23 Mayıs 2014 Cuma

The Selfish Giant

Alt sınıfta, başka bir coğrafyada, hurda çöplüklerinde para kazanmaya çalışırken Truffaut'nun 400 Darbe'sinden en az on kat daha darbe yiyen erkek çocuklar. Charles Dickens'ın sokakta büyümeye çalışan çocukları, Yılmaz Güney ve İtalyan Yeni Gerçekçiliği, Ken Loach'un tokat gibi gerçekliği ve hatta Bresson… Demi zehir gibi olmuş çay, acıdan mideyi yakan cinsten ama sinemanın en lezzetli ve yüksek hali: The Selfish Giant.

21 Nisan 2014 Pazartesi

Sabit Fikir, Nisan 2014

Tekinsiz seyirlik içinde hikaye


Bora Abdo
Doğan Kitap
Bora Abdo'nun hayal gücünün genişliği dilindeki kıvraklıkla kendini gösteriyor, dilindeki yaratıcılık okuma keyfi veriyor.
"Güzel bir kadının ölümü dünyadaki en edebi konudur," der Edgar Allan Poe. Nitekim öyküleri mahzenlerdeki tabutlara kapatılarak sonsuzluk uykusunu uyuyan, bazen en porselen güzellikleriyle dirilen ya da diri diri gömülen kadınlarla doludur. Edebiyatın karanlığa iltimas geçen tarafında Poe'nun baş tacı ettiği bu konu bizzat onun tarafından en yetkin ve büyüleyici haliyle işlenmiştir. Hamlet'in kendini bir demet çiçekle nehire atarak intihar eden Ophelia'sı, yıllar içinde nasıl estetik bir nesneye dönüştüyse (bkz. John Everett Millais'in 1851-1852 tarihli Ophelia tablosu) Poe'nun ölü kadınlarının yarattığı imgelemler de edebiyatın görsel belleğinde eşsiz bir yer edinmişlerdir. Korkulara kaynaklık eden, rahatsız edici ve yadırgatıcı olan unsurlar bulup çıkaran, ölü güzellerin yanı sıra yaşayan "çirkinleri" ön plana alan bir edebiyat alanından bahsediyoruz. Poe'nun ölü kadın imgesiyle başlattığı bu alanda dilsel beceri ve kurgu gibi edebi meselelere gelmeden önce görselliğin öne çıkması haliyle anlaşılır oluyor. Bir hikayeyi unutuyorsunuz ama tıpkı Poe'nun güzel ölü kadını gibi, o hikayede bir cüce varsa aklınızdan çıkmıyor, hilkat garibesi bir yaratık varsa görsel hafızanıza yerleşip kalıyor.

John Everett Millais

Bu girizgahın nedeni 1990'lı yıllarda çeşitli dergilerde yazdığı öyküler ve 2012'te yazdığı Öteki Kışın Kitabı adlı öykü kitabıyla tanıdığımız Bora Abdo'nun Bizi Çağanoz Diye Biri Öldürdü adlı yeni öykü kitabında karşımıza çıkan "tekinsiz görsel temaşa"ya değinmek. İsterseniz Doğan Kitap tarafından yayımlanan kitabın arka kapaktaki tanıtım yazısına bir göz atalım:

"Varoluşlarından sıyrılmış sağır papağanlar, denizkızları, çeyiz sandıklı travestiler, kuklalar, kötü rüyalar gören ayı oynatıcıları, çarmıha gerilmiş karakalem kediler, hayvan ölülerinden ilaç yapan kardeş katili, ensest yaşlı kız kardeşler, çiğdeci kuşlarının âşık olduğu on iki yaşındaki kambur korkuluk kız, keskin bir çürüme sürecindeki devinimleriyle çıkıyorlar okurun karşısına."

Kitabı okumadan önce bu karakterler ve yaratacakları muhtemel imgelemlerle ilgili edindiğimiz bilgi, para verip sıraya girerek sirk çadırında gerçek bir denizkızı görecekmişiz gibi bir heyecan yaşatıyor. Ne var ki biz edebiyat okurları sadece görsellikle kandırılabiliyor olsaydık; kelimelerle, o görselliğin barındırdığı hikayelerle uğraşmazdık. Abdo'nun kişileştirdiği Ece adlı papağan karakteri, Heybeliada açıklarında zuhur edip kaderi tecavüze uğramak olan denizkızı, kuşların aşık olduğu tabuttan çıkan on iki yaşındaki kambur korkuluk kız ya da ensest yaşayıp birbirlerini öldüren 70'lik kadınlar, çıkış düşüncesi olarak ilginçlik bağlamında oldukça iddialı olmakla birlikte maalesef muhtemel hikayeleri ve edebi etkileri onları tanıtan ifadelerin ötesine geçemiyor. Fotoğrafçılık kariyeri boyunca tekinsiz görünümleriyle etrafa tedirginlik salan ucubeleri, sınır dışı olanları çeken Diane Arbus fotoğraflarını düşünün; kelimelere gerek kalmadan hikayelerini sunarlar. Abdo'nun karakterleri ise kelimelere rağmen hikayesizleşiyor, sadece görüntü haline geliyorlar.

Sıradışı olma iddiası


Bunun birkaç nedeni olduğu kanısındayım. Abdo kendine son derece sıradışı karakterler seçerken sıradışı olma iddiasını diline ve kurgusuna da yansıtarak "anlatmama kaygısı" taşıyor gibi görünüyor. Elbette edebiyat, kabaca söylersek "dilin derde deva olamayacağı" yolundaki postmodern görüşlerle "anlatmama kaygısını" da kendine misyon edinebilir. Nitekim kitap metinlerarası dokunuşlar, karakterlerin ara sıra bir öykü okuduğumuzu yüzümüze vurmaları gibi özelliklerle postmodern anlatının demirbaş oyunlarına başvuruyor. "Postmodern-fabl" kahramanı papağan Ece, karşısındaki karakteri "Öykümüzü bozma," diyerek azarlayabiliyor. Bir roman kahramanı olduğunu ve romanın sonunda öleceğini öğrenen bir adamın kendisini "yazan" yazarın peşine düşüşünü anlatan 2006 yapımı Marc Forster imzalı Stranger Than Fiction / Lütfen Beni Öldürme filmini anımsatacak şekilde öykünün birinde yazar Abdo kendini öyküye dahil ediyor. Başka bir karaktere kendisi için "abuk sabuk öyküler yazan yazar" dedirterek kendisine sarkastik bir mütevazılıkla yaklaşıyor ve karakter yazarın oğlundan kendisini öldürmemesini rica ediyor. Kitaba adını veren Çağanoz adlı karakterin kitaptan fırlayıp yazarı öldürme tehlikesi de var tabii...

Gerçeküstücü eğilimlerle bir araya gelmesi imkansız, rahatsız edici imgeleri özellikle bir araya getiriyor; özellikle cinayet, ensest, denizkızına tecavüz örneğinde olduğu gibi kötücül ve "sapkınca" denebilecek olan imgelerin, sahnelerin sınırlarını zorluyor Abdo. Dehşet salan bir köpekbalığı birden bir tekir kediye dönüşüveriyor ve bir kabus sahnesi canlanıyor gözünüzde. Anlaşılacağı üzere, sıradışı olma, sarsıcı bir etki yaratma kaygısı var karşımızda. Ama karanlıktan büyülenenler için de estetik bir doyum mümkün olmuyor çünkü bu kabus sahneleri, deneysel olma adına parçalanan olay örgülerinde sadece görsel bir rahatsızlık seyirliği yaratmaktan öteye gidemiyor. Karakterler aynadaki ikizlerini seyredip kendilerinden korkma ile kendilerini öldürme içgüdüleri arasında tekinsiz yüzleşmeler yaşayarak postmodern romanların artık "beylik" diyebileceğimiz psikolojik gerçeklik yaratma hamleleriyle karşımıza çıkıyorlar. Kitaba adını veren ve kitabın yazarını öldürme ihtimali gündeme gelen Çağanoz karakteri, bilinçli bir anlamsızlığın bekleyiş nesnesi olan Samuel Beckett'inGodot'su gibi kim olduğunu öğrenemediğimiz, hikayesini çözemediğimiz bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Ne var ki bu başlıca karakter yazarın özneleri belirsizleştirdiği, zamanı böldüğü, olay akışına itiraz ettiği, epigraflar, anlatı içinde anlatı hamleleriyle postmodern bir arapsaçına çevirdiği kurgusu içinde, düzenli olarak görülen kabuslarda tekrar tekrar karşılaşılan anlamsız bir korku figürü olarak kalıyor. Kim olduğunu, hikaye(ler)de neye hizmet ettiğini, onun hangi özelliğine bakmamız gerektiğini anlayamıyoruz.

Bununla birlikte Abdo'nun dilinin çok zengin olduğunu belirtmek gerekiyor. Hayal gücünün genişliği dilindeki kıvraklıkla kendini gösteriyor, dilindeki yaratıcılık okuma keyfi veriyor. Keşke zihnindeki kurgulardaki yaratıcılığı yazıya dökerken biraz dizginlese, rafine etse, bize sunmak istediği "sıradışı ve tekinsiz" dünyayı bu kadar içine dönük ve kalabalık bir alana hapsetmese, diyorsunuz çünkü geriye bir hikaye kalmıyor.


İyi Kitap, Nisan 2014, İstanbul'da Bir Peri (mahlaslı yazı)

İstanbul’da bir
peri…
Perili köşklerin cazibesini kim bilmez! Aynı zamanda arkeolog olan yazar Betül Avunç’un İstanbul Perisi adlı son kitabında, böyle bir köşkten çıkan peri Keroessa, kahramanımıza hem İstanbul’u gezdiriyor hem de ona unutulmaz bir macera yaşatıyor.
Nice hikâyeye, filme konu olan, çocukken bahçelerinde heyecanla dolandığımız, hakkında binbir türlü hayal kurduğumuz “perili köşkler”... İstanbul’da onlardan kaç tane kaldı malum ama çocukluk anılarımızı hâlâ süsledikleri bir gerçek. Kişisel tarihimizin parçası olmalarının yanı sıra birlikte içinde yaşadığımız kentlerin de tarihi onlar. Çocukken onlar hakkında uydurduğumuz hikâyelerden ayrı, gerçek birer hikâyesi var her birinin. Nice insanlara, nice tarihi dönemlere, değişimlere tanıklık etmiş hepsi. Onların önünde durup hayranlıkla endamlarını seyrederken, içlerinden biri çıkıp merdivenlerde bizi karşılasa da dile getirse bize bu hikâyeleri...

GÜZEL PERİ KEROESSA
Betül Avunç’un Tudem Yayınları’ndan çıkan İstanbul Perisi adlı romanı tam da bunu yapıyor işte. Kitabın kahramanı küçük Pelin, evlerinin yakınındaki “perili köşk”ü merakla seyrederken, bir gün bahçenin gayet bakımlı olduğunu, içinde tatlı bir rüzgârla salınan mor salkımları, köşkün içine bir göz attığında ise düşündüğü gibi bir harabe olmadığını, birilerinin yaşadığını fark ediyor. Peki, içinde kim yaşıyor dersiniz? Evet, Pelin'e ve bize çok güzel hikâyeler anlatacak bir İstanbul perisi! Hem de tozpembesi saçları, zarif elbiseleriyle çok güzel yaşlı bir hanım bu peri: Keroessa.

Yeni arkadaşıyla tatlı bir sohbete dalan Pelin, okul dönüşünde geciktiği için evde onu merak içinde bekleyen anneannesinden bir güzel azar yiyor, geç kalma nedenini anlatmaya kalkıştığında ise büyüklerini İstanbul Perisi’yle tanıştığına bir türlü inandıramıyor. Anneannesi onun “keçileri kaçırdığını”, annesiyle babası ise hayalgücünün sınırlarının epey genişlediğini düşünüyor. Ne var ki Pelin’in öğretmeni bütün sınıfa İstanbul’a dair tarihî öykülerle ilgili bir ödev verdiğinde, ona en büyük yardımı ailesi değil, kimseleri varlığına inandıramadığı Keroessa, yani İstanbul Perisi ediyor.

MODA'DA KÜÇÜK BİR İSKELE
Asırlardır İstanbul’un yerlisi olan Keroessa, Pelin’i Moda sahilindeki kü- çük bir iskeleden aslında bir balina olan tekneye bindirerek, deniz tanrısı Poseidon’un oğullarından Amikos’un kaptanlığında İstanbul Boğazı’nda bir gezintiye çıkarıyor ve ona hayatı boyunca unutamayacağı bir gün yaşatıyor. Böyle bir gün unutulur mu hiç? Poseidon’un karısı ve baldızı olan denizkızlarıyla birlikte, Pelin de büyülü bir yosunla denizkızı olup, deniz tanrısının Marmara Denizi’nin derinliklerindeki sarayını ziyaret ediyor, Boğaz’daki gemilere eşlik eden o meşhur iki yunusla tanışıyor, Kız Kulesi’nde yaşayan, hapis prensesin patatesli böreklerinin tadına bakıyor, hatta Galata Kulesi’ndeki Uçan Adam’la, Hezarfen Ahmet Çelebi’yle bile tanışma şansına erişiyor.

Aynı zamanda arkeolog olan yazar Betül Avunç, İstanbul’a dair arkeoloji ve tarih bilgilerini Pelin’in bu unutulmaz İstanbul gezisine öyle tatlılıkla yerleştirmiş ki bu bilgiler, maceranın büyüsüne asla zarar vermedikleri gibi onu zenginleştiriyor, öğrenmenin/öğretmenin en ideal yolunu bizlere hatırlatıyor. Hayallerle beslenerek ve keyif alınarak da öğrenilebilir! Gezerken notlar almayı da ihmal etmeyen Pelin, İstanbul’un tarihine dair öğrendiği bu hikâyeleri, tanıştığı tarihî/mitolojik karakterlerin çizimleriyle de süsleyerek, tahmin edebileceğiniz gibi başarılı bir ödeve imza atıyor ama en büyük kazanımı İstanbul Perisi’yle çıktığı, hayat boyu unutamayacağı bu masal gibi gezi oluyor. Betül Avunç, Pelin’in bakış açısını doğallıkla yakalamayı başarıyor, su gibi akan diliyle zihnimizde tarihten ve mitolojiden rengârenk resimler canlandırıyor.

Mahallenizde hâlâ bir “perili köşk” kaldıysa, önünden geçerken umutla içeriye bir göz atıp, içerden hikâyeler anlatan bir perinin çıkmasını diliyorsunuz ama buna ek olarak, kitap bittikten sonra içinde yaşadığınız şehri seyreder ya da “dinlerken”, kendi hayallerinizin de pekâlâ böyle güzel hikâyelere dönüşebileceğini hissediyor, tatlı tatlı gülümsüyorsunuz.
İstanbul Perisi
Betül Avunç
Tudem Yayınları, 136 sayfa

İyi Kitap, Nisan 2014 Bir Yarışma, İki Kitap...


Bir yarışma, iki kitap…
2012 yılında öykü dalında gerçekleşen Tudem Edebiyat Ödülleri yarışmasında ikincilik ve üçüncülük alan öyküler okurla buluştu. Özlem Sözbilir’in Eyfel’i Kim Yedi ve Koray Avcı Çakman’ın Gülen Sakız Ağacı adlı kitapları okura sürpriz tatlar sunuyor.
Tudem Yayınları 2003 yılından bugüne her yıl öykü, roman, masal, şiir gibi farklı türlere yönelik düzenlediği yarışmalarla çocuk ve gençlik edebiyatımızın sınırlarını hatırı sayılır ölçüde genişletmeye devam ediyor. Geçtiğimiz on yıl içinde bu yarışmada kimler ödül almadı ki. Mavisel Yener, Miyase Sertbarut, Mucize Özünal, Ferda İzbudak Akıncı, Mehmet Atilla, Seza Kutlar Aksoy ilk anda akla gelenlerden.

Yarışma sonrasında yayımlanan kitapların hâlâ çocukların ve gençlerin ellerinden düşmediği düşünülecek olursa, kimi zaman burun kıvrılarak tartışılan ödül kavramının altındaki asıl motivasyonun ne derece değerli bir üretime dönüştüğü açıkça görülüyor. Yarışmacı olarak gördüğümüz isimlerin ilerleyen yıllarda jüri üyesi olmaları da bu değerli üretimin devamlılığına işaret ediyor. Yarışmanın 10. yıldönümü sebebiyle 
İyi Kitap’ta yer alan yazıda, yarışma hakkında fikirleri sorulan değerli yazarlardan biri olan Nilay Yılmaz’ın özellikle jüri konusunda getirdiği öneri dikkate değer: “Keşke jüride çocuklar ve gençler de olsa,” diyor Yılmaz. Çocuk ve gençlik edebiyatının doğrudan kendilerine yönelik olmasının yanı sıra, çocukların ve gençlerin kitapları çoğu zaman biz yetişkinlerden çok daha iyi değerlendirdiklerini ve “iyi kitapları” keşfettiklerini unutmamakta fayda var aslında.

Bu yazıda sizlere, 2012 yılında öykü dalında gerçekleşen Tudem Edebiyat Ödülleri yarışmasında ikincilik ve üçüncülük alan öykü kitaplarını tanıtacağız. Özlem Sözbilir
in Eyfel’i Kim Yedi ve Koray Avcı Çakman’ınGülen Sakız Ağacı adlı kitapları, hayalgücünün sınırları ile gündelik hayatımızda ve çocuklukta saklı güzellikler konusunda okura sürpriz tatlar sunuyor. Hem de Oya Diker ile Deniz Üçbaşaran’ın bakmaya doyamadığınız hayranlık uyandırıcı çizimleri eşliğinde.

GÖLGESİNİ KAYBEDEN KAHRAMAN
Daha önce Tudem Yayınları’ndan çıkan Pembe Kedi, Becerikli Martı ve Ben adlı bir şiir kitabı da bulunan Özlem Sözbilir, üçüncülük ödülü aldığı Eyfel’i Kim Yedi’yi adeta her bir rengine farklı bir hayal kattığı bir gökkuşağı olarak tasarlamış. Kitaptaki yedi öykü de çocuk ve gençlik edebiyatında fantastik tür düşünüldüğünde umut ve keyif verici nitelikte. Tolkien’in “Ararsan bulursun, ama bulduğun şey aradığın şey olmayabilir her zaman,” cümlesiyle açılan kitapta, her birinde samimi bir ben-anlatıcıyla karşılaştığımız öyküler, gerçekten de bizi bir gizemle karşılayıp başka bir gizemle uğurluyor. “Perili Köşk” vaadiyle başlayıp esrarlı bir tablonun ve Roma döneminden kalma bir tabletin hikâyesine uzanan; cadılarla haşır neşir olacağımızı düşündürüp dört başı mamur bir kimlik sorgulamasına dönüşen; antika bir oyuncak araba sevdasından başlayıp uluslararası bir meseleyle örülen; uzak kentlere yolculuklarda gölgesini kaybeden kahramanların hikâyesini anlatan rengarenk öyküler bunlar. Sözbilir, olabildiğince duru bir dille, birbirinden keyifli dünyalar yaratmış.

Yarışmada ikincilik ödülü alan Koray Avcı Çakman’ın, gene Tudem Yayınlarından çıkan 
Almarpa’nın Gizemi veSahibini Arayan Keman gibi roman ve öykü kitapları bulunuyor. Çakman, Gülen Sakız Ağacı adlı öykü kitabında, Sözbilir’in aksine fantastik değil, tamamen gerçekçi bir hat izliyor. Çerçeve bir anlatı olarak kurgulanan bu öykülerin en çarpıcı özelliği, çocuklarla yetişkinler arasında gündelik hayatın normları içinde yıkılıp giden sağlam köprüler kurması. Etrafındaki yetişkinlerin de bir zamanlar çocuk olduğunu, onların anlattığı birbirinden renkli anılar sayesinde mutlulukla idrak eden, bu anıları kâğıda döktükçe yazmaktan da mutlu olduğunu keşfeden Ardanın dünyasına konuk olmak son derece keyifli. Artık sayıları azaldığı için koruma altına alınan sakız ağaçlarının durumunu düşünecek olursak, Ardanın komşusu Şevket amcanın çocukluğunda yaşadığı bir olayın etkisiyle bahçesindeki bir sakız ağacını on eve değişmemesi, bitmeyen bir inşaat halindeki şehirlerde yaşayan bizler için akıldan çıkmayacak bir örnek.

Tudem Edebiyat Ödülleri sayesinde tanıma şansına eriştiğimiz her iki kitap da kütüphanelerimizde yerini almayı hak ediyor.
Eyfel’i Kim Yedi?
Özlem Sözbilir
Resimleyen: Deniz Üçbaşaran
Tudem Yayınları, 104 sayfa
Gülen Sakız Ağacı
Koray Avcı Çakman
Resimleyen: Oya Diker
Tudem Yayınları, 112 sayfa

21 Mart 2014 Cuma

Sabit Fikir, Mart 2014

GİO Ödülleri'yle Başka Hayaller Mümkün


Nilay Kaya

Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği (FABİSAD) 2012 yılında kurulduğunda Türkiye'de bir ilki gerçekleştirmişti. Sadece edebiyatta değil, çizim ve sinema alanında da hayal gücünün sınırlarını genişletmeyi hedef alan eserlerin üretilmesinde hatırı sayılır bir adım atmıştı. Dernek kurulduğu ilk zamanlarda başlıca hedeflerinden biri de her yıl bir yarışma düzenleyerek yeni kalemlerin, çizerlerin, sinemacıların ortaya çıkmasına destek olmaktı. Çok geçmeden, 2013 yılında bu hedef gerçekleşti ve derneğin onur üyelerinden biri olan Giovanni Scognamillo'ya ithafen GİO Ödülleri verilmeye başlandı. Yarışmada ödül alan ve almayan on yedi öykülük bir derleme olan GİO Ödülleri 2013 Seçilmiş Öyküler adlı kitap ise bu yarışmanın fantastik, bilimkurgu, korku sanatları alanına yaptığı katkıyı daha da taçlandırmış durumda. Derneğin kurucu üyelerinden Barış Müstecaplıoğlu ile Kutlukhan Kutlu'nun editörlüğünde  hazırlanan kitap şimdiye kadar Türk edebiyatında örneğine rastlamadığımız bir seçki niteliğinde.

Kitaptaki on yedi öyküyü okuduğumuzda editörlerin bu seçmeyi hazırlamakta ne kadar zorlandıklarını tahmin etmek zor değil, zira onlar da kitaba yazdıkları giriş yazılarında bu duruma özellikle değiniyorlar. Bu yarışma başlamadan önce tahmin ettikleri başvuru sayısından çok daha fazla başvuruyla karşılaştıklarını, seçmelerin onlar için ne kadar zor olduğunu belirtiyor, bu kitaba girecek öyküleri seçerken kitaba dahil edemedikleri başka öyküleri de anmaktan geri kalmıyorlar. Ödüllerin başlarına hangi ödülleri aldıkları belirtilmeseydi hangilerinin ödül aldığını tahmin etmekte zorlanırdınız çünkü edebi nitelik açısından birbirlerinden çarpıcı nitelikte öykülerle karşı karşıyayız. Barış Müstecaplıoğlu sunuş yazısında öyküleri değerlendirirken ne gibi kriterlere dikkat ettiklerini belirtiyor: Bilimkurgu, fantastik ve korku alanında kalem konuşturmak, özgün dünyalar yaratmak için dünyaya karşı algıların açık olması, yeni insanları, yerleri, doğayı araştırıp tanımak gerektiğini belirtiyor, karakter yaratmanın önemini ve bunun için başlıca ipuçlarını veriyor. Müstecaplıoğlu, edebiyat metinlerinde bir alt metnin olması gerektiğine inananlardan ama bu alt metnin "Yazarın burada bize vermek istediği mesaj nedir?" sığlığında bir yaklaşıma denk gelen mesaj kaygısının öne geçtiği metinlere dönüşmemesi gerektiğinin altını çiziyor. Çarpıcı, düşündürücü ve derin duygular bırakıcı sonların, dilin yetkin bir şekilde kullanımının önemine dikkat çekiyor. Aslına bakılırsa Müstecaplıoğlu'nun "GİO Ödülleri: Bir Hayalin Peşinde" başlıklı bu beş sayfalık yazısı, sadece bilimkurgu, fantastik, korku alanında değil genel olarak kurmaca metinlerin oluşumundaki yapıtaşlarını haftalarca süren yaratıcı yazı atölyelerinden belki de daha iyi özetliyor.

Ödüllere adını veren, Türk sinemasına yapım, yönetim, yazarlık hatta oyunculuk alanında yeri doldurulamayacak bir emeği geçmiş olan ülkemizin 'karanlıklar prensi' Giovanni Scognamillo'yu kitabın başında bir kez daha tanıdıktan ve Kutlukhan Kutlu'nun ödüllerin, yaratmanın doğasını dair Cheshire kedisinden ilham alarak özgün bir şekilde anlattığı yazısından sonra ülkemizde bilimkurgu, fantastik ve korku edebiyatı alanı adına beklediğimizden daha çok umutlanmamız gerektiğini kanıtlayan genç öyküleri okuma şansı ediniyoruz. Her biri yaratıcılık anlamında birbirinden özgün nitelikler taşıyan bu öykülerin en dikkat çekici özelliği aynı zamanda editörlerin de altını çizdiği şekilde dil kullanımlarının son derece rafine ve bu rafinelikten doğan bir güzellik içermeleri. Edebiyat icraamızda dili etkili bir şekilde kullanmak adına çoğu zaman gevezeliğe ve süslü bir anlatımın yanıltıcı cazibesine kapılan genç yazarlarımızın aksine bu öykülerin yazarlarının mevzubahis edebi türün klasikleşmiş yazarların dilini özümsediklerini, onları taklit etmeden kendi dillerini  de oluşturduklarını rahatlıkla ve memnuniyetle söyleyebiliyoruz. Aynı başarılı özümsemeyi, klasik yazarlara, sinemaya ve popüler kültür yapıtlarına yaptıkları göndermelerde de görmek mümkün. Örneğin yarışmada birincilik ödülü alan Gülbike Berkkam'ın yazdığı "Balanka Olmak" adlı öykü, dehasını kıskandığı bir yazarın zihnini ele geçirmeye çalışan bir yazarın yaşadıklarını konu edinirken ister istemez 1999 yapımı, Charlie Kaufman'ın senaryosunu yazıp Spike Jonze'un yönettiği unutulmaz Being John Malkovich/ John Malkovich Olmak filmini anımsatıyor. Ne var ki öykü, filmin orijinal fikrinden bilinçli olarak etkilense de etkilenmese de benzerlik gösteren bir fikrin gerek yerelleştirilerek gerekse özgün bir olay örgüsü eşliğinde lezzetli bir şekilde evrimleşmesine bir örnek niteliğinde.

Benzer bir durum, Başarı Ödülü alan Gürkan Uluçhan'ın "Morgue Sokağı'ndaki Morgda Yaşananlar" adlı öyküsünde de kendini gösteriyor. Başlığından da anlaşılacağı üzere Edgar Allan Poe'nun "Morgue Sokağı Cinayetleri"nden 'el alan' öykü, korku filmi klasiklerine şık göndermeler de yaparak morgçu bir kız ve bir hastabakıcı arasında geçen ilişki üzerinden, ölüme, gündemimize de oturan "nekrofili" kavramına, aşka dair damağımızda unutulmayacak bir edebi lezzet bırakıyor. Görsellikten güçlenen atmosferiyle zihnimizde bir sinema perdesi açıyor ki edebiyat metnindeki sinematografik özellik kitaptaki çoğu öyküde de kendini gösteriyor. Zihninizde oluşan görsel dünyayla sınırlı kalmayıp bu öyküleri gerçek sinema perdelerinde göresiniz geliyor. Tam bu noktada, GİO Ödülleri'ne katılmış çizimlerin başarısına dikkat çekmeli ve onların arasından seçilmiş örneklerin kitabın tasarımına katkıda bulunduğunu da belirtmemiz gerekiyor. Belki ilerleyen yıllarda bu çizimleri kitabın içinde, öykülere eşlik ederken de görebiliriz.

Özellikle korku sinemasında son yıllarda ülkemizde baştacı edilen ve artık kabak tadı vermeye başladığını söyleyebileceğimiz İslami motiflerden beslenme eğilimi bu öykülerde neredeyse hiç karşımıza çıkmıyor. Korku unsuru yakalamak için elimizde halihazırda bulunan inler, cinler, periler, lanetler paketine ihtiyacımız olmadığını kanıtlayan, hayranlık uyandırıcı öyküler var bu kitapta. Sevgi Saygı'nın "Bebek" adlı öyküsü ve Mehmet Berk Yaltırık'ın "Kumarcı Bahattin"i hem tarihsel anlatıdan hem gelenekten beslenen hem de çağdaş olabilen güzel ve akılda kalıcı örnekler. Ali Aslankan'ın "Doğum" adlı öyküsü "En güzel kadın ölü kadındır" gotik düsturunu hatırlatacak bir şekilde bir Ophelia güzellemesi, tüyler ürpertici güzellikte bir aşk hikayesi. Belma Fırat'ın "Duygudaşlık Terörü", Ümid Gurbanov'un "İntihar Odası", Nihan Sayın'ın "Araf" adlı öyküleri ise akıllıca ve zarif sistem eleştirileri sunarak son derece özgün, distopik bilimkurgu denemeleri.


Tıpkı editörlerin bu seçmeyi hazırlama sürecinde zorlandıkları gibi, bu yazıda da kitaptaki öykülerin hepsine ayrı ayrı yer verememek içimize sinmiyor. Verdiğimiz örneklerle ayırt edici özelliklerini sunmaya çalıştığımız bu öykülerin sadece bilimkurgu, fantastik ve korku alanı gibi Türk edebiyatında şimdiye kadar öksüz kalmış bu türe katkı sağlamakla kalmayıp genel olarak yazın dünyamızda kurmacanın ve hayalgücünün sınırlarını zenginleştirmek adına dikkate alınmaları gerektiğini söylemek hiç abartılı olmaz. Bu anlamda FABİSAD'ın 'fantastik eylemleri'ne şapka çıkarıyor, onları destekleyerek eylemlerinin devamlılığını diliyoruz.

15 Mart 2014 Cumartesi

Sabit Fikir, 3 Mart 2014

Tefekkür patikasında bir arkadaş olarak eşek


Eski bir Türk atasözü şöyle der: "Yaşamış eşek insan gibidir." Atasözünün yaşlandıkça bilgeleşen insana benzettiği eşeğin gerek Batı gerekse Doğu edebiyat tarihinin çeşitli metinlerinde insandan da bilge bir canlı olarak baş tacı edildiğine tanık oluruz. 15. yüzyılın Divan şairlerinden Şeyhî'nin hicve dayalıHarnâme'sinin kahramanı eşek, toplumsal adalet üzerine okuyucuya sorular sordurur. Cervantes'inDon Kişot'unda Sancho Panza'nın eşeği, daha doğrusu Sancho'nun ona "eşek" demek istemediği için sadece ismiyle bahsettiği "Karakaçan" zaman zaman romandaki diğer karakterlerden rol çalar. Bir gün bir cezire valiliği edinme vaadiyle Don Kişot'un peşine takılan Sancho Panza, o çok istediği valiliği (Düşes'in ona yaptığı bir 'eşek şakası' sonucunda) elde ettikten sonra iktidarın hiç de heves edilecek bir pozisyon olmadığını anlayıp soluğu eski mütevazı yaşamının simgesi gibi gözüken "Karakaçan"ının yanında alır. Bu yeniden bir araya geliş, kavuşmanın sevincini barındırmakla birlikte, Sancho'nun bir nevi aydınlanmasına işaret ettiği için de aslında Don Kişot'un en unutulmayacak sahnelerinden biridir. Don Kişot'un atı Rosinante ile Karakaçan'ın, ikisi de ayrı bir meczup olan sahiplerine eşlik ederken kurdukları dostluk Don Kişot'un gözünden kaçmaz ve iki hayvan arasındaki dostluğun neden insanlar arasında olamadığına dair bir soru sormasına neden olur.

Aylak Kitap tarafından yayımlanan, John Berger'in "Muhteşem bir kitap" olarak addettiği Eşeklerin Bilgeliği- Kaotik bir dünyada sükunet arayışıedebiyat dünyasında eşeğe verilen payeye paye katıyor. Hem de bunu edebi ve felsefi bir lezzet vererek yapıyor. Roman ve deneme arasında gidip gelen yapısıyla kitabın yazarı Andy Merrifield bizi kendi kişisel yolculuğuna davet ederken hayat-hakikat-sükunet üzerine huzurlu bir tefekküre dalmamızı da sağlıyor. Osmanlı toplumunda, öfke ve hakaret dürtüsüyle bir başkasına yönelik kullanılan "şeddeli eşek" (çift ş'li eşek) tabiri günümüz Türk toplumunda da "ş" harfi mümkün olduğunca çok vurgulanarak kullanılmaya devam ediyor. Oysa edebiyatçılar için durum farklı: Merrifield'ın kitabında kelimenin sözlük anlamıyla da çıktığı yolculukta eşeği Gribouille onun Fransa patikalarındaki yoldaşı olmakla birlikte zihinsel yolculuğunda bir yol gösteren oluyor.

Kitabın yazarı Andy Merrifield coğrafya ve kent teorisi alanında uzman bir akademisyen. Yoksul bir Liverpool hayatından kopup gelerek büyük bir azimle akademik emellerine ulaşıyor ve İngiltere'nin, Amerika'nın çeşitli üniversitelerinde yıllarca hocalık yapıyor. 20. yüzyıl Fransız filozoflarının biyografilerini hazırlarken ilgi duyduğu Fransa, akademi ve şehir hayatından vazgeçip geri kalan hayatını geçirmeye karar verdiği ülke oluyor ve Merrifield Auvergne bölgesinde bir köye yerleşiyor.Eşeklerin Bilgeliği onun Gribouille adlı eşeği bir eşek çiftliğinden kiralayıp civardaki köylere doğru bir yolculuğa çıkmasını konu ediniyor. Bu yolculuk hikayesi, hâsılı bir yolculuk hikayesine yaraşır biçimde benliğe ve hayata dair sorgulamalar içeriyor. Merrifield, gündelik koşturmaca içinde tefekkür imkanı bulmak zor olduğundan, Freiburg civarında Kara Ormanlar'a karşı ahşap bir kulübeye çekilen Heidegger'den etkilenerek kendi tefekkür patikasına koyuluyor.

Edebiyattaki eşekler


Merrifield'ın koyulduğu tefekkür patikasının rehberi eşek Gribouille, her şeyden önce yazara üzerinde teorilerle uğraştığı kent yaşamının kaotikliğinden uzaklaşma fırsatı veriyor bütün sükunetiyle. Eşeğin kendine özgü sakin doğasını, karakteristik özelliklerini gözlemleyip dile getiren yazar, bu canlı üzerine düşünürken onun kutsal kitaplarda, çeşitli mitolojilerde, resimlerde, gravürlerde, filmlerde ve edebiyat yapıtlarında nasıl karşımıza çıktığını yolculuk sırasındaki çağrışımlarıyla keyifli bir dille aktarıyor. Hz. Muhammed'in yoldaşı olan ve o öldükten sonra intihar eden Yafur'dan, Sancho'nun eşeğine kavuşmasını "Barış Öpücüğü" adıyla resmeden 1863 tarihli Gustave Doré'nin elinden çıkma gravüre kadar eşeğin insanın imgelem dünyasında nasıl bir yer kapladığını açıklıyor.

Örneğin, Dostoyevski'nin meşhur budalası Prens Mışkin'in Basel pazarında duyduğu eşek anırması, Mışkin ve eşeğin saflığı üzerinden kurulan bir ilişkiyle birlikte düşünülecek olursa budalanın toplumdaki ayrıksı konumuyla ilgili vardığı aydınlanma anını gözler önüne serer. Amerikalı şair Anne Sexton 1962 yılında yatırıldığı akıl hastanesinde modern hayatın boca ettiği bütün duygulardan kurtularak tedavi olmak isterken Eşek Sırtında Kaçmak adlı şiiri yazar, aynı zamanda da bilinçdışını aktarmak adına yepyeni bir şiir anlayışı ortaya koyar. Şiirdeki ıstırap içindeki anlatıcı, "Açım ben açım, Anne, Anne, / Bin eşeğine kaç git sen" derken medeniyet ve toplum kaosundan kaçma özlemini dile getirir. George Orwell'in klasik romanı Hayvan Çiftliği'nin eşek karakteri İhtiyar Benjamin ise, tabi olunan düzenin çarklarının nasıl işlediğinden haberdar olan bilge bir karakterdir.


Merrifield'ın yol boyunca aklından çıkmayan, yer yer göndermelerde bulunduğu bir başka referans noktası da Robert Bresson'un 1966 yapımı Au Hasard Balthazar/ Rastgele Balthazar adlı filmi. Merkezine Balthazar adlı eşeği yerleştiren filmin hikayesi eşeğin insanlar tarafından uğradığı zulme ve bu zulüm üzerinden insanın doğasına dair kabul edilmesi işe gelmeyen yaşamın acı gerçeklerine dairdir. Merrifield'in yolculuk boyunca filmden anımsadığı sahneler insan ırkının yanında safiyet konusunda bir sıfır önde giden eşekler hakkında bizi daha çok düşündürürken, bir yandan da bir Bresson okumasıyla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz.

Öte yandan, kitabın bir göndermeler yığınından ibaret olmadığının altını çizmek gerekiyor. Kendisini sükunet içinde dinleyen birine içini dökmek, Fransızcasını geliştirmek adına onunla konuşmak da dahil olmak üzere Merrifield'ın eşek Gribouille ile kurduğu ilişki, geçmişini ve bugün olmak istediği yeri sorgulayıp saptamasında büyük bir yardımcı niteliğinde. Bu yüzden yazar çağrışımlara dayanarak yer yer geçmişte yaşadıklarına gidiyor, yazının başlarında adını andığımız Heidegger gibi çeşitli filozofların görüşleri üzerinden kendini ve her birimizin empati kurabileceği şekilde varoluşumuzu tartışıyor. Merrifield okuyucuyla tatlı bir sohbet edercesine, kıvrak ama en güzeli, mütevazı zekası ve mizah duygusuyla bizi bu yolculuğa dahil ediyor. Huşu ve dinginlik içinde yürürken Gribouille'un bir tür "eşek nirvanası" vecdinde olduğunu söyleyen bir yazarın mizah ve dil yeteneğinin hakkını vermek gerekiyor.

Merrifield, Gribouille'la çıktığı yolculuğun ona eşsiz bir hayat bilgisi kazandırdığını söylerken onu anlamamak ve ona imrenmemek elde değil çünkü Sancho'nun valilikten, iktidardan vazgeçip koşarak eşeğine sarılmasına benzer bir şekilde Merrifield da hayatı boyunca hayalini kurduğu, sonunda ulaştığı kent yaşamı ve entelektüel camianın rekabet, kibir ve hırsla örülü kaotikliğinden bunalarak, huzuru bir eşeğin sadelik ve sükunetle örülü yoldaşlığında, köyde, patikalarda buluyor. Bu sonuç en azından "bir eşeğin sırtına binip kaçmak isteyenlerin" anlayacağı bir durum gibi gözüküyor.

28 Şubat 2014 Cuma

Bir vampir 'güzellemesi': Only Lovers Left Alive



Ve zombiler dünyayı ele geçirir, kıyamet temasıyla beslenen en 'gore' filmleri nedense ağzımızın suyu aka aka seyrederiz. Jim Jarmush'tan ters köşe bir düşünce hamlesiyle insanlar bizatihi zombi Only Lovers Left Alive'da. Filmin ana karakterlerinden biri olan vampir Adam (bu filmde Jared Leto'yla karıştırılma olanağı yüksek Tom Hiddleston) yüzyıllardır çakılıp kaldığı bu dünyada insanları zombi biliyor. Byron'la içki masasına oturmuşluğu, Marlowe'un Shakespeare mahlası alması oyununa tanıklık etmişliği var ve en derininden varoluşsal ıstıraplar içinde. Müzik ve ruh ikizi Eve (Tilda Swinton) derdine tek deva. 

Jim Jarmush söz konusu olduğunda Bela Lugosi'li, Boris Karloff'lu oldschool vampir filmi klasiklerini beklemiyorduk zaten bu filmden. Ama içine en hasılı sinefil kaçmış olan seyirciyi bile ilk başta irkiltebiliyor film. Özellikle de bu dünyanın ahvaline ilişkin sorunları (insanların yamyamlığı, doğayı tahrip edişi vs.) dile getirişindeki 'klişe' havasıyla. Vampir olmak, hastalık bulaşmamış saf kanlar bulup beslenmek olsun, kimliğini ifşa etmemek zorunda olmak olsun başlı başına mesele. Bir de üstüne dünyada hızla gerçekleşen değişimlerin giderek iç karartıcı olması eklenince kahramanlarımızın 'dünyaya fırlatılmışlıkları' hepten içler acısı. Adam'ın Detroit'in terk edilmiş bir sanayi bölgesinde, terk edilmiş bir malikanede kendine kurduğu müzikle çevrili münzevi ve karanlık yaşam yadırgatıcı olmaktan ziyade son derece anlaşılır. Aynı şekilde Batılı 'hippie' kadının, yani vampir kadın Eve'in kendini Doğu'nun en egzotik köşelerine atması da öyle. Yüzyıllar boyu durdurak bilmeden Tanca'daki münzevi yaşamında edebiyatla karnını doyurabilir. Bir de bavulunda Elif Şafak da olmayaydı…

İş başa düşünce istemeden de olsa 'pis kan' deyip yanaşmadıkları insanların kanına muhtaç kaldıkları an çaresizliklerine, kendiniz bir insan değilmiş gibi üzülüveriyorsunuz. Virginia Woolf'un asırlar boyunca yaşayan kadın-erkek Orlando'su da "dünyaya fırlatılmışlığın" en çetrefilli hallerine maruz kalıyordu. Ama bir şekilde sonunda yaşamak zorunda kaldığı modern dünyayla dostane bir ilişki kuruyordu. Adam ile Eve'i ise müzik ve edebiyattan başka hiçbir şey teselli edebilecek gibi görünmüyor. Aramızdaki vampir kardeşler, anladınız siz onu.