17 Aralık 2012 Pazartesi

İyi Kitap, Sayı 46, Aralık 2012: Masalcı Dede’nin sandığından dökülenler





Mavisel Yener’in mizahî üslubuyla yarattığı Elma Şekeri Ülkesi’nin başkahramanı, mor sakallı, kırmızı saçlı Masalcı Dede. Küçük okurlarına hem güzel masallar anlatıyor, hem de masalların nasıl ortaya çıktığı üzerine düşünmeyi teşvik ediyor.

Büyük küçük hepimizin düş ve düşünce dünyasını besleyen masalları kim nereden bulup getirir, hiç düşündünüz mü? Dil ve halk bilimi çalışmalarına itimat ettiğimizde, Grimm kardeşler gibi kişilerin diyar diyar gezerek onları toplayıp huzurlarımıza sunduğunu biliyoruz. Peki, kurmacanın kendisine itimat ederek, şimdi de o masalların ta en baştan nereden çıktıklarını bir hayal etsek? Ayda yaşayıp biz yeryüzündekilere hikâyeler anlatan komik adama, her yılbaşında dünyanın dört bir köşesindeki çocuklara çuval çuval oyuncak götüren ak sakallı Noel Baba’ya inanıyorsanız, masalları bizlere ulaştırmak için gezegenler katederek onları toplayıp bir sandıkta biriktiren sakallı bir dedenin varlığı ihtimali düşsün aklınıza. Bu tatlı ihtimal çocuk edebiyatının en üretken isimlerinden Mavisel Yener’in son kitabı Elma Şekeri Ülkesi’nde gerçek oluyor, hem de olabilecek en güzel masal diliyle...

MOR SAKALLI MASALCI DEDE

Yener’in müthiş mizahî üslubuyla masalın doğasına kafa yormayı sevdiğini, bunu kurgularının meselesi ettiğini Evinden Kaçan Masal ve Masalcının Mektubu gibi yapıtlarından biliyoruz. Elma Şekeri Ülkesi’nde de benzer bir yaklaşımla yoluna devam ederek bize masallar anlatırken, onların nasıl oluştuğunu da hikâyesinin çerçevesi haline getiriyor. Bu kitabın başkahramanı olan mor sakallı, kırmızı saçlı Ma- salcı Dede, bizlere masal hediye edebilmek için Çobanyıldızı ile Dünya dışındaki gezegenlere ve ülkelere yolculuk ederken, bu yolculuğun kendisi başlı başına bir çerçeve masal oluyor.

Masalcı Dede en taze masalları yakalamak için Dünya ile yetinmeyip Zologa gezegeninden başlayan bir iş gezisine çıkıyor. Bu gezi boyunca bizleri ziyadesiyle tatmin edecek masallar yakaladığını peşinen söyleyelim, ama bu yolculuğun öyle zahmetsiz bir iş olduğunu da sakın düşünmeyin. Zira her biri Masalcı Dede’nin masal sandığına bir masal karakteri olarak girebilmek için bin türlü kapris yapan, dedeye yaranmaya çalışan türlü karakter, insana yaka silktirecek cinsten. Neyse ki Masalcı Dede’miz işinde öyle deneyimli ki büyük bir bilgelik ve tatlılıkla her türlü hırsı alt etmesini iyi biliyor. Örneğin, kendi gölgesiyle kavga ederek kendince kahraman olmak isteyen öfkeli bir Zologalı, hem katılmayı çok istediği bilgelik yarışmasını kaçırıyor, hem de Masalcı Dede’nin bilgelik sandığından payına düşeni alıyor. Bunlar da her masalın sonunda almaya alışkın olduğumuz kıssadan hisseler.

ZOLOGA GEZEGENİ SAKİNLERİ

Dünya dışı gezegenlerde sandığına masal kahramanı olarak atacağı kimlerle mi karşılaşıyor Masalcı Dede? Zologa’daki bilgelik yarışma- sı için birbiriyle kıyasıya didişenler; başkasına saldırmaya ihtiyaç duymadan başarıyı yakalayan Çabi gibi dürüst kişilerin yanı sıra kıskanç Mula gibi hiç de sportmen olmayanlar; tıpkı Alis Harikalar Diyarı’ndaki gibi sürekli bir yere yetişmeye çalışan cep saatli tavşanlar. Bunlar dedenin sandığına kahraman olarak giren rengârenk karakterlerden sadece birkaçı. Hele içlerinde bir tanesi var ki saçlarını ve tırnaklarını kestirmeyi büyük bir inatla reddedip upuzun makas gibi tırnakları ve diken gibi saçlarıyla etrafındaki herkesi korkutan Alman masal kahramanı Struwwelpeter’i andırıyor: Sekiz yaşındaki Nebula adlı bu kız herkese kurabiye pişirmek is
tiyor ama yaptığı kurabiyeleri kimsenin yemek istemediğini görüyor. Neden mi? Çünkü Nebula o zamana kadar tırnaklarının temizliğiyle ilgilenme gereği hiç duymamış ve bilmiyor ki arkadaşları arasında adı “Mikropları Koruma Kolu Başkanı”na çıkmış.

Elma Şekeri Ülkesi
’ nin en kayda değer özelliklerinden biri de Mavisel Yener’in birbirinden keyifli ve düşündürücü masalları anlatırken yakaladığı, kitabın kendi dünyasına yakışan ama geleneksel masal dilinin olanaklarından da yararlanan dili. Örneğin masal girişlerinde küçükler yine annelerinin beşiklerini tıngır mıngır sallıyorlar ama “Evvel zaman içinde,” diye başlanılan masallar “Galaksi saman içinde, pireler uzay üssünde,” diye devam ediyor. Üstelik, ne olduğunu söylemeyeceğiz ama kitabın sonunda güzel bir sürpriz de sizleri bekliyor.

Elma Şekeri Ülkesi
Mavisel Yener
Resimleyen: Murat Sayın
Bilgi Yayınevi, 96 sayfa

4 Ekim 2012 Perşembe

Doğu Yücel'le Röportaj, XOXO The Mag, Ekim 2012


FANTASTİK HAREKET ENGELLENEMEZ!


Kendi deyimiyle “urban-fantasy” yazarı, “Okul”lu senarist, yılların müzik eleştirmeni Doğu Yücel’le gençlik edebiyatını ve sinemasını, Türk edebiyatının fantastikle olan imtihanını, hayal dünyamızı besleyenleri ve hayallerimizin beslediği bir hayatı konuştuk. Bir de size yılbaşı müjdesi: Yılbaşına doğru Kırmızı Kedi Kitabevi’nden çıkacak bir öykü derlemesinde “Noel Babayı Kim Öldürdü Lan?” adlı ilk defa fantastik olmayan bir öyküyle Doğu’nun hayal gücü yeniden karşımızda olacak.

İlk romanın Hayalet Kitap 10 yıl sonra gözden geçirilmiş baskısıyla yeniden raflarda. Neler gözden geçirildi? Bugün baktığında nasıl değerlendiriyorsun romanını?

Hayalet Kitap çok erken yaşta yazılmış bir romandı. Özellikle platonik aşk üzerine kitapta çok fazla alıntı ve gönderme vardı ama bir alıntıyı unuttuğumu fark ettim. O da Genç Werther’in Acıları’ndandı. Aslında ilk başta bahsetmem gereken, hatta kitabı yazarken de etkilendiğim bir roman. Mesela ondan bir alıntı ekledim. Diğer yandan biraz çocuksu göndermeler yapmışım genç yazar hissiyatıyla birlikte, onları biraz törpüledim. Çok da fazla dokunmadım, çünkü kitabın o saflığını, naifliğini, acemiliğini ve bunun yarattığı hissi bozmak istemedim. Ben kendimi çok ciddiye alan biri değilim ama yazdığım üç kitapla ilgili iddialı konuşabilirim. Kitabı tekrar okuduğumda açıkçası çok beğendim, çok sürükleyici ve yenilikçi bir yönü olan bir roman. Eğlenceli ve platonik aşk ile eğitim gibi iki mesele üzerine iyi tespitleri olan ve o meseleler üzerine iyi giden bir roman. Geçenlerde üniversite kampüsünde geçen romanların neredeyse olmadığı, en dikkat çekenin ise Hayalet Kitap olduğu hakkında bir yazı çıktı. Düşündürücü, çünkü Türkiye gibi genç bir nüfusun bu kadar yoğun olduğu bir ülkede gençler üzerine edebiyat yapılmaması sorun. O yönden kitap zamanında bir eksikliği kapatmıştı, şu anda da kapatıyor. Diğer yandan, platonik aşk konusu da çok fazla ele alınmak istenmeyen bir konu ama ben edebiyatta ne kadar dürüst olursanız o kadar iyi olacağını düşünüyorum. Bu iki açıdan da Hayalet Kitap tamamlayıcı bir rolü olduğunu düşündüğüm bir roman.

Romanı “Platonik Aşklar Krallığı”na ithaf etmiştin. Duruyor mu bu krallık?

Duruyor. Özellikle de ülkemizde. İlişkilere bakış açımızın ve ilişkilerin yaşanma biçiminin tek taraflı olduğunu düşünüyorum. Yaşanan ilişkilerde bile karşılıksız ya da eşitsiz bir durum var. Roman bu yönden de okunabilir. Sadece karşılıksız aşkın romanı değil, eşitliksiz aşkların da bir romanı ve bu krallık hâlâ dimdik ayakta.

Romandan uyarlanan Okul’un senaryosunu sen yazmıştın. Hikâyeyi liseye uyarlamak senin tercihin miydi? Sence uyarlama nasıl sonuç verdi?

Yönetmenlerin tercihiydi. Genelde ticari bir karar diye düşünülüyor ama değildi. Lise eğitimi üzerine söylenebilecek daha çok şey olduğu düşünüldü. Filmi önemsiyorum ama bir yandan da hayalimizdeki gibi bir film olmadı. Buna rağmen şu an baktığımda birçok açıdan önemli olduğunu düşünüyorum. Eğitim eleştirisini bu kadar sert bir şekilde yapan, öğretmenlerin sınıfta öğrencilere karşı uyguladığı diktatörlüğün etkilerini gösteren, hatta günümüzde daha yeni yeni tartışılmaya başlanılan zorunlu din dersi konusunun üzerine bu kadar giden bir film yoktu popüler sinemamızda. Ama Hayalet Kitap’ın ileride yeniden sinemaya uyarlanmasını isterim.

Okul’un Türk sinemasında korku ve fantastik alanında genç bir geleneği oluşturduğu bir gerçek. 2000’lerden bu yana yükselen bu genç dalgayı nasıl değerlendiriyorsun?

Okul yakaladığı gişe başarısı sayesinde bu türlerin Türkiye’de çoğalmasına yol açtı. Tür açısından çok da örnek alınan bir film olmadı aslında çünkü Okul korku-komedi-gençlik filmidir. Ondan sonra ortaya çıkan filmler ise Türkiye’de insanların en çok korktuğu hurafe olan cinler üzerinden gidilerek çekildi. Korku sinemasında, Ada - Zombilerin Düğünü gibi iyi örnekler vardı bence. Ben bir korku sineması hayranı olarak, korku sinemasının hayranlar tarafından, hayranlara yapılan bir sinema türü olduğunu düşünüyorum. Ada’yı o yüzden seviyorum mesela. Onun dışındaki birçok film sadece Türkiye’de cinlere duyulan dinî korkuyu suistimal eden filmler. Semum hariç. Diğer yandan gençlik filmleri de çoğaldı ama Sınav dışında çoğunda Okul’un eleştirel tavrı yoktu, daha çok sulu komedilerdi. Gençler kendilerini anlatan filmler görmek istiyorlar, bu açıdan Türk sinemasına renk geldi.

Yılların edebiyat eleştirmenlerinin bu genç sese yaklaşımı nedir? Bazen popüler kültürden yararlanılmasından rahatsız olduklarını görüyoruz.

Evet, hem biraz fazla gönderme kullanıyor olmam hem de türümün fantastiğe yakın olmasından dolayı eleştiriler alıyorum yaşça büyük uzmanlardan. Fantastik edebiyatı kaçış edebiyatı olarak görüyorlar. Oysa şimdiye kadar konuştuklarımızdan bile ne kadar gerçeğe saldıran bir tavrının olduğu belli. Doğaüstü unsurlarla günümüz hakkında bir şeyler söylemeye çalışıyorum ama maalesef hâlâ inanılmaz önyargılı eleştirilerle karşılaşıyoruz. Bir yandan benim romanlarımla ilk defa fantastik edebiyat okuyanlardan “Ben fantastik edebiyatın böyle olduğunu hiç tahmin etmiyordum,” diyen mailler alıyorum. Şu ana kadar öyle bir önyargı oluşmuş, fantastik edebiyatın tamamen gerçeklerden kopuk, Yüzüklerin Efendisi gibi bambaşka âlemlerde geçen, sadece ejderhalarla dövüşülen ama bunların ardında gerçeğe dair hiçbir şeyin olmadığını düşündürten yazılar çıkmış zamanında. Oysa Yüzüklerin Efendisi dâhil birçok fantastik eser tam da gerçeği yorumlamaya çalışan eserlerdir.

Dönüp dönüp okuduğun, duygu, düşünce ve düş dünyanı besleyen yazarlar kimler?

En başa gidersek Macera Tüneli serisi. Sonra Jules Verne geldi. Ardından H.P. Lovecraft. Lise yıllarında Shakespeare’den çok etkilendim. Douglas Adams, Boris Vian, Italo Calvino, Dino Buzzati, Marquez, E.A. Poe. Sonra bir Stephen King çılgınlığı başladı. Hayalet Kitap’ı okurken Stephen King’den ve Lovecraft’ten ne kadar etkilendiğimi fark ettim. Özellikle Lovecraft hayranları, Hayalet Kitap’ı bir Lovecraft hayranının yazdığı bir gençlik-korku romanı olarak okuyabilirler. Tabii dilim asla onunki gibi değil ama olayların anlatılışındaki matematiği tamamen onun gibi kurmuşum, buna çok güldüm. Son zamanlarda Bret Easton Ellis ve Murakami’yi çok beğeniyorum. Yerli yazarlardan Orhan Pamuk, Barış Müstecaplıoğlu, Hakan Bıçakcı, Emrah Serbes, Mehmet Açar, Levent Şenyürek gibi isimleri takip ediyorum.

Stephen King’i neden bu kadar çok seviyorsun? Son romanı üzerinden kendisine korkuyu Amerikan sistemini olumlamak için malzeme olarak kullandığı eleştirileri yapılıyor. Bu konuda ne düşünüyorsun?

Stephen King her şeyden önce çok büyük bir edebiyat tutkunu ve çok dürüst bir yazar. Bazı kötücül düşüncelere, insanların içindeki o karanlığa herhangi bir sansür getirmeden kitaplarında yer verebiliyor. Psikolojik açıdan çok derinliklidir bence Stephen King’in karakterleri. Son romanı hakkında çıkan eleştiriler için roman ya yanlış okunmuştur ya da hiç okunmamıştır diye düşünüyorum. Herhangi bir tarzı değerlendirmek için o tarz içindeki diğer başyapıtları okumak, o tarz hakkındaki birtakım bilgilere sahip olmak gerekir. Maalesef bu yok. Bir eleştirmen Barış Müstecaplıoğlu’nun Perg Efsaneleri’ni eleştiriyor ama aynı eleştirmenin daha önce Yüzüklerin Efendisi’ni okumadığı ortaya çıkıyor. Yüzüklerin Efendisi’ni okumayan biri Perg Efsaneleri’ni eleştiremez. Başka bir örnek de Varolmayanlar’da başıma gelen. Ana karakterin sevgilisini cinsel bir obje gibi görmesi, Varolmayanlar’ın gizli örgütüne kadınların alınmaması, güzel kadınların hayalet olamaması gibi aslında komik olsun diye yazdığım bazı kuralları ciddiye alıp kitabı kadın düşmanı olarak algılayanlar çıktı. Stephen King’in romanlarında da sakatlara yönelik çok acayip önyargıları vardır karakterlerin. Ama orada o önyargılara sahip olan insanlık, aslında. Orada bir ayna tutuluyor, ben de bir ayna tutmaya çalıştım.

Türkiye korku ve fantastik türüne kaynaklık edecek malzemeleri bol bol barındırıyor. Bunlar neler sence?

Türkiye'deki her kesim için en büyük korku gelecek korkusu. Birbiriyle anlaşamayan etnik kesimlerin de, inanç gruplarının da en büyük korkusu karşı tarafın onlara kendi gerçeklerini dikte etmesi. Bir anlamda özgürlük korkusu bu. Bu sadece bugüne ait değil, Türkiye Cumhuriyeti'nin her döneminde farklı kesimlerin farklı dozlarda hissettiği bir korku. Gücü elde edenin diğer kesimi azınlığa dönüştürebildiği, onu bastırabildiği, kendi istediği şablona sokmak için elinden geleni yapabildiği bir korku filminde yaşıyoruz. Oysa çok basit bir şey yaparak; yani bu korkuyu duymadan, herkesin özgürlüklerine saygı göstererek hep birlikte yaşayabilsek bu korku filmini bir Hollywood romantik komedisine dönüştürebiliriz. Ama işte gücü eline alan o gücü sonuna kadar kullanıp gücün kölesi olmayı tercih ettikçe, zor...

Saffet Murat Tura kendisiyle yapılan bir söyleşide edebiyatın önemli bir işlevinin iktidarla olan hesaplaşması olduğunu söylüyordu. Senin yazdıklarında da çeşitli iktidar biçimlerine başkaldırı var. Doğru mu?

Gündüz Vassaf’ın Cehenneme Övgü’sünü okuduğumdan beri totaliter rejim ve üzerimize gelen bütün baskılar üzerine kafa yoran bir insanım. O kitabı okumam benim hayatımda dönüm noktası olabilir. O yüzden de tüm bunların üzerine, onlar benim üzerime geldiği sürece gideceğim. Zaten bence sanat hayattan intikam alma yoludur. Ben de bu yaşadığımız hayatı, elimizdeki tek nimeti kötüleştirmek için elinden geleni yapan bütün araçlara, kurumlara karşı kalemimi oynatacağım, başka yapabileceğim bir şey yok.

FABİSAD’dan (Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği) bahseder misin? Faaliyetleriniz ne durumda?

Kuruluş amacı Türkiye’deki fantastik ve bilimkurgu edebiyatı ve benzer türlere olan önyargıyı kırmak, yeni yazarların ortaya çıkmasını sağlamak, Türk edebiyatına bir renk getirmek. Hayal gücü hayatımızda ve izlediğimiz, okuduğumuz sanat dallarında ne kadar çok olursa insanların hayata daha özgür bir çerçeveden bakabileceğini düşünüyoruz. Aslında misyonumuz edebi bir misyon değil sadece, hayata dair bir misyon. Şu anda Giovanni Scognamillo’ya adanan bir öykü yarışması tasarlıyoruz. Çok önemsediğimiz bir yarışma çünkü FABİSAD’daki birçok yazar, zamanında Nostromo ve Gençlik Kitabevi’nin yarışmalarıyla ortaya çıkmış, kitaplarını yayımlatabilmiş isimler. Artık Gençlik Kitabevi o yarışmayı yapmıyor, Nostromo yok. O yüzden biz böyle bir yarışma düzenliyoruz ve daha önce kimsenin adını duymadığı çok iyi yazarlar keşfedeceğimizi düşünüyoruz. Fantastik eylemlerimiz devam edecek!

14 Eylül 2012 Cuma

Holdenvari


Çocuk çocukken kollarını sallayarak yürürdü
Derenin ırmak olmasını isterdi
Irmağın da sel
Ve su birikintisinin de deniz olmasını...
Çocuk çocukken
Çocuk olduğunu bilmezdi
Bağdaş kurup otururdu
Sonra koşmaya başlardı
Saçının bir tutamı hiç yatmazdı
Ve fotoğraf çektirirken poz vermezdi...

Der Himmel Über Berlin

3 Eylül 2012 Pazartesi

XOXO The Mag, Eylül 2012: Aydınlanma mı? Delilik mi?








HBO’nun “dünyayı aydınlatan” dizisi Enlightened ikinci sezonuyla tekrar huzurlarımızda…



Aydınlanma aydınlanma denilen gözleri şaşı olmuş bir canavar… O gözler içeriye bakıyor, dışarıya bakıyor, arada kalan “ben”e bakıyor, o gözlerin sahibi şaşırıp kalıveriyor. İçinde yaşadığımız evren, bize dinginlik getirsin, artık şaşırtmasın derken “aydınlanma” denilen mefhum hallaç pamuğuna dönüşüyor? Nasıl mı? 2011’in Kasım ayında HBO ekranlarında arzı endam etmeye başlayan Enlightened’ın Amy Jellicoe’sunun durumunda 24.000 $’lık terapi faturasıyla mesela. Mark White ile birlikte yazdığı dizide kendine yönelik tahribattan oluşan eski hayatını “aydınlanma” yoluyla bertaraf etmeye çalışan Amy’ye hayat veren Laura Dern, Ocak 2013’te ikinci sezonu yayımlanmaya başlayacak olan diziye bakalım nasıl bir aydınlanma getirecek?

İlk sezon boyunca ruhsal arınmasını yaşadıktan sonra biraz da paradoksal bir şekilde eski hayatını geri kazanmak için traji-komik hallere düşen Amy’nin çırpınışları biz günümüz Havva’larına pek de yabancı gelmemişti. Bir yandan “Yatlar katlar başkalarının olsun, benim tek emelim iç huzurum,” derken kurumsallık ağından örülü iş yerlerinde ister istemez kendini rekabet öznesi olarak buluvermek, “Aslında istediğim sadece basit, huzurlu bir ilişki,” derken en temelsiz ilişkilere adım atıp kendini paralamak, hiçbirimize yabancı gelmeyen durumlar olsa gerek. İşin en ironik tarafı da kendi ağına hapsolan örümcek misali, hem bu ağdan kurtulup kendini iç huzurdan müteşekkil bir aydınlanma halesiyle çevrelemeye çalışmak, hem de bu işi en zor savaş alanında, insanı tam da sinir krizinin eşiğine getiren ortamların göbeğinde gerçekleştirmeye çalışmak. Zor iş vesselam! Amy’nin ilk sezonda yapmaya çalıştıklarını paradoksal bulmamın nedeni de bu keza: Kendi elleriyle mahvettiği eski hayatını arkada bırakmak yerine, aydınlanma terapisi sonucunda geri kazanmaya çalışması. Üstelik bu sefer bütün dünyaya değişim ve aydınlanma getirecek bir ajan olmayı kendine misyon edinmesi.

Gerçek hayatta da Laura Dern’in annesi olan Diane Ladd’in canlandırdığı annesinin fırlattığı inançsız bakışların altında, “Bu yaştan sonra da ana kucağına geri döndüm,” demeden genç kızlık odasındaki yatağına oturup günlük tutarak dengesini korumaya ve kendini telkin etmeye çalışması, Amy’nin misyonunu gerçekleştirmek yolunda attığı ilk adım. Bu arada 24.000 $’lık terapi faturasını annesi ödemek zorunda! Aydınlatılacak ilk nesne ise hayata hâlâ bağımlılıklarla tutunmaya çalışan Luke Wilson’ın canlandırdığı eski kocası. Ancak asıl büyük taarruz Amy’yi iş yerinde bekliyor. Herkesin önünde ‘delirdiği’ halde işinden kovulmayıp büyük bir merhamet göstergesi olarak kendisine eski pozisyonundan farklı, yeni bir görev verilen Amy, artık çalıştığı korkunç kozmetik firmasının bulunduğu binanın zemin katlarından birinde durmaksızın data girişi yapmak zorunda. İşinin monotonluğu bir yana eski ve yeni çalışma arkadaşlarının kendisi hakkındaki önyargılarıyla da boğuşmak durumunda olan Amy, işe dönüşünün ilk gününde giydiği sapsarı elbisenin vaat ettiği gibi gerek kendisi gerek etrafındakilere ışık getirmeye çalışıyor. Bir yandan hayatından yoga, meditasyon ve terapi seanslarını eksik etmeden dünyanın bütün egolarını ve çıkar hesaplarını, taşıdığı günışığıyla alt edeceğini düşünüyor.

Şöyle bir gerçek var ki özellikle Amerikalı seyirciler tarafından Amy’nin naif ve tuhaf bulunan bu çabası onu şimdiye kadar en sevilen dizi karakteri yapmadı. Kendi adıma, Amy’nin son derece sembolik sarı elbisesini aydınlanma haricinde, Charlotte Perkins Gilman’ın “Sarı Duvar Kâğıdı” adlı öyküsündeki erkeğin ve sistemin delirttiği kadının algısındaki sarı renk olarak da görmüyor değilim. Hatta zorla deli olduğuna inandırılıp bir de üstüne şeytanın çocuğunu doğurmak zorunda kalan Rosemary’nin Bebeği’nin Rosemary’sinin film boyunca uçuşan sarı perdeleri de aklıma geliveriyor. Nitekim dizinin “Enlightened” isminin alt başlığının “Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadın” olması boşa olmasa gerek. Amy’nin durmaksızın çevresindeki insanlarda ve sistemde değişim yaratmaya çalışırken acıklı ve komik durumlara düşmesi tuhaf bir delilik ve aydınlanmanın sonucu sanki.  Altın Küre’yi kucaklamış Laura Dern’in müthiş performansıyla hayat verdiği bu garip kadın Amy’nin büyüsü de bu birleşimden kaynaklanıyor. Asıl merak ettiğimiz Regina Spektor’un katharsis etkisi yaratan “Human of the Year” şarkısıyla vurucu bir son yapan ilk sezondan sonra, Amy’nin büyülü değneğinin dizinin devamında neyi aydınlatacağı? İçimizi mi, dışımızı mı? Ya da öyle bir değnek var mı cidden?

İyi Kitap Sayı: 43, Gökyüzünün dili olsa…


Gökyüzünde Neler Oluyor adlı hareketli kitap, gökyüzü ve iklimle ilgili pek çok doğa olayını hareketli uygulamalarla örneklendiriyor. Öğrenmeyi eğlenceli kılan bu tarz kitaplar, tam da okullar açılırken tüm öğrencilerin ihtiyaç duyduğu boşluğu dolduruyor.

Hiç gökyüzünün dili olsa da bize kendini anlatsa dediniz mi? Günlerin, mevsimlerin, gökyüzünün, türlü hava hareketlerinin, iklimlerin doğasını okullarda okutulan coğrafya kitapları dışındaki bir üslup içinde, farklı bir dilden dinlesek… Final Kültür Sanat Yayınları gökyüzüyle ilgili öyle bir kitap yayımlamış ki bu dileğim gerçek olmakla kalmadı; gökyüzü, kitabın sayfalarını çevirdikçe gözlerimin önünde bizzat canlanıverdi! Gökyüzünde Neler Oluyor - Gökyüzü ve İklimle İlgili Hareketli Bir Kılavuz adındaki bu kitap, ilk hareketli kitabım Külkedi’sini hatırlattı bana, yüzümde bir tebessüm oluştu ve sonra en klişe yetişkin cümlelerinden birisi dökülüverdi ağzımdan: “Şimdiki çocuklar ne kadar şanslı!” Çocukluğumun hareketli Külkedisi, defalarca sayfalarını çevirip aynı oyunbaz sayfalarla vakit geçirirken yeterince çekiciydi, fakat şimdi sayfalar üzerinden canlanan şey bambaşka: Burada bayağı bilimsel olaylar gayet eğlenceli ve anlaşılır bir tarzda anlatılıyor. Açık söyleyeyim; coğrafyaya özel bir ilginiz olmasa bile bu kitap baştan çıkarıcı.

Müthiş bir grafik tasarım eseri olan kitap, konu ettiği her türlü doğa olayını hareketli uygulamalarla örneklendiriyor. Havada neler mi olup bitiyor? Rengârenk bir çarkı döndürünce, rüzgârdan basınca, nemden yağışa her türlü hava hareketiyle karşılaşıyorsunuz. Hava aynı anda hem güneşli hem de yağmurluysa ne mi olur? Öğrenmek için bir şerit çekiyorsunuz ve karşınızda yedi renkli gökyüzü köprüsü! Kitabın bu uygulamalı ve hareketli bölümleri sadece bilgi vermekle kalmıyor, aynı zamanda gerekli coğrafi bilgiyi verdikten sonra sizi o konuda deney ya da ufak bir test yapmaya da yönlendiriyor. Örneğin, siz de havayı koklayan adam olabilirsiniz! Nasıl mı? Kitap sayesinde alçak ve yüksek basınçlar, izobarlar, sıcak ve soğuk havanın hareketleri hakkında bilgi edinip ayrıca bu bilgileri örnek bir hava tahmini haritasında test etme şansınız var da ondan.


Kitap güneş, mevsimler, kutuplar ve gökyüzü katmanları gibi en temel konulardan başlayarak, yağmur, bulutlar, rüzgâr, meteoroloji ve iklimler olmak üzere konularını bölümlere ayırarak ayrıntılı bir şekilde sunuyor.
Kitabın tek albenisinin hareketli uygulamalar olduğunu düşünmeyin sakın, çünkü bilgiyi sunma biçimi de takdire değer. Sadece asıl coğrafi bilgiyi vermekle kalmayıp, herkes tarafından bilinmeyen tarihsel anekdotlar, konuya ilişkin genel kültür bilgileri, hatta tartışma konuları da sunuyor. Sadece bir dakikada yeryüzüne 900 milyon ton yağmur düştüğünü biliyor muydunuz mesela? Bulut çeşitlerini öğrenirken Latince bilginizi geliştirmeye ne dersiniz peki? Hiçbir teknolojik icat olmadan önce hava tahminleri nasıl yapılıyordu, öğrenmek ister misiniz? Hayvanların ve bitkilerin belli başlı hareketlerini gözlemleyerek yapılan bu hava tahminlerinin bazılarını bugün dahi kullanıyoruz. Örneğin, kuşların alçaktan uçması yağmurun geleceğine işarettir, çünkü kuşlar yağmur yağmadan önce havanın daha yoğun olduğu alçak bölgelerde uçmayı tercih ederler. Hava tahminleriyle ilgili tarihteki teknolojik gelişmelere de yer veriliyor kitapta; tıpkı jeolojik devirlerin her aşamasına yer verildiği gibi, hem de rengârenk görseller ve tablolar eşliğinde.
Bana esmeyi anlat rüzgâr… Bana yeryüzüne nasıl düştüğünün öyküsünü anlat yağmur damlası… Bir de kişileştirilen doğa olaylarının öyküleri var ki kitaba edebi bir tat katıyor. Yağmur damlasının okyanustan başlayıp, her defasında başka bir yere indiği sonsuz döngüsünün anlatıldığı öykü bunlardan biri.

Son olarak, bilim insanlarının hâlâ işleyişini çözmeye çalıştığı iklimlere geliyoruz. Temel iklim çeşitlerini ve özelliklerini örneklerle öğreniyor, iklimi etkileyen belli başlı durumlar hakkında bilgi sahibi oluyoruz. İnsanın kendi eliyle iklim değişikliklerinde nasıl önemli bir rol oynadığının örneklerini de görüyoruz. Ozon tabakasını delen kutu spreyler, havaya karbondioksit salan uçaklar, otomobiller, elektrik santralleri, fabrikalar, yok olan ormanlar ve daha türlü etken bu değişime yol açan etkenlerden bazıları. İklim konusunda geleceğin ne getireceği esaslı bir tartışma konusu ve bu kitabı okuyanlar da bu tartışmaya davet ediliyor. Hepimiz aynı gökyüzünün altında yaşadığımıza göre gelin siz de bu tartışmaya katılın…
 
Nilay KAYA
Gökyüzünde Neler Oluyor?
Christiane Dorion
Final Kültür Sanat Yayınları, 20 sayfa

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Boksör Böcek: Uç Hitler Böceği Uç!



Domingo Yayınları, iddialı kitaplar yayımlamaya devam ediyor. Genç yazarın İngiltere'de bestseller olan, Guardian destekli ilk romanı: Ned Beauman'dan Boksör Böcek. Daha demin demedim size? Herkes önce bir kendi bildiği hikayeyi doğru dürüst yazmaya kalkışsın diye. Muazzam bir hayalgücüymüş, faşizmin, makineleşmenin, modernleşmenin, anti-semitizmin eleştirisiymiş vesaire vesaire... Kütüphaneye tıkılıp bolca zaman geçirilerek yazılmış bir "proje roman" karşımızdaki. Post-modernizm fetişizmi de cabası. Evet, kitabın arka kapağında yazanların vaat ettiği gibi en az Tarantino karakterleri kadar ilginç karakterlere sahip ama artık Tarantino gibi bir referanslar efendisinin kendisi de bizzat referans kaynağı oluyorsa, bahsettiğim post-modernizm fetişizmine kapılmak anlamında vay halimize! Bakınız: Bizim Afili Filintalar'ın da kabak tadı vererek yaptığı şey. Onların Beauman'dan farkı bir de üstüne homofobik ve maço olmaları üstelik.

Kitabın ana karakteri, faşizmden nefret etse de bir Nazi eşyaları koleksiyoneri ve bu bağımlılığının çelişkili doğasını kendi kendine sorguluyor. Bence kitabın tek ilginç noktası bu çünkü kitabın kendisi, başlı başına bu çelişkiye işaret ediyor. Bir şeyi son derece iddialı bir şekilde eleştirirken aslında eleştirdiğin şeye bir fetiş nesnesi olarak yaklaşmak. Genç yazarımızın kendisi bunun farkında mıdır bilemem tabii ama ortaya çıkan sonuç bunu gösteriyor. Yaşını başını almış koca koca adamların silah, tüfek, kavga, dövüş, savaş mavaşla kurulu beş yaşındaki oğlan çocuğu hayallerini andırıyor bu durum.


Hamiş: Hiç hamişlik mesele değil aslında, daha ciddi ama bir de roman hakkında ekşi sözlüğe girilen entry'lerde tüylerim diken diken olarak şu söylem dikkatimi çekti: "Yazar eşcinsel sevişme sahnelerini öyle etkili anlatmış ki yazarın kendisi kesin eşcinsel!" Yazar ve anlatıcı ayrımı arkadaşlar! Bir de biraz estetik mesafe diliyorum sizlere. Kitap okumayı öğrenmek lazım vesselam.

10 Ağustos 2012 Cuma

Biz Rüya Görürken




We Could Be Heroes, Once Upon  A Time In Leipzig...

Ayrıntı Yayınevi kendince "yeraltı" olarak gördüğü kitapları yayımlamaya devam ediyor. Hakan Günday'ın "yeraltı" tanımlamasına karşı çıkışını hatırlamamak ve ona hak vermemek mümkün değil. "Bana kalırsa yeraltı edebiyatı rafında sadece Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar'ı durabilir, ille de öyle bir raf olacaksa kitapçılarda," diyordu. Nerede uyuşturuculardan, kerhanelerden, okul iş tanımayan sokakların çocuğu 'serseri' gençlerden müteşekkil Trainspotting muadili hikaye var, hemen etiketi yapıştırıverelim: "yeraltı". Şu kavram sapkınlığımızdan bir vazgeçsek de karşımızdaki metne önce onu kavram altına yerleştirip o kalıp dahilinde sorularla yaklaşmak yerine öncelikle ona daha basit sorular sorsak. "Kardeşim senin derdin ne?" gibi. Ya da edebi keyfini çıkarmayı unutmasak mesela... Genç Alman yazar Clemens Meyer'ın ilk romanı Biz Rüya Görürken / Als Wir Trauemten en başta edebi lezzete sahip mesela. Duvar ve yıkılışı akabinde Leipzig'de büyüyen bir grup gencin hikayesini anlatan romanının başkahramanı ve anlatıcısı Daniel'in anti-Holden Caulfieldvari samimiyet ve tekinsizlikle yoğrulmuş anlatımı gayet çekici, anlattığı "yeraltı" hikayelerinden ziyade. "Aman da post-DDR toplumsal koşullarını analiz edebileceğimiz bir dosya!" diye romana yaklaşırsanız romandan alacağınız bütün keyif baştan heba olur, söyleyeyim. Bir tutam empati, bir tutam meraklı sorular, bir tutam da kendini koyverip zevk alabilme rahatlığıyla okuyun gitsin. İlk romanlar için özellikle hep şunu derim: İnsan sadece kendi bildiği bir hikayeyi eli yüzü düzgün bir şekilde anlatma gayretini göstersin, sağlam bir başlangıç yapmış demektir. Büyük ve iddialı mecralara dalmaya çalışmaktansa... Herkes nasıl büyüdüğünü düşünse bir önce, sonra hala nasıl büyümekte olduğunun farkına varıp ona baksa hikayeler yaratmak için...Mesela, diyorum.

Herkes Yalnız Ölür


Alone in Berlin (Jeder Stirbt Für Sich Allein), Hans Fallada'nın II. Dünya Savaşı bittikten sonra yazdığı ve ölümünden sonra yayımlanabilen anti-Nazi dokunuşlu romanı. Otto ve Elise Hampel olayından esinlenerek yazmış romanı ki bu iki işçi karı-koca ölen savaşta ölen kardeşleri üzerine filler ve çimenler misali kendilerince Hitler'e karşı bir direniş başlatıyorlar. Her hafta düzenli olarak yazdıkları Hitler karşıtı kartpostalları Berlin'in dört bir tarafına yayıyorlar. Gerçi dağıttıkları yüzlerce karttan sadece 17-18 tanesinin yayılmadan polisin eline geçtiği söyleniyor. Sonları da malum, SS hapishanelerinde ölüme gidiş. Sağlam bir dedektif romanı kurgusuyla ilerleyen romanı okurken (katil kim değil elbette meselemiz) Hampel'lerın bu küçük eylemlerinin doğası üzerine düşünmemek mümkün değil? Tam bir tavşan dağa küsmüş, dağın haberi yok vakası. Bir yandan da yakalanmaları için deli divane olan Nazi yönetiminin duyduğu dehşet düşünüldüğünde küçücük bir direnişin o haleti ruhiyyede nasıl da bir tehdit oluşturabileceğini gösteriyor. Hampel'lerın onurlu tavrını vesairesini geçtim, mesele onur değil... Romanda çift oğullarını kaybediyor. Onur kelimesini ağzına alan, "Savaşta vatan için şehit düşen oğlunun onuruna leke düşürmüyor musun, ne biçim anasın sen?" diyen Nazi müfettişi. Bırak, onur başkalarının olsun. Bedelli askerlik yapamayan ve halihazırdaki savaşlarda ölen askerler, hiç değişmeyenler...

10 Temmuz 2012 Salı

"Ziller yaz kampı için çalıyor" İyi Kitap, Temmuz 2012

Tudem Yayınları’ndan çıkan Martı ve Savaş, Ekran Kaçkınları, Sokak Haberleri gibi kitaplarıyla tanıdığımız Güldem Şahan’ın son kitabı Yaz Kampı, her çocuğun ve gencin içinde yatan kamp hayalini harekete geçiriyor. Yaz sıcaklarında renkli düşlere dalmak için…

Sinema, park, bilgisayar oyunları gibi sınırları belirli eğlence alanları ile okul, ev, dershane eksenine sıkışmış çocukluk ve ilkgençlik çağımızda, hepimiz bizi monoton hayatımızın dışına çıkaracak maceralar yaşamayı hayal etmişizdir. Özellikle de kitaplara ve filmlere düşkünsek o monotonluğu unutturacak macera senaryoları bilhassa renkli ve çeşitli kaynaklardan beslenir. “Afacan Beşler”, “Gizli Yediler” gibi serilerin etkisiyle dedektif kesilip civarda yıkılmaya yüz tutmuş köşklerde macera avına mı çıkmadık; yahut mahalle sakinlerinden en gizemli görünenlerine alternatif hayat hikâyeleri mi uydurmadık?

Kurulu düzenimize heyecan getirme konusunda tam güvence veren bir hadise de şüphesiz günün birinde bir yaz tatilinde yaz kampına gitme ihtimaliydi. Okuduğum bazı kitaplarda ya da izlediğim filmlerde aileleri tarafından “ceza” olarak yaz kampına gönderilen çocukların duyduğu üzüntüyü hiç anlamazdım, çünkü benim için en disiplinlisinden bir izci kampına gönderilmek bile barındırdığı macera potansiyeliyle son derece tatlı bir ihtimaldi. Üstelik bu kitapların ve filmlerin çoğunda ceza niyetine kampa gelen çocuk, kampla ilgili bütün önyargılarının boşa çıktığını görüyor ve hayat boyu unutamayacağı türden bir deneyim yaşıyor, bizim gibi, kurmaca dünyasının dışında kalan gerçek dünya fanilerinin kamp hayallerini daha da ihtiraslı hale getiriyordu.

Kamp hayallerimizi kamçılayacak bir eser daha var şimdi karşımızda. Tudem Yayınları’ndan çıkan Martı ve Savaş, Ekran Kaçkınları, Sokak Haberleri gibi kitaplarıyla tanıdığımız Güldem Şahan’ın son kitabı Yaz Kampı, her çocuğun ve gencin içinde yatan kamp hayalini harekete geçiriyor. Bu kampta bizi sadece gündelik hayatımızda rastlayamayacağımız türden gizemli maceralar beklemiyor; ilk özlem, aşk, kıskançlık, yepyeni dostluklar, bol bol doğa kokusu ve eğlence de huzurlarımızda. Gelin, kitabın ana kahramanı Güven’in ve arkadaşlarının yaz rüyasına biraz daha yakından tanıklık edelim.

Bir gün İngilizce dersinde öğretmenleri yaz tatilindeki kampın tanıtım broşürlerini dağıtıp bu konuyu ailelerine danışmalarını ister. İlk başta babası kamp konusunu kuru bir “bakarız”la geçiştirirken, annesi Güven’in henüz ailesinden bu kadar uzun süre ayrı kalabilecek yaşta olmadığını düşünürek bu fikre sıcak bakmaz, üstelik Güven tam on beş yaşında olduğu halde… Ne var ki Güven onları ikna etmenin bir yolunu bulacaktır. Üstelik kamp için gün saydığı okulun son zamanlarında, derslerine daha çok odaklanarak kampın nimetlerini henüz kamp başlamadan görmeye başlar. En yakın arkadaşı Can’ın ve zaman zaman onu sinirlendirse de çok hoşlandığı Elif’in de kampa katılacak olması heyecanını artırır.

KAMPTA BİZİ NELER BEKLER?
Kamp, tanıtım broşürlerinde sunulduğu kadar bol etkinlikli, cazip bir yerdir: Tenis kortlarından voleybol sahalarına, çeşitli su sporlarından bilgi yarışmalı ve müzikli derslere, o yaştaki gençlerin bir kampta arayacağı her şey vardır. Hele pazar geceleri yaptıkları, açık havadaki sinema keyfine diyecek yoktur. Başka şehirlerden gelen öğrencilerle de tanışıp arkadaş olma şansı bulan Güven ve arkadaşları, Kazdağları’nın eteğindeki bu kampta eşsiz bir doğal güzelliğin tadını çıkarırlarken, siyanür tehdidi altındaki yörenin geleceği hakkında bilinçlenirler. Hayatında ilk defa yunus gören Güven, büyülendiği bu canlıların soyunun tükenmemesi için henüz kamptan dönmeden hummalı bir kampanya hazırlama sürecine girer.

Güven ve arkadaşlarını kampta sadece eğlenceli etkinliklerin beklediğini sanmayın. Güven çok iyi anlaştığını düşündüğü arkadaşlarıyla aynı çadırda yaşarken, sorumluluk ve ortak yaşam konusunda yeni fikirler edinir. Keza çok sevdiği ve tanıdığını düşündüğü insanlarla olan ilişkilerini yeniden gözden geçirmek zorunda kalır. İnsanlar hakkındaki önyargılarını ters yüz eden olaylar yaşarken, hayatın beklenmedik yönleriyle güzel olduğunu belki de ilk kez o yaz kampında düşünür, kendini de daha çok tanıma fırsatı bulur. Kamp süresi boyunca geceleri sessizce beliren, çadırların önünden eşyaları alıp yerlerini değiştiren gizemli kişinin yarattığı heyecan ve bu işin esrar perdesi aralandığında karşılaştıkları sürpriz, Güven ve arkadaşlarının hayat boyu unutamayacakları bir deneyimdir.

Yaz tatiline yeni girdiğimiz şu günlerde Yaz Kampı’nın kampa davet çağrısına kulak vermemek mümkün değil, çünkü bu kamp sizi hem yazının başında hep aradığımı söylediğim, sıradan hayatın dışına çıkaran bir macera, hem de tuhaf bir ikilemle, hayatın bir minyatürü...
Yaz Kampı
Güldem Şahan
Tudem Yayınları, 168 sayfa

8 Temmuz 2012 Pazar

XOXO The Mag, Temmuz 2012


BU BİR ŞİİR DEĞİL
Hayalperestler

Domingo Yayınları geçtiğimiz yıl Türkçeye kazandırdığı Just Kids’in ardından şimdi de Woolgathering’i yayımlayarak bizleri ‘yazar’ Patti Smith’le mest etmeye devam ediyor.
Öncelikle Just Kids hakkında birkaç kelam etmem gerekirse kitabın başlığının "Çoluk Çocuk" olarak Türkçeye çevrilmesinin çok hoşuma gittiğini söyleyeyim. "Beraber büyüdüğün sevgili" durumunu olabilecek en içten ve etkileyici biçimde Just Kids'te anlatıyordu Patti Smith. Üstelik "Patti" olma serüveni, 60'lar ve 70'ler New York'unun mevcut ahvali, hiç tanışılmayan kertenkele kral Morrison’un hayaleti satırlardan canlanıp en ergen damarlara dolanıyordu: dünyanın ayaklarının altında serildiği, her şeyi sonsuz özgürlükte yapabileceğinizi hissettiğiniz o katıksız ruh hali vücut buluyordu, kitabı okuyanda yaratma isteği uyandırarak. Yazar Feyyaz Kayacan'ın "Neredeyse oturup bir şiir yazacaktım" dediği gibi ben de neredeyse oturup bir öykü yazacaktım. Kitap ilerledikçe ve çoluk çocuk büyüdükçe Robert Mapplethorpe, Patti'ye "Gerçeğe çıkan en kestirme yolun çelişki olduğunu" öğretirken kitap da bir nevi bildungsroman/büyüme romanı olma özelliği taşıyordu. “İnsanlar böyle büyüyor,” diyor, hakikat sözcüğünün ilk harfini büyüten ölümle tanıştırıyordu bizi.

Şimdiye dek Patti Smith’in müzisyenliğini “ozan”lıktan ayrı tutmamıştık ancak arka arkaya yayımladığı Just Kids ve Woolgathering onu başlı başına bir yazar yapmaya yetiyor. Daha geleneksel, biyografik bir anlatı biçimiyle yazdığı Just Kids’in büyüsüne kapılan bazı okuyucular, nüfuz etmesi zor olan üslubu nedeniyle Woolgathering’i bir çırpıda “fazla şiirsel” diye tanımlayıp yaftalama yollu savunma mekanizmalarını kullandılar. Bana kalırsa Woolgathering olay anlatımını ve “ille de gerçeklik” duygusunu elinin tersiyle bir yana iterken esaslı bir yazarın yazıyla gerçekleştirdiği deneye işaret ediyor. Bu deney nasıl mı sonuçlanıyor? Tam da kitabın adı olan “woolgathering” eyleminin gerçekleşmesiyle. İngilizcede çayırlarda otlayan koyunların dikenli çalılara takılan yünlerini toplayan çoban anlamına gelen bu eylem, yazar Smith’in anılardan rüyalar, rüyalardan hakikat kırıntıları toparlamaya çalışırken kurduğu anlatı diline zerafetle eşlik ediyor.

Smith “woolgathering” eylemine bir anlam daha ekleyerek onu “hayalperestler” olarak da kullanıyor, nitekim kitap Türkçeye “Hayalperestler” adıyla çevrildi. Bugünden çocukluğa bakarken zihinde oluşan imgeler sadece birer anı olmaktan çok, gerçekle hayal arasında dikenli tellere takılan düşünceler bu kitapta. En iyisi bunu yazarın kendi sözleriyle ifade etmek: “Görevim, bir tutam yün gibi uçuşan düşünceleri rüzgârın pençesinden kurtarmaktı.” Çocukken erkek ve kız kardeşle çayırda yapılan yürüyüşler, çoraplara sıkıştırılan misketler, banyodan sonra annenin taradığı saçlar, yatmadan önce Tanrı’ya gönderilen selamlar, hiç unutulmayan balık yemi satan adam, ormandaki o kulübe, yeni doğan kız kardeşin hayata ilk gülümseyişi, hayat boyu yoğurduğunuz hamurunuzu oluşturan ailenizin büyük kadınları… Bir yandan bu anlar ve imgeler yazılırken demlenen çaylar, modern müziğe ve resme dair düşünceler 45 yaşındaki Smith’in dilinden dökülenler.

Just Kids’te nasıl tanıştıklarına ve aralarında yaşananlara şahit olduğumuz sevgili kovboyu Sam Shepard’a da ayrı bir bölüm ithaf etmiş Smith. Belli ki imgelemini şekillendiren Amerikan doğasının özüne sadık bir ruh kardeşi olarak görüyor onu. Amerikan yerlileriyle kovboyların düşman olmadığı bir doğada doğup maço türkülerle uyutulan Shepard’ı emeğin doğasına kafa yoran, iyi niyetle yüklü, cennetten düşmüş bir kovboy olarak anlatıyor bize. Shepard’ın Cowboys, The Curse of the Starving Class, True West gibi oyunlarını düşününce şimdiye kadar onunla ilgili zihnimizde şekillenen kovboy-ozan imgesi, Smith’in bakış açısıyla perçinleniyor.

Son olarak Smith’in taze albümü Banga’dan bahsetmeden olmaz. Tıpkı kitaplarında yaptığı gibi yine “insan deneyimi”ni dillendirmeye çalışıyor kaosun ve güzelliğin birleştiği en etkili şarkı sözleri ve melodilerle. Tıpkı kitaplarında olduğu gibi ruh kardeşlerine ve başlıca kaygısı olan insan deneyimini üzerinden anlatabileceği insanlara, Amerigo Vespucci’den Amy Winehouse’a, Johnny Depp’ten depreme uyanan Japonlar gibilerine şarkılarını ve ruhunu ithaf ediyor. Bonus şarkı “Just Kids” için ise fazla söze gerek yok: bu bir şiir değil, çocukluktan büyümeye uzanan dikenli çalılar ve onlara takılan yünler nasıl anlatılırsa öyle bir anlatı işte. Hem müzik, hem şiir, hem rüya, hem felsefe… Adını koymayın, öyle kalsın.


6 Haziran 2012 Çarşamba

XOXO The Mag, June 2012 Hakan Bıçakcı röportaj


SAMİMİ KALABALIKTAN UZAKTA


Yaklaşık 10 yıldır yazıyor ve yazabilmek için ne uğurlu kalemlere ne ilham perilerine, ne de güneye yerleşip sebze yetiştirmeye ihtiyacı var. Kelimeleriyle yarattığı film şeritlerinde kendi persona’nızın altında ezilen hakikat parçalarıyla karşılaşabilirsiniz.Yazar Hakan Bıçakcı’yla yazıda ve yaşamda belirsizlikten doğan kurguları konuştuk.

Salinger’ın Çavdar Tarlasında Çocuklar’ının kahramanı Holden sevdiği bir kitabın yazarıyla telefonda sohbet etmek istediğini söyler. Senin telefonda konuşmak istediğin yazarlar var mı?
Çok beğendiğim zaman konuşmaktan korkacak bir noktaya geliyorum sanki. Zaten genelde geç kalınmış oluyor. İlk olarak lisede Kafka’yı, Sartre’ları, Camus’ları okuduğumda hiçbiri hayatta değildi. Oradan gelen bir refleks olabilir. Kabullenilmiş çaresizlik refleksi.
Bazen yazarları tanımak o yazarın kitaplarıyla arana da girebiliyor.
Tabii, o da var. Yazarlık çok başka, çok soyut bir alan. Yazar çok acayip bir dünya kuruyor ama kendisi de öyle bir dünyanın içinde yaşıyor olmak zorunda değil. Genelde öyle bir iluzyona kapılıyoruz. Halbuki yarattıkları dünyaya uzak açıdan bakan yazarlara ben daha çok saygı duyuyorum.
Sait Faik gibi “Yazmasam delirecektim”güdüsüyle mi yazmaya karar verdin peki?
Yazar olma hayalim hiç olmamıştı. Üniversite çağında kendi kendime karaladığım öyküler vardı sadece. Sonra onların arasında garip bir bağlantı olduğunu hissettim. Birleşince bir romana benziyorlardı. Onların bazılarını birleştirip bazılarını atarak bir roman dosyası haline getirdim ve şansımı denedim. Ama gerçekten “Alın işte roman görün” iddiasıyla değil, yönlendirilmek için. Sonra iş ciddiye bindi. İlk romanı deneme yanılma dünyasında, bir hayal aleminde sürüklenerek yazmıştım. Belki de yayımlanmaz diyerek. O da garip bir rahatlık aslında, bazen işe yarayan bir şey. Günümüzde daha çok “Yazdıklarım basılmazsa deli olacaktım” gibi bir güdü var çünkü.
Meselen bugün ve belli bir nesil gibi. Karanlık Oda adlı romanında karakterin alışveriş merkezinin en üst katından her yere kusmak istediği ve Maslak minibüsünde giderken yaptığı gözlemlerin olduğu bölümler bütün öykü ve romanlarının meselelerini de özetliyor.
Bu çağın yaratabileceği, benim içimde yaşadığım dünya nasıl bir insan ortaya çıkarabilir ya da nasıl o insanın posasını çıkarıp atabilir sorusuna odaklandığım için çizdiğim karakterde benden çok izler yok ama onun içinde yaşadığı dünya benim içinde yaşadığım dünya. Bu dünyaya ben bir şekilde direniyorum, kendimi korumaya çalışıyorum ama korumayan birine neler yapabilir gibi bir bakış açım var. Bu arada tespitçilik yapma kolaycılığına düşme tehlikesi olduğu için alışveriş merkeziyle ilgili yerler en korkarak, en otuz kere çıkarsam mı diye düşünerek yazdığım bölümlerdi. “Bakın, tüketim toplumunu eleştiriyorum!” demek istemedim ama karakterin de “Biliyorum, bunu herkes eleştiriyor” şeklinde bir çırpınışı olduğu için bu kaygım azalıyor.
Karanlık Oda’dan devam edelim. Gündelik hayatımızda maruz kaldığımız korkunç müziklerden bahsediyorsun. Bu bizim cehennemimiz mi?
Hepimizin aynı kalıba sokulduğu bir ortama karşı tepkinin sadece vitrinindeki bir şey müzik ama her türlü davranışımıza yansıyor. Toplumun geneli bir tür zihin kontrolünde, toplu hipnozda mutlu bir şekilde yansıyor ama dışarıdan bakan birtakım insanları da bu durum huzursuz ediyor. Roman karakterim de öyle bir kişi. “Bakın ben bu grupları dinliyorum” der gibi gözükmemek için genelde müzik gruplarının isimlerini vermekten kaçınıyorum ama Karanlık Oda’da tersini yaptım çünkü Ortadoğu’nun neredeyse göbeğinde bir üçüncü dünya ülkesinde yaşayan birinin belli İngiliz gruplarına tuhaf bir iştahla tutulmasını ben aslında rahatsız edici bir şey olarak yazmak istedim. Roman kahramanı kendini saran o popüler müziklerin içinde “alternatif” müziğe sarıldıkça bir anlamda çirkinleşiyor çünkü “alternatif” lafı da sistemin bir dayatması. Karakter alışveriş merkezinin kapalı devre müzik yayını dükkanlara girince yavaş yavaş küçülerek üstüne kapanan karanlık bir odada kalıyor ve bundan kaçmak için kendi müziklerine tutunuyor ama kendi içinde klişeleri olan bu alternatif müzikleri dinleyip kurtulduğunu hissetmek de sistemin bir tuzağı.
Gelelim senin sinemasal diline. Görsellik senin için bir hassasiyet meselesi mi?
Çok bilinçli olarak sağlamaya çalıştığım bir şey. Genelde bir fikirden yola çıkıp o fikrin görsel karşılığını arıyorum. O fikri doğrudan tarif edersem kağıt mürekkep israfına girer gibime geliyor. Fikre başka bir yerden bakmaya çalışmak bende görsel bir refleksle oluşuyor çünkü sadece okuduklarımdan değil, en az o kadar izlediklerimden de etkileniyorum. Eski Türkçeye meraklı olduğum halde çok fazla süslü, fazla “enteresan” kelimeler kullanmaktan da bu yüzden kaçınıyorum çünkü o tarif etmeye çalıştığım görsel dünyanın şeffaflığından sıyrılıp kelimelerin karşımızda duracağını hissediyorum.
Yusuf Atılgan ve Vüs’at O. Bener’in kesik kesik, sadece eylemi aktaran cümlelerini hatırladım yazdıklarını okurken.
Kendime yakın bulduğum yazarlar zaten.
Görselliğini besleyen kaynakta bizim neslin kanonunu oluşturan filmlerden izler gördüm. Karanlık Oda’daki fotoğrafçı karakterin boş bir havuzda hayati bir görüşme yapması ve orayı fotoğraf sergisi için mekan seçmesi bana ister istemez David Lynch’in tekinsizliğini hatırlattı.
Kara mizah ve mafyatik durumlar. David Lynch en sevdiğim ve etkilendiğim yönetmenlerden bir tanesi. Roman Polanski, Chan-Wook Park, Takashi Miike de öyle.
Bu bahsettiğin yönetmenlerin tekinsizlik konusunda ortak bir dilleri var. Sen korkuyla kaygı arasında net bir ayrım yapıyorsun. Bu yönetmenlerin filmlerinde de senin yazdıklarında da tekinsizliği yaratan korku değil kaygı sanki ve bunu çok iyi başarıyorsunuz.
Korku değil kaygı yazacağım diye net bir ayrımla başlamadım yazmaya. Son zamanlarda bunun korku değil kaygı olduğunu fark ettim. Korku dediğimiz şeyin adı çok konmuş, nesnesi belli. Bundan korkulur denir ve çözümü de bellidir. Ama kaygı öyle bir şey değil, nesnesi olmayan bir durum. İnsan beyni mantık hastalığına tutulduğu ve kendini tutarlılık rolü oynama zorunluluğunda hissettiği için kaygıya katlanamıyor. Hemen ona bir korku nesnesi uydurup, tedirginliğin oradan kaynaklandığını düşünüp ondan kurtulma, bir tür hayatta kalma içgüdüsü duyuyor. Günümüzde kaygı o kadar bulaşıcı ve soyut bir şey ki bir ihaleyi kaybetme kaygısı bile atalarımızdan gelen bir miras, ölme korkusu. Kaybedince ölecekmişiz gibi. Halbuki birini kaybedersen başka bir iş gelecek. O ferahlık yok. İnsanlar kendi kendilerine kurdukları hapishanenin gönüllü tutsakları. Bu hapishane kaygıyla işliyor, o görünmez duvarları kaygıyla örülmüş sanki ve insanlar onun içinde yaşıyorlar. Sorarsan da mutlu yaşıyorlar. Fantastik dediğimiz şeyde de hep belirsizlikten besleniyorum. Ejderhalı bir evren bana fantastik gelmiyor çünkü başka bir paralel evrende kodlanmış gerçekçi bir hikayeden bahsediyoruz aslında. Beynin arada kalması, bir şey var mı yok mu sorusunun cevabının belirsizliği, eşittir kaygı. İşte benim içinde yüzdüğüm sular.
İlham perisinin insanları yazmaktan soğutmak için uydurulmuş bir şey olduğunu düşünüyorsun. Seni yazmaktan soğutan şeyler nedir?
Karşılık bulmamak, okurun gittikçe azalmasını hissetmek olabilir. Sonuçta okunması için, öyle bir içgüdüyle yazıyorsun. “Ben kendim için yazıyorum” demek büyük bir yalan. O zaman yazdıklarını bastırmazsın. Haberleri izlediğimde, dünyadaki gidişatı gördüğümde de çok anlamsız buluyorum yazmayı ama o da benim yapmaya çalıştığım şeyle tuhaf bir ilişki içinde. Zaten anlamsızlıktan beslendiği için o anlamsızlık beni yıpratırken yazdıklarıma bir katkıda bulunuyor olabilir.
Anlaşılma kaygın var mı? Nasıl bir okuyucu kitlesi tahayyül ediyorsun?
Bu sorunun cevabı çok zor. Aslında acayip bir paradoks var. Anlaşılsın kaygısı benim anlatmaya çalıştığım şeyi zedeliyor. Netleşsin dediğin anda benim deminden beri anlatmaya çalıştığım belirsizlikten beslenen o kaygı atmosferi ölüyor. Şöyle bir kaygım var: bu işin meraklısı sevsin, onlar nefret etmesin ama çoğunluk sevmesin. Bu zaten kitap kapaklarına bile yansıyor. Oldukça itici, beni alma diye bağıran, aşırı minimal kapaklar. İsimleri hiç öyle davetkar değil. Kitaplarım daha çok yayılsın, her eve girsin, herkes bayılsın diye bir duygum hiç yok.
“Samimiyet fetişizmi” diye bir tabir kullandığını duymuştum.
Son dönemlerde her müzik albümü çıkarana, her kitap yazana bu işi niye yaptığı sorulunca “samimiyetten” diyor. Sanki bir damga var, eser geliyor “Samimi mi?” diye sorup damgayı basıyorsun geçiyor ya da geçmiyor. İnsanlar samimiyetin kolaylıkla ölçülebileceğini zannediyor ama ölçülemeyecek bir şey. Ben bir sanat eserine baktığımda iyi mi kötü mü olduğunu düşünürüm. Karakterlerim de samimi değil. Kolay kolay özdeşim kurulamıyor onlarla. Yeri gelince yalan söylüyorlar. Öyle bir tekinsiz dünyanın peşindeyim. Samimiyet, özdeşim hevesimi kıran şeyler. Karakterler sıcacık duygular, sıcacık birlikteliklerle mutlu yarınlara doğru ele ele koşup gitmesinler.