gerçek kılmayayım bu yazıyla n'olur! Yazıda duygularımı belli etmemeye çalıştım ama çok kızdım bu kitaba. Satın alma bari:)

    YanıtlaSil
  3. ahaha, aklimdan tam da bu gecmisti yazinin sonuna geldigimde -reklamin iyisi, kotusu mevzusu- . Yok satin almam ama kitapcida goz gezdiririm kesin ya da alirim senden bilare...

    YanıtlaSil
  4. Ellerine sağlık! İki saattir yazıp yazıp siliyorum cümlelerimi; bu da kitaba karşı duyduğum hissiyatı anlatıyordur. O kadar güzel eleştirmişsin ki; sana diyebileceğim tek şey "ellerine sağlık" olacak!!

    YanıtlaSil