Anadolu-Türk folklorunun çeşitli
türlerinde, gerek Şaman kültüre gerekse İslamiyet dönemine ait anlatılarda geyik
sıradan bir av hayvanı olmasının ötesinde kutsal bir hayvan olarak kabul
edilmiştir ve bu kabul üzerinden geyiklerle ilgili çeşitli anlatılar
oluşmuştur. Bu inanç motifi Türkçe edebiyatın modern metinlerinde de karşımıza
çıkmaktadır. Örneğin Murathan Mungan’ın 1992’de yayımlanan ve defalarca
sahnelenen Geyikler ve Lanetler adlı
oyunu, folklorik gelenekten beslenerek hamile bir geyiğin avlanması sonucu
saçtığı lanete odaklanan bir metindir. Bu yazıya konu olan Yusuf Bulut’un
yazdığı “Livera Geyikleri” adlı öykü de avlanması sonucunda lanetlere vesile
olan geyik hikâyesi kalıbının tekrarlandığı ancak bu kalıba efsanenin işlevi
bağlamında yeni bir temanın eklendiği modern bir anlatı örneğidir.
Öncelikle bu hikâyeyi aktaralım.
Bugünkü ismi Yazlık olan Trabzon’un Livera adlı Rum köyünde 1900 yılının Noel
yortusu gecesi, yeni bir yüzyıla giriş ve Hz. İsa’nın öğretisinin 20. yüzyıla
ulaşması nedeniyle kilisede ayinle kutlanmaktadır. O günlerde köye biri dişi,
diğeri erkek olmak üzere iki geyik dadanır. Geyikler insandan kaçmaya meyilli,
yabani özelliklere sahip hayvanlar olarak bilindikleri hâlde bu iki geyik köy
halkından hiç çekinmez, insanların onları sevmelerine dahi izin verirler. İlgi
çekici olan, ayinin yapıldığı sırada kilisenin önüne gelirler ve ayin bitene
kadar adeta insan gibi ayini dinlerler. Dişi olanın başını erkek olanın boynuna
doğru uzatıp uysal bir görünümde ayini dinler gibi durması özellikle
vurgulanır. Geyikleri kutsal olarak algılayan köy halkı, aynı gece geyiklerden
dişi olanın öldürüldüğü haberini alır. Köyün rahibi Hrisantos, ahalinin ileri
gelenlerini çağırıp dişi geyiğin katilinin bir an önce bulunması gerektiğini,
değilse başlarına büyük felaketler geleceğini söyler. Çünkü dişi geyiğin Meryem
Ana’nın yirminci yüzyıla girerken dünyada oluşan bir gölgesi olabileceğini
savunur. Geyiğin insanlardan korkmayıp özellikle Noel yortusunda ayin bitene
kadar kilisenin önünde beklemesini bu şekilde açıklamaktadır. Ne var ki bir yıl
boyunca dişi geyiğin katili bulunamaz. Erkek geyik arada sırada köye gelip
inleyerek dolaşırken, insanlar onun dişisini aradığı yorumunda bulunurlar,
sonraları geyik ortadan kaybolduğunda ise onun İsa’nın yanına uçtuğuna
inananlar olur.
Aradan yıllar geçtikten sonra
Birinci Dünya Savaşı patlak verir ve köylülerin ilk getirdiği yorum, dişi
geyiğin öldürülmesinin ve katilinin bulunamamasının yol açtığı lanetin ilk
ayağının savaş olduğudur. Savaşla birlikte köyün başına, yoksulluk, yıllardan
beri varlığını sürdüren Gülbahar Hatun vakfına yolların tehlikeli olması
nedeniyle yardımda bulunamamak gibi felaketler gelir. Ama en büyük felaket 1923
yılında baş gösterir. Muhtar köy halkını toplayarak yanlarına taşıyabileceklerinden
fazla hiçbir eşya almamak suretiyle köylerini terk edip Yunanistan’a
sürüldüklerini açıklar. Artık yüzyıllardır yaşadıkları topraklardan ayrılmak
zorundadırlar. (Bulut, Yusuf. “Livera Geyikleri”. 30 Kasım 2011,
http://www.yusufbulut.com/index.php/efs/11-livera,
Erişim tarihi: 6 Nisan 2013)
Bu anlatı öykü türünde bir edebiyat
metnidir ve bu metnin sosyal, kültürel antropolojik bir işlevi vardır: Tarihte
yaşanmış bir olayın toplumsal bellekteki yansıması, bu belleği canlı tutmak,
hatırlatmak, Anadolu’da Türk dışında bir millet olmaya, göç ve mübadeleye,
göçün yarattığı travmaya, vatan kavramına dair bir meseleyi dile getirmek.
Öykünün ikincil önemde sayılabilecek bir işlevi de bugün Yazlık adını taşıyan
yöreye kültürel bir değer atfetmektir. İnsanın varoluşsal düzlemde kimlik
sahibi olmaya duyduğu ihtiyaç gibi, bir yörede yaşayan bir toplumun da üzerinde
yaşadıkları topraklar üzerinden toplumsal bir kimlik inşa etmeye duydukları
ihtiyaçtır burada söz konusu olan. Bugün Yazlık köyünde “Livera”dan göç etmek
zorunda bırakılmış Rum halkı yaşamıyor olsa da bugünün yerlilerinin yaşadıkları
coğrafyaya kültürel bir değer atfetme ihtiyacının duyulduğu söylenebilir. Yazlık
köyünü ziyarete gelenlere bu öykünün anlatılması ya da yöreyi tanıtan bir
broşürde bu öykünün yer alması gibi “turistik” denebilecek bir motivasyondan
dahi söz edilebilir. Sonuç olarak bu anlatının, kuramsal anlamda bildiğimiz,
sözlü gelenek içinde oluşan efsaneye karşılık gelmediğini söylemeliyiz. Öyküde
geçen muhtar ve rahip gerçekte yaşamış kişiler ve en önemlisi mübadele tarihsel
bir gerçeklik olduğu hâlde bu anlatıyı mübadele gerçeğini toplumsal bellekte
devam ettirmek üzere bugün yazılmış kurmaca bir metin olarak
değerlendirmeliyiz. Bu öykünün mevzubahis işlevini yerine getirmek için de
efsanenin olanaklarından yararlandığını söylemek gerekir. O halde burada
sorulacak soru efsanenin temel işlevlerini hatırlayarak, bu öyküde nasıl
fonksiyonlara karşılık geldiği olacaktır.
Bu noktada efsane ile ilgili bilimsel tanımlara ve
efsanenin işlevini ifade eden açıklamalara başvurmaya ihtiyaç vardır. Prof. Dr.
Şükrü Elçin efsaneleri, “insanoğlunun tarih sahnesinde göründüğü ilk
devirlerden itibaren ayrı coğrafya, muhit veya kavimler arasında doğup gelişen,
zamanla inanç, adet, anane ve merâsimlerin teşekküllerinde az çok rolü olan bir
çeşit masallar vardır” (314) sözleriyle tanımlar ve sözlü gelenekte yaşayan bu
anonim masalların efsane ya da mit olarak olarak adlandırıldığını (314)
belirtir. Yusuf Bulut’un “Livera Geyikleri” adlı öyküsünde efsanenin “inanç”
boyutundan büyük ölçüde yararlandığını görürüz. Anadolu folklor geleneğinde
hali hazırda bulunan geyiklerin kutsal olduğuna ve onlar katledildiğine lanete
yol açacaklarına dair inanç öyküde mübadeleyle gelen lanet bağlamında başlıca
tema olduğu gibi, dişi geyiğin Meryem Ana ile özdeşleştirilmesi de başka bir
inancı ortaya koyar. Öte yandan bu öykünün tarihte yaşanmış bir olayın bir halk
ya da halklar üzerindeki (Rumlar ve Türkler olmak üzere) travmatik etkisinin
toplumsal bellekteki uzantısını gösteren bir yapısının olduğu açıktır. Keza
öykünün sonunda belirli bir coğrafyada yaşayan iki farklı halkın ortak
coğrafyaları üzerinden maruz kaldıkları “aidiyet sorunsalı” söz konusudur ve bu
aidiyet duygusunu sağlayacak olan yine inançtır:
Bu efsane kaleme alındığında, eski Liveralılar çoktan
gitmiş yerlerine yenileri gelmişti. Olayın üzerinden 87 sene geçmiş. Geyiklerin
Livera üzerindeki laneti halen devam ediyor.
Livera, ne gidene yar oldu ne de gelenlere…
Yine de efsaneye inat, hem gidenler hem de yeni gelenler büyük bir aşkla
seviyor yaylalarını, dağlarını, ormanlarını, yazını, kışını ve baharını…
Hem eski gidenler hem de yeni gelenler, gurbet elde bir “Trabzon” sözcüğü
duymaya görsün yanar da tutuşurlar. Hele de bir yerde karşılaşsalar, o anda
memleketi oraya taşırlar…(Ek 1)
Pertev Naili Boratav’ın 100 Soruda Türk Halk Edebiyatı adlı kitabında “efsaneler halkın
çaresizliklerini, umutlarını, özlemlerini, dünya görüşlerini bütün öteki halk
edebiyatı türlerinden daha keskin belirtirler; çünkü inanış konusudurlar” deyişi
(107) tam da geçmişte ve bugünde yaşayan Livera-Yazlık halkının yaşadıkları
coğrafya üzerinden gelişen toplumsal travmalarını anlamlandırmanın, bir bakıma
ehlileştirmenin bir yolu olarak “geyik efsanesine” inanmak istemelerini açıklar.
Bu öyküde efsanenin temel işlevlerinden nasıl yararlanıldığına
bir ölçüde değindikten sonra, yararlanılan “geyik efsanesi”nin Anadolu
folklorundaki çeşitlemelerine ve bu öykü için bu motifin nasıl kullanıldığına
bakalım. Zekeriya Karadavut ile Ünsal Yılmaz Yeşildal, “Anadolu-Türk
Folklorunda Geyik” adlı makalelerinde geyik ile ilgili efsaneleri yedi türe
ayırırlar. (103-111) “Livera Geyikleri” öyküsünde geyiğin kullanımının bu
türlerden büyük çoğunluğuna denk geldiği görülmektedir. İlkel insanlara göre
hayvanlarda olup insanlarda olmayan, yön bulma, güçlü sezgi, çeviklik, fiziksel
güç onların hayvanlardan hem korkup hem de onları yüceltmelerine neden
olmuştur. Hayvanları yüceltme onları tanrısallaştırma mertebesine ulaşmış ve
türeyiş efsanelerine yol açmıştır. Nitekim Göktürklerin ve Uygurların kurttan
türeyiş efsaneleri olduğu gibi geyikten türeyiş efsaneleri de mevcuttur. Cengiz
Aytmatov’un Beyaz Gemi adlı romanına
konu olan Kırgızların soy başlangıcına dair “Boynuzlu Maral Ana” efsanesinde de
bu motif tekrarlanır. “Livera Geyikleri”ndeki İsa’nın 20. yüzyıldaki doğumunun
kutlanışını seyreden dişi geyik, rahip Hrisantos tarafından Meryem Ana ile
özdeşleştirilirken Hıristiyan âleminin annesi olduğu için türeyiş motifini
doğrudan akla getirir.
Karadavut ile Yeşildal’ın sınıflandırılmasında geyiğin bir
av hayvanı olarak folklorde nasıl işlendiği de aktarılır. Geyik av hayvanları
içinde çok hızlı koşması, çok iyi yön bulması gibi çeşitli nedenlerle avlanması
en zor ve zorluğu derecesiyle en değer gören hayvandır. Öte yandan da Karadavut
ile Yeşildal’ın Bonnefoy’dan aktardığına göre, “Türk insanının düşüncesinde kutsal
ve iyilik getiren bir hayvan olarak kabul edilen geyiğin avlanmasının
çoğu zaman uğursuzluk getireceğine inanılmaktadır. Çünkü
geyik vahşi bir hayvandır. İlkel insanın zihninde evcil hayvanlar insanlar
topluluğuna aitken, vahşi hayvanlar tanrılar topluluğuna aittir.” (105) “Livera
Geyikleri”nde erkek olanın değil de Meryem Ana’yla özdeşleştirilerek tanrısal
bir mertebeye sahip kabul edilen dişi geyiğin avlanması halkı yurdundan etmek
gibi en büyük laneti getirdiği gibi, berekete de zeval getirerek köyde
yoksulluğa, kıtlığa sebep olur. Kaldı ki halkına mübadeleye zorlandıklarını
açıklayan muhtarın onlara “Bundan böyle ne siz Liveralısınız ne de ben
Muhtarınız” deyişi, bir halkın türeyişinin kaynağı olan, bu öykünün özelinde
Hıristiyan bir halkın annesinin katledilişinin getirdiği lanetle halkın soyunun
tükenişine de işaret eder.
Geyikler, Karadavut ile Yeşildal’ın sınıflandırılmasında
şekil değiştirme unsuru olarak da karşımıza çıkarlar. Gerek Şaman gerekse İslam
kültüründe kutsal görülen kişiler geyik biçimine girerler. Budizm inancında da benzer
bir motif tekrarlanır. Örneğin Buda ile ilgili anlatılardan birinde, “Dantipala
adlı geyik avlamayı seven bir beyin, geyik şeklinde doğan Buda’yı öldürmesinin sonucunda
cehennemin içinden çıkan alevlerin içinde kalarak ölmesi konu edilir.”
(Ruben’den aktaran Karadavut, Yeşildal 108) “Livera Geyikleri” Anadolu-Türk
folklorunda kullanılan bu temaya Şamanizm, İslamiyet, Budizm dinlerine ek
olarak Hıristiyanlık üzerinden de bir boyut getirmektedir. Anadolu’ya ait
efsanevi bir motif olarak geyik bu coğrafyada bulunan başka bir din pratiği
içinde de karşımıza çıkmakta ve aynı coğrafyada yaşayan farklı etnik halkların
kolektif bir efsane havuzundan yararlandığını/yararlanabileceğini göstermektedir.
Başta Yörükler olmak üzere Anadolu’nun çeşitli halkları
geyiği bolluk ve bereket bağlamında uğurlu saymaktadır, geyik boynuzları
evlerde nazar boncuğuna benzer biçimde uğur getireceğine inanılarak duvarlara
asılır. “Livera Geyikleri”nde ölüsü bulunan geyiğin boynuzlarının özenle
saklanması da köy halkının başlarına bir felaket geleceği korkusunu
taşıdıklarının göstergesidir.
Yazının başında Yusuf Bulut’un edebî anlatısının tarihte
yaşanmış bir olayı günümüze yansıtmak ve bu olayın sonuçları üzerinden kolektif
bir bilinç, bellek devamı yaratmak gibi bir niyetinin olduğunu söylemiştik. “Livera
Geyikleri” mübadele konusundaki tarih bilincini vurgulamaya çalışırken Anadolu
folklorunda mevcut olan geyik efsanelerinin çeşitlerinden olabildiğince
kapsamlı bir şekilde yararlanmıştır. Karadavut ve Yeşildal’ın Anadolu
folklorunda geyiğin kullanılışını yedi türe ayırdığını hatırlarsak, bu
hikâyedeki geyik kutsallık, türeyiş, annelik-bereket, nadide bir av hayvanı,
şekil değiştirme, boynuzlarının uğurlu nesne olarak kullanılması motifleri
açısından yedi türe birden karşılık gelir. Sonuç olarak Pertev Naili Boratav’ın
100 Soruda Türk Halk Edebiyatı isimli
kitabında sunduğu efsane türleri ayrımını düşünecek olursak “tarihlik efsane” (100)
tanımına girebilecek günümüzde yaratılması ve yazıya dökülmesi nedeniyle
‘modern’ olan bu öykü, efsane geleneğinden yararlanarak geyik konulu efsanelere
Hıristiyanlık ve mübadele meselesi üzerinden yeni bir tema katmaktadır.
KAYNAKÇA
Boratav,
Prof. Dr. Pertev Naili, (2000). 100
Soruda Türk Halk Edebiyatı. İstanbul: Gerçek Yayınevi.
Elçin,
Prof. Dr. Şükrü, (1993). Halk Edebiyatına
Giriş. Ankara: AkçağYayınları.
Karadavut Zekeriya, Yeşildal Ünsal Yılmaz,
(2007). “Anadolu-Türk Folklorunda Geyik”, Millî
Folklor, (76).
Ek 1
Ek 1
Livera Geyikleri Efsanesi
Efsane daha iyi anlaşılsın diye öncelikle, Livera’nın geçmişi hakkında kısa
bir ön bilgi vermek isterim. O günlerde de Trabzon Maçka’sının yanı başında
büyük ve kalabalık bir köy idi. Maçka ise onun kucağında oturan bir yavru
gibiydi. O günün Liveralılarına sorarsanız Osmanlı ülkesinde “Osmanlılığın”
şeref ve itibarı kendilerinden sorulurdu. “Neden?” diye soracak olursanız;
Osmanlının ulu Padişahlarından biri olan Yavuz Sultan Selim Han hazretlerinin
annesi, Gülbahar Hatun Hanım Sultan bir Livera kızıydı. Hanım Sultan olduktan
sonra Trabzon ve çevresi halkına çok hizmetlerde bulundu. Halen de kabul
görüyor ama o günlerde hem Müslüman hem de Hıristiyan ahali ona mistik bir
saygı duyardı. Kurduğu “Gülbahar Hatun Vakfı” aracılığı ile Trabzon’a pek çok
hizmetler sundu, geleni geçeni yedirdi doyurdu. Sağlığında bile halkın gözünde
bir efsaneye, bir evliyaya dönüştü. Pek çoğunun fakında olmadığı bir şey daha
vardı; Onun bir Livera kızı olması nedeniyle köyünün halkı emrinde ve
hizmetindeydi. Livera yaylalarında üretilen yağ ve peynir Trabzon’a, vakfın
mutfağına gönderiliyordu.
Hanım Sultan, her iki din’e mensup ahali tarafından dahi kendilerinden biri
olarak kabul görüyordu. Hem kilise hem de Cami cemaatinin saygısına mazhar
oldu.
Yüzyıllar boyunca, Hanım Sultanın Evliyalığı Trabzonlular için bir moral, ama
özellikle eski Liveralılar için, gurur kaynağı olmaya devam etti.
1900 senesinin yılbaşısı Hıristiyan dünyasında olduğu kadar Livera’da da
mümkün mertebe amacına uygun şekilde kutlandı. Ne de olsa yeni bir asrın başlangıcı
ve İsa öğretisinin 20. yüzyıla ulaşması hafife alınacak bir iş değildi.
Gündüz kar yağmış ve Sumaa dağından aşağı sarkarak Sultan Murat suyu hizasına
kadar her yeri beyazlatmıştı. Şimdi kar yağışı durdu artık, ama hafif bir soğuk
rüzgâr kendisini hissettiriyor. Batıda yani güneşin battığı tarafta bulunan
Karakaban iki aydan beri kar altındaydı. Onun beyazlığı dev bir fener gibi
aydınlığını vadi boyunca yayıyordu.
Agios Georgios kilisesi o kadar kalabalık oldu ki, kubbesinden iğne atılsa
yere düşmezdi. Asma katlar yan odalar dolup taştı. Dışarıda kalanlar bile oldu.
Metropolit Hrisantos kilisenin önündeki makam evini açtı, kiliseye sığmayanlar
oraya girdi. Gece geç saatlere kadar papazlar vaaz verdi. Vaaz aralarında ilahiler
okundu. Yeni gelen yüzyılın Hıristiyanlık âlemine ve özellikle Osmanlı
ülkesine, sonra da Liveraya bereket, zenginlik ve huzur getirmesi için dualar
edildi.
Bir süreden beri, geceleri nerede yaşadıkları bilinmeyen iki geyik geliyordu
köye. Köy içinde dolaşıyor sonra fındık bahçelerine giriyor otluyorlardı.
Korkutacak bir hareket yapılmazsa insanlardan kaçmıyor sevilmelerine de izin
veriyorlardı. İlginçtir özellikle ayinler sırasında kilisenin avlusuna girer
çan kulesinin dibinde bekleyip dururlardı. O gece de öyle yaptılar. Geldiler,
çan kulesinin altına sığındılar. Hem geviş getiriyor hem de sanki vaaz yahut
ilahi dinliyorlardı. Bir ara boynuzlu olanı başını yukarı kaldırmış, Lagana
tarafından esen rüzgârı kokluyordu. Boynuzsuz olanı başını erkeğinin boğazının
altına doğru uzatmış öylece hiç kımıldamadan duruyordu. Birisi görse, kilisede
yapılan ibadeti izliyor veya dinliyorlar sanabilirdi. Gece geç saatlere kadar
çan kulesinin altında beklediler. Liveralılar içeride onlar dışarıda yeni
yüzyılı karşılamak için ibadet etti.
Kilisenin dış kapısı açıldı, kandil ışıkları avluyu ve ardından çan kulesini
aydınlattı. O anda geyikler ağır hareketlerle geriye döndü, yine o tembellikle
selvi ağaçlarının arasından yürüyerek uzaklaşmaya başladı. Kapıdan çıkan iki
delikanlı peşlerinden koştu ama onlar koşunca geyikler de hızlandı,
yetişemeyeceklerini anlayınca durdular.
Kiliseden çıkan, sözü sohbeti dinlenen bazı adamlar evlerine giderken,
geyiklerin kerametinden söz etti yol arkadaşlarına. Dinleyenler de; “bu işte
bir hal bir keramet var” diyordu. Ğorğor Şalvaridis küçük Livera
mahallesinde otururdu. Üç ay önce muhtar seçilmişti. Henüz yeni muhtardı ve
herkese nasip olmayan bu yeni asrın ilk gecesini köyün muhtarı olarak büyük
kilisede karşılamak istedi. Oysa 24 yıl boyunca sürecek olan muhtarlığını ve
halkının Liverada yaşayacağı zamanın son çeyrek yüzyılına girildiğini bilmesi
düşünülemezdi elbet.
Gecenin yarısı çoktan geride kaldı. Bazı yerleri taş döşeli patika
yollardan, herkes evine doğru yürüyordu. Şalvaridis ve arkadaşları iki mahalle
arasındaki sırtı aşmış artık küçük Livera tarafına dönmüşlerdi. Bulutlar
arasından arada bir kendisini gösteren ay, diğer yandan dağlardaki karın
parlaklığı önlerini görmelerine yetiyordu. Mahallenin girişindeki çam ağaçları
arasından akan ırmağın ala karanlık yolu boyunca yürüyorlar. Artık yol pek de
seçilemez hale geldi, daha yavaş ve dikkatli yürümeleri gerekiyordu. Irmaktan
akan suyun çağlama sesi olabildiğince çok çıkıyordu. Suyu geçtiler, ağaçlar
arasından da çıktılar, Lazaridis’in evi göründü. Nereden geldiği belli olmayan
bir silah sesi geceyi ikiye böldü sanki. Ses Verizena kayalıklarında
yankılanarak Kudula vadisine doğru aktı gitti. “Durun!” dedi muhtar. Der demez
o anda her yer zifiri karanlığa büründü. Birbirlerini göremediler. “Olacak iş
değil” diye bir ses duyuldu karanlığın içinden, hepsi şaşkındı. “Silah sesinin
nerden geldiğini anlayabildiniz mi?” diye sordu birisi. Kimse cevap
veremedi. Muhtar belinden silahı çıkardı, biraz bekledi. Sonra elini havaya
kaldırdı, gecenin karanlığına doğru tetiği çekti. Onun sesi de karşı yamaçlarda
yankılandı ve yankı kayarak vadi boyunca aktı gitti. Nefeslerini tutup bir
cevap verilir mi diye nafile beklediler. “Gecenin bu saatinde karanlığa sıkılan
kurşunların hayra alamet olmadığını düşünüyorum” dedi birisi. Herkesin içinde
nedeni belirsiz bir endişe, bir kuşku olduğu halde evlerine doğru tekrar
yürümeye başladılar.
Muhtar Şalvaroğlu Ğorğor elindeki tahta kürekle sabaha karşı bastıran karın
avludaki birikintisini temizliyordu. Filikoğlu Astemi iki mahalleyi ayıran
sırta geldi, oradan seslendi fakat duyuramadı. Bir parmağını ağzına soktu ve
bir ıslık çaldı. Muhtar ıslığı duydu, o da aynen cevap verdi. Filikoğlu;
“Metropolit hazretleri papazlarla beraber toplanmış seni de istiyor, hemen
gelmelisin!” diye bağırdı. Söyleneni anladı Şalvaroğlu. “önemli bir şey olmalı”
diye geçirdi içinden, elindeki küreği evin duvarına yasladı içeri girdi.
Paltosunu giyerken karısı Desmina’ya durumu anlattı; “Önemli bir şey olmalı”
dedi. Tekli tabancasını palaskasına taktı, barut kesesini de cebine koyup
çıktı.
Sabaha karşı yağan kar yolda yürümeyi zorlaştırıyordu. O yüzden
metropolitlik binasına ancak yarım saatte gidebileceğini hesap etti.
Küçük Livera geride kaldı, gökyüzü bulutlarla kaplı, Muhtar Verizena’ya doğru
baktı, yağan karın köy değirmenine kadar inmiş olduğunu gördü. Şimdi de Büyük
Agios Georgios kilisesi karşıdan göründü. İki katlı metropolitlik binası da
hemen önünde ve biraz aşağısındaydı. Her iki yapı da kar kümelerinin altında beyaza
bürünmüş bir gelin gibi görünüyordu. Yukarıdaki Lagana ormanı da kardan bir
elbise giyinmiş genç kız misali köy içi yollarda yürüyenleri süzüyordu sanki.
Çizmeleri onu yeteri kadar koruyamadı, eriyen kar nedeniyle içleri su dolmuş,
ayakları ıslanmıştı. Metropolitliğin yokuşuna varınca Turnaoğlu’na yetişti. O
da çağrılmıştı, peş peşe yokuşu çıktılar.
Avluya girdiler, paçalarına sarılan kar dökülsün diye ayaklarını sertçe yere
vurdular. Avlu temizlenmiş papazlar ve Metropolit çoktan yerlerini almıştı.
Alt kata girişin yanındaki merdivenlerden ikinci kata çıktılar. Metropolitin
oda kapısı açık içerisi kalabalıktı. Açık kapıyı tıkladı, Metropolit gırtlaktan
çıkan bir sesle “gir!” dedi. Heybetli bir adamdı ve sırtı pencereye dönük
vaziyette ayakta duruyordu. Karşısında papazlar ve köyün ileri gelen adamları
oturuyordu. Muhtar ve Turnaoğlu hazırda olanlara selam verdi.
“Yanıma gel şuraya otur, Şalvaroğlu” dedi Metropolit Hrisantos.
Herkes sessizce izliyordu. Uzun sakallı, kalın sesli koca adam;
“Sana büyük bir görev veriyorum Muhtar.”
Şalvaroğlu dikkatle Metropolit’e bakıyor heyecandan dizleri titriyordu.
“Sen yiğit bir delikanlısın, şanına yakışır bir iş veriyorum sana.”
Muhtar önce oturanlara baktı sonra da gözlerini konuşan adamın gözlerine dikti.
“Dün gece ayinimizi izlemeye gelen geyiklerden dişi olanını vurdular.”
Şalvaridis o anı hatırladı fakat silah sesinin nereden geldiğini anlayamamıştı.
“Bu cinayet bizim için, yani Liveralılar için kara bir leke olarak kalacak. O
dişi geyik belki de Meryem anamızın yirminci yüzyıla girerken oluşan bu
dünyadaki gölgesiydi. Öyle olmasa, yıllardan beri köy içinde bizden biri gibi
gezebilir miydi? Kilisenin önüne gelip çan kulesinin altına sığınarak
ayinlerimizi izler miydi? Normal bir hayvan için kilise ayinleri bir anlam
ifade eder mi?”
Yaşlı adam konuşurken duygulandı, gözleri yaşardı. Geriye döndü, pencereden
dışarı, aşağı mahalleye doğru baktı. Odadakilerin hepsi çok üzgün ve endişeli
görünüyordu. Muhtar;
“Dün gece eve giderken bir silah sesi duydum. Ortalık bir anda kapkaranlık, göz
gözü görmez oldu” dedi. “Sesin nereden geldiğini anlayamadım. Ben de havaya bir
el ateş ettim, cevap veren olmadı.”
“Raşi yolunda, ormana girerken yabani armut ağaçlarının altında vurmuşlar” dedi
genç bir papaz.
“Şimdi anlıyorum” dedi Muhtar. “Onu vuranı yakalamak ve ondan hesap sormak
boynumun borcu olsun.”
Yavaşça yüzünü içerdekilere dönen Metropolit;
“Sana güveniyorum evlat, eğer katili bulamazsan başımıza gelecek felaketin
boyutunu ne sen tahmin edebilirsin ne de ben.”
Aradan bir yıl geçtiği halde dişi geyiği vuran adam bulunamadı. Ne var ki
erkeği, koca boynuzları ile köye eskisi gibi gelip ortalıkta dolaşıyordu. Arada
bir kiliseye de gidiyor ama artık eskisi gibi çan kulesinin dibine yanaşıp
ayinlerle ilgilenmiyordu. Bazen meleyerek köy içi yollarda koştuğu olurdu.
İnsanlar onun için; “Eşini arıyor” şeklinde yorum yapardı. Arada bir ormana
giderdi. Hava güneşli olduğunda döner, köy içi yollarda dolaşır, kiliseye de
mutlaka uğrar ama çok durmaz geçip giderdi. Sonra da bir fındıklığa girer
otlamaya başlardı. Kadınlardan ve çocuklardan kaçmazdı.
Aradan epey seneler geçti, boynuzları iyice dallanıp budaklandı, yaşı da
oldukça ilerledi. Bir sonbahar günü ormana girdiğini gören oldu da çıktığını
gören olmadı. Köylüler sonraki günlerde aylarca aradılar onu. Bazıları İsa’nın
yanına uçtuğunu, bazıları da onu kurtların parçalamış olabileceği fikrini
savunuyordu.
1910’un yılbaşı yaklaştığı halde o sene kar yağmadı. Noel günüydü,
köyden iki delikanlı “Ziya Kayalıkları”na doğru çıktı. Dönüşte bir erkek geyik
kafası iskeleti buldular. Bunun, dillere destan o geyiğin kafa iskeleti
olduğunu düşündüler. O boynuzları köy içinde tanımayan yoktu zaten. Ve
delikanlılar boynuzları köye götürüp Metropolit’e teslim etti.
Metropolit bir gün sonra bir bildiri yayınladı. Artık, Liveralıların bir
musibete duçar olacaklarını bunun için çok dikkat etmeleri gerektiğini, istedi.
Birkaç yıl sonra birinci dünya savaşı başladı ve geyik efsanesini oraya
yordular. Bitmez tükenmez bir savaş gibi gözüküyordu ve gidenlerin hiçbiri geri
dönmüyordu.
Savaş sonunda Osmanlı devleti yıkıldı. Memleket temelli sahipsiz kaldı. Dağ
yolları asker kaçağı eşkıyalarla doluydu. Artık hiç kimse korkusundan yaylaya
gidemiyor ve Trabzon’daki Gülbahar Hatun vakfına yiyecek bir şey gönderemiyordu.
Bu kez geyik olayını oraya yorumladılar.
Zengin bir köy olan Livera yoksullaştıkça yoksullaşıyordu. Muhtar Şalvaroğlu
ise artık altmışına yaklaşıyordu. Maçka Kaymakamı Sadullah Koloğlu bir gün onu
makamına çağırdı. Öyle bir emir verdi ki yenilir yutulur şey değildi;
“Bütün köylüler bohçasının dışında taşıyamayacağı her şeyini burada bırakarak
Yunanistan’a gidecek” dedi. Bu emir karşısında muhtar dondu kaldı, her tarafı
uyuştu hiçbir şey hissedemiyordu. Olduğu yere bir boş çuval gibi yığıldı. Sadece,
23 sene önce, bir gece vakti ırmağı geçerken duyduğu silah sesi kafasının
içinde yankılanıyordu. Sona da kendi silahından çıkan sesin Kudula ve Sümela
vadileri boyunca yankılanarak ilerlediğini hissetti.
Kaymakam odacısını çağırdı, su getirmesini istedi. Muhtar kendisine gelince;
“Bu söylediğiniz gerçekten doğru mu Kaymakam Bey?” diye sorabildi.
Sene 1923, aylardan Şubat 24, günlerden Cumartesi ve Şalvaroğlu
Ğorğor, bütün köylüleri ama çoluk çocuk herkesi, büyük kilisenin avlusuna
topladı. Avluya sığmayanlar çevre yolları, metropolitlik avlusunu, hatta
çevredeki fındık bahçelerini de doldurdu. Ortalık ana baba gününe dönmüş her
kafadan bir ses çıkıyordu. Korku, kuşku ve endişe insanları çıldırtacak
gibiydi. Aslında herkes ne söyleneceğini biliyordu ama her işin bir çıkar yolu
vardı ve bu mesele de çözümlenebilirdi.
Muhtar Şalvaridis, kilise avlusunun ortasında
bulunan çan kulesinin ikinci katına çıktı. Herkes ona bakıyordu. Hava bulutlu
güneş görünmüyor. Sumaa dağını saran dumanlar mezere eteklerine kadar
yayılmıştı. Deniz tarafından akan beyaz bulutlar Mulaga tepelerini görünmez
hale getirmiş, yağmur işareti yok ama sıkıcı durumu herkes algılayabiliyordu.
Muhtar;
“Kardeşlerim, arkadaşlarım …” diyebildi. Sözler boğazına düğümlendi, konuşamadı
sustu.
Yüzlerce insanın gözü kulağı üzerindeydi.
Neden sonra;
“Yıllardan buyana bizi üzen geyik olayının gerçek anlamı şimdi daha iyi
anlaşıldı. Hepimiz iyiye yorum yaptık, başımıza gelebilecek bu felaketi hayal
bile edemedik. Hakkımızda verilen kararı duymuş olmalısınız, hepimizi bütün köy
halkını Yunanistan’a sürecekler. Bizim için bu kararı veren bir bakıma
idam fermanımızı uygulamaya koydu.
Bundan böyle ne siz Liveralısınız ne de ben Muhtarınız” dedi ve sustu.
Herkes ona bakıyor ama söylediklerinin doğru olmadığını düşünüyordu.
Son sözlerini de kısık ve boğazına düğümlenir şekilde söyledi;
“Artık hazırlanın… şunu da bilin ki taşıyabileceğinizden gayri hiçbir şey
götürmenize izin verilmeyecek…”
Turnasoğlu Yorgo kalabalığın ortasına doğru yürüdü elini havaya kaldırarak
bağırdı;
“Olmaz öyle şey, biz Osmanlıyız, Yavuz Sultan Selim’in akrabalarıyız” dedi.
Herkes şaşkındı, pek çoğu onu duymadı, doğrusu hiç kimse ne diyeceğini ne
yapabileceğini de bilemiyordu.
Tarhanoğlu Lazaridis haykırdı;
“Böyle saçmalık mı olur? Ben ne bilirim Yunanı, Trabzon’dan dışarı çıkmış adam
değilim. Kimse köyümden çıkaramaz beni.”
Onu da duyan olmadı sanki.
Bayram oğlu Anastasios selvi ağaçları tarafındaki duvarın
üzerine sıçrayıp iki elini havaya kaldırdı olanca gür sesiyle;
“Evimiz köyümüz ne olacak, insan insana böyle zulüm yapar mı?”
“Unutmayın ki Osmanlı olmanız, Yavuz Selimin akrabası olmanız yetmez, Müslüman
değiliz! Başka dindeniz!” dedi yaşlı bir adam.
“Ama Allahımız aynı!” diye bağırdı kalabalık arasından genç bir delikanlı.
“Geyikleri hatırlayın, her suçun bir bedeli olmalı, katillerini yakalayamadık.
Bu beceriksizliğin cezasını ödeyeceğiz. Kendimizi kandırmayalım, hakkımızda
verilen kararı değiştiremeyiz, bir an önce hazırlığa başlayalım!” Bu son
sözü papaz evi tarafındaki duvarının üzerinde ayakta duran ve peştamalının
ucunu sıkıca tutup çekiştiren bir genç kız haykırdı.
Ve Muhtar başını yukarıya kaldırıp kulede asılı olan çana baktı. Sonra da elini
uzatıp ipini tuttu, hızla kendine doğru çekti. Çıkan ses yukarıda Ziya
kayalıklarına, diğer taraftan Hortokop dağını aşarak Mulaga vadisine doğru son
kez yayıldı. Ve sonra, titreyen bacakları ile muhtar ağır ağır kuleden inmeye
başladı, bütün köylüler olup bitenler karşısında donup kalmış, dilleri
tutulmuştu sanki…
Bu efsane kaleme alındığında, eski Liveralılar çoktan gitmiş yerlerine yenileri
gelmişti. Olayın üzerinden 87 sene geçmiş. Geyiklerin Livera üzerindeki laneti
halen devam ediyor.
Livera, ne gidene yar oldu ne de gelenlere…
Yine de efsaneye inat, hem gidenler hem de yeni gelenler büyük bir aşkla
seviyor yaylalarını, dağlarını, ormanlarını, yazını, kışını ve baharını…
Hem eski gidenler hem de yeni gelenler, gurbet elde bir “Trabzon” sözcüğü
duymaya görsün yanar da tutuşurlar. Hele de bir yerde karşılaşsalar, o anda
memleketi oraya taşırlar…
Bulut, Yusuf. “Livera Geyikleri”. 30 Kasım 2011,
http://www.yusufbulut.com/index.php/efs/11-livera
Erişim tarihi: 6 Nisan 2013.