22 Kasım 2010 Pazartesi

















Minör bir durum örneği olarak Kanak Attak edebiyatına bakış


Gilles Deleuze ve Félix Guattari’nin sunduğu “minör edebiyat” kavramına somutluk kazandırmaya çalışmak, açık seçik konuşan dil yerine “cırlamak”tan, “mırıldanmak”tan, “havlamaktan” ya da “kekelemek”ten bahseden kavramın doğasına ters düşer. Önce Deleuze ve Guattari’nin kendilerinin yaptığı “minör edebiyat” tanımına bakıp, sonra kavramın doğasını anlamaya çalışmakta fayda var. Onlara göre: “Minör edebiyat, minör bir dilin edebiyatı değil, daha ziyade, bir azınlığın majör bir dilde yaptığı edebiyattır. Ama temel özelliği, dilin, güçlü yersizyurtsuzlaşma katsayısından her koşulda etkilenmiş olmasıdır.” [1] Başka bir deyişle, azınlığın majör bir dilde bir nevi “konuşamaması”na ya da üçüncü bir dil bulmasına dayalı bir edebiyattan bahsederler. Majör dilin içinden yazarken, onu marjinalleştirmek, kırmaktır söz konusu olan. Deleuze ve Guattari’nin “minör edebiyat” kavramı yardımıyla inceledikleri Kafka için dilin yersizyurtsuzlaşması, “Prag Yahudilerinin yazma yolunu tıkayan ve edebiyatlarını olanaksız kılan şu çıkmaza işaret eder: yazmama olanaksızlığı, Almanca yazma olanaksızlığı, başka türlü yazma olanaksızlığı.” [2] Mevzubahis topluluğun, içinde bulunduğu “azınlık” psikolojisiyle yazıya başvurması kaçınılmazdır. Ne var ki, dillerindeki Almanca yeterince “kitabî” değildir; Deleuze ve Guattari’nin tabiriyle “tuhaf minör kullanımlara uygun, yersizyurtsuzlaşmış bir dildir” [3] Bu dil, majör dilin içinde kendi azgelişmişlik noktasını, kendi taşra ağzını bularak “başka türlü” deyişi yaratır.
Deleuze ve Guattari, Kafka üzerinden geliştirdikleri bu kavramı farklı dönemlerden ve coğrafyalardan yazarlarla da ilişkilendirirler: Thomas Hardy, Jack Kerouac, Robert Musil, Herman Melville, Dostoyevski...Nedir onları “minör edebiyat” denilen ortak paydada buluşturan? Bu yazarların her biri, majör bir dilin içinde minör bir kullanımı nasıl icat ederler? Deleuze ve Guattari, bu soruların cevaplarını vermeye çalıştıkça ortaya çıkan aslında bir beyin fırtınasından önümüze saçılan kavramlar silsilesidir. Kafka dışında örnek olarak verdikleri diğer yazarların etnik bir azınlığın içinden edebiyat yaptıklarını söylemek doğru olmaz. Örnek olarak verdikleri yazarları bir çeşit “saygın bir yeraltı soyu” paydasında buluşturmaları, “minör edebiyat” dedikleri kavrama kaçınılmaz bir şekilde soyutluk katmaktadır. Proust, “edebiyatın tam tamına bir tür yabancı dil oluşturma özelliği olduğunu; dilin içinde başka bir dil ya da yakalanan bir şive değil, ama dilin bir öteki, bu majör dilin bir minörleşmesi, onu alıp götüren bir sabuklama, egemen sistemden becerikli bir şekilde kaçış” [4] olduğunu söyler. Belli ki, Deleuze ve Guattari’nin “saygın yeraltı soyu”na dahil ettikleri yazarlar, Proust’un kastettiği gibi edebiyatın, sözlük anlamıyla azınlığa ait olmadan da başlıbaşına “minör” olabileceğinin örnekleridir. Kavramın bu kısmının muallaklığı ortadadır. O halde, “insanın kendi dili içinde bir yabancı olması”sorununu bir kenara ayırıp, kendi dilini bile bilmediği halde kendisinin olmayan bir dili kullanmaya zorlanan kişinin yapabileceği edebiyat biçimini incelemek, Deleuze ve Guattari’nin Kafka üzerinden somutlaştırdıkları gibi, minör edebiyat modeli hakkında daha çok fikir verecektir.
Toplumsal patolojilerin birey üzerinden dile saldırılarak dile getirilme çabası olarak nitelendirilebilir minör edebiyat. Majör dilin bu toplumsal patolojilere çare olmadığı bir dünyada, dili savunmanın, belki de dile umut bağlamanın tek yolu, ona “saldırmaktır.” [5] Dile saldıran bu edebiyat, bireyi doğrudan siyasal olanla da ilişkilendirir ki; “siyasi olma” durumu, minör edebiyatın yersizyurtsuz dilinden sonraki bir diğer özelliğidir. Kafka’ya göre onun “daracık mekanı, her bireysel sorunun doğrudan siyasete bağlanmasına” [6] vesile olur. Toplumsal bir arka plan eşliğinde bireyi unutan majör edebiyatın aksine, minör edebiyatın azınlıktan gelen bir homurtuya, mırıldanmaya, mikroskop altında büyütülmüş sahnelere yer vermesi, ona siyasi bir karakter de kazandırır. Öte yandan, bu minör sahneler içinde bireylerin yer alması onların birer “özne” oldukları anlamına da gelmez. Kafka’nın K kişisi, artık ne bir anlatıcı ne de bir kişidir, daha ziyade sımsıkı bağlı olduğu makinesel bir düzende kolektif bir aktördür. Bu durum, minör edebiyatın “kolektif sözcelem düzenlemeleri”nden [7] oluşan “kolektif” olma özelliğine de işaret eder.
Öz dilin ve majör dilin aynı anda göçebesi olmak, azınlıktan birtakım ne idüğü belirsiz gibi görünen ama “anlaşılma kaygısı” olan sesler çıkarmak deyince akla ister istemez kelimenin sözlük anlamıyla göçmen olan topluluklar ve onların yaptığı edebiyat geliyor. Almanya’da yaşayan ve Almanca yazan bir yazar olan Feridun Zaimoğlu’nun edebiyatı da bu bağlamda incelenebilecek bir alan olma özelliği taşıyor. Bu yazıda, Zaimoğlu’nun Koppfstoff / Kafa Örtüsü adlı eseri minör edebiyat bağlamında değerlendirilecektir.
Zaimoğlu’nun Kanaka Sprak-24 Misstöne vom Rande der Gesellschaft / Kanak Sprak. Toplumun kenarından 24 ayarsız ses adlı eseri, ona Almanya’da edebi minörlüğün yanı sıra bir alt kültür fenomeni olma özelliği de kazandırmış durumdadır. Zaimoğlu’nun nasyonal sosyalist ve punk hareketinden sonra Almanya’nın gördüğü en etkili (etki alanının genişliği burada ölçüt olan) hareketlerden birisi olarak değerlendirilen Kanak Attak [8] adındaki göçmen hareketinin güçlü bir destekleyicisi olmasının da bunda etkili olduğu bir gerçektir. Zaimoğlu’nun Kanak Attak girişimini yapıtının başlığına “Kanak Sprak” olarak alması son derece anlamlıdır. “Kanake” kelimesi, Almanya’daki göçmen tarihinin başlangıcından itibaren, literatürde göçmenleri aşağılayıcı bir kelime olarak geçer. Bu karşıt oluşum ise, kelimeye “kanak”la karşılık vererek, ona “karşıt” bir anlam yükleyerek, kendisine atfedilen olumsuzluğu “başka” bir şeye çevirerek, bir anlamda kelimeyi hiçleyerek, sahiplenir. Zaimoğlu ise, Almanca “dil”anlamına gelen “Sprache” kelimesinin yapısını bozarak onu “Sprak” haline getirir. Bu yapay kelime, doğrudan “Sprache”ye yani “dil”e saldırıda bulunur. Aynı zamanda, Deleuze ve Guattari’nin belirttiği gibi azınlığın kendi ‘azgelişmişliğini ve taşralığını’dille sahiplenmesine örnek oluşturur. Dolayısıyla “Kanak Sprak” başlığı, yeni bir dilin, anadilden ve yabancı dilden (bu arada Almancanın mı anadil, Türkçenin mi anadil olduğu en önemli sorulardan birisidir) belki harfleri saptanamayan bir ruhsal dilden de yardım alarak “yaratılan” bir dilin habercisidir. Konuşulamayan, ifade edilemeyen bir alanın dilidir bu. Deleuze, bu durumu henüz majör dilin buyurganlığı altına girmemiş olan çocuğun “konuşamama” sendromuna benzeterek, Lyotard’ın sunduğu “infantia” kavramıyla açıklar. “İnfantia, konuşulmayandır. Yaşamın bir dönemi olmayan ve geçmeyen çocukluk. Söylemin peşini bırakmaz...Kendini yazdırmayan, yazıda, belki de okumayı hiç ya da henüz bilmeyen bir okuyucuyu çağırır” [9] Kanak Sprak’ın, toplumun kenarından çıkan bu 24 “ayarsız sesi” de infantia sendromundan muzdariptir. 1995 yılında yayımlanmasının ardından ikinci ve üçüncü kuşak göçmenler arasında bir yeraltı hareketi başlatan Kanak Sprak, geleneksel anlamda bir roman olmaktan ziyade göçmen topluluğu içindeki çeşitli kesimlerden kişilerle yapılmış röportajların Zaimoğlu tarafından ‘orijinalliği’ bozulmadan edebi bir anlatıya dönüştürülmesi üzerine kuruludur. Anlatının türünün belirsizliği ve “toplumdan çıkan ayarsız sesler”de kendisini gösteren konu bütünlüğünden yoksun oluşu, onu minör edebiyat kavramına yaklaştıran özelliklerden birisidir.
Kanak Sprak’ın devamı niteliğindeki ikinci eser ve bu yazının konusu olan, Türkçeye de çevrilen Koppstoff / Kafa Örtüsü ise toplumun kenarından dile gedikler açan alt kültürün içindeki başka bir azınlığın sesine, kadınların sesine yer verir. Zaimoğlu, Deleuze’ün tabiriyle “tekil durumlar ve minör sahneler” [10] seçerek, rapçisine, üniversite öğrencisine, kuaförüne, anarşistine, sanatçısına, manavına, temizlikçisine, bar kadınına, öğretmenine ve fahişesine kadar olabilecek en farklı kadınları sahneye çıkartıp konuşturur. Sahneye birey olarak çıkan bu minör kahramanlar, uydurma kelimelerle, majör dilde dönüştürdükleri, yapılarını bozup biraraya ‘gelmemeleri’ gerektiği halde biraraya getirdikleri kelimelerle, sadece kendilerinin kullandıkları bu kelimelerle konuşurlar ve Deleuze ile Guattari’nin tabiriyle kolektif sözcelem düzenlemelerini oluştururlar. Rapçi Nesrin, “beyaz” dünyanın “kültür araştırması adını verdiği daltaraklık”tan [11], “ultra ılımlı liberalizm”den [12] dem vururken “karakafalılar”la “sarıkafalılar”ın hem birarada hem karşı karşıya olduğu bir ortamda, başta yarattığı dille olmak üzere, siyasi alana dahil olur. “Tek bir insanın deneyimiyle bütün Amerika’nın yazılabileceğinden” [13] bahseden Deleuze’ü haklı çıkarırcasına, minör edebiyatın siyasi kolunu da temsil eder. Zaimoğlu, Kafa Örtüsü’nün önsözünde, ilk eseri Kanak Sprak’ın yayımlandığı dönemin Mölln, Solingen ya da Rostock-Lichtenhagen’da meydana gelen kundaklama vakalarının olduğu döneme denk geldiğine dikkat çeker. [14] O dönemde aşırı sağ şiddet, hem fiziksel hem de sözlü olarak gündelik hayatın bir parçası haline gelmiştir. Dolayısıyla, Kanak Attak hareketinin bir karşıt oluşum haline gelmesi kaçınılmazdır. Ne var ki, zaman içinde aşırı sağ hareketin eylemleri kanıksanmaya başlamış, Alman toplumunun büyük kesimi önceleri eylemlere protestoyla karşılık verirken giderek sessiz kalmaya başlamıştır. Bir anlamda, karşıt oluşumun artık yeraltında belirmesine gerek kalmamıştır. Aynı şekilde, son yıllarda Nazi düşüncesinin temsilinin de gözle görülür bir şekilde, sadece çengelli iğneler, gamalı haçlar ve kundaklamalarla değil, kamusal alana yedirilmiş bir vaziyette olduğu aşikardır. Tam da bunun için Rapçi Nesrin’in dahil olduğu siyasal alan, kamusal ve ziyadesiyle siyasal olan alandır. Zaimoğlu’nun da belirttiği gibi, “Çizmeli Naziler siyasal gerçeğin yalnızca bir parçasıdır. Asıl kışkırtıcılar politikacı sınıfının tanınmış bazı temsilcileridir. Sloganlar uzun süredir toplumun göbeğinden yükselmektedir” [15] Eserdeki seslerden biri olan kadın kuaförü Nazan, çoğu kişinin siyasi eğitimini birahanelerde ya da kuaför salonlarında aldığına dikkat çeker. Üniversite öğrencisi Çağıl, Türk binalarını kundaklayan Naziler’in işini kolaylaştıran Almandan çok Almancı olan Türkler için “kalıplaşmış” anlamına gelip “Türk” kelimesinden türeyen ve minör dile yaraşır bir yapıya örnek teşkil eden “getürkt” [16] ifadesini kullanır. Başka bir karakter, kendilerine azınlık olduklarını unutturmak için sus payı olarak sunulan Alman refahını “Neckermann ruhaniliğine kendini kaptırma” [17] şeklinde adlandırır. Yusuf Atılgan’ın aylak adamının orta sınıf hayatının boğuculuğunu anlatmak için kullandığı “elipaketliler” tabiri, “Neckermann” ifadesini açıklamak için yardımcı olabilir. Neckermann, sayfalarında modern hayattan rüya tablolar barındıran, insanların bankalarındaki hesapları karşılığında bu rüya tabloları telefonla ısmarlayıp hayatlarına yamamalarına yarayan Alman alışveriş kataloglarından bir tanesidir.
Minör edebiyatın konu bütünlüğüne sahip olmaması, azınlık olmanın getirdiği sorunların da bir bütünlüğünün olmamasıyla doğru orantılıdır. Bunun içindir ki ayarsız seslerden bir tanesi toplumdaki majör güçlerin kalıplaşmış yargılarından dem vurur. Bu kalıplaşmış yargılar, metinde “Almanların makyaj çantası ile kitap dolu bir raf kavramını biraraya getirememe”si [18] şeklinde ifade edilir. Azınlıklara karşı gösterilen sözde hoşgörü, ayarsız seslerin hassasiyet gösterdiği konulardan bir diğeridir. Bu seslerden birine göre majör söylem, mevcut çoğulcu kültür ortamından rahatsızlık duymadığını vurgulamak istercesine “nekadarhoş”, “nekadardasevimli”[19] şeklindeki ifadeleri dillere dolamıştır. Bu ifadedeki kelimelerin tamamı birleşik olarak yazılır. Böylelikle, hoşgörünün “sözde” ve “kalıp” olma özelliği şekilsel olarak da vurgulanmış olur. Göç çalışmalarında hararetle tartışılan konulardan biri olan asimilasyonun azınlık üzerinde yarattığı travma, bu metinde yer alan kişilerden biri olan şık bir giyim mağazasında çalışan ve alımlı dış görünümüyle “değişmiş / Almanlaşmış Türk kızı” imajı çizen Şükran’a, çoğulcu kültür ortamının travmasıyla da birleşerek Hamletvari bir cümle kurdurtur: “Burada çürümüş bir şeyler var.” [20] Kaçınılmaz bir şekilde bir alt kültüre dahil olduğunun her daim bilincinde olan bir başkası, Ferah ise, “herkes kendi yeraltı oturağını iyi ayarlasa” bir umut olabileceğinin altını çizer ve siyasal bir önermede bulunur: “Mikserin zangırtısı bir şey katar”[21] “Mikserin zangırtısı” şeklindeki bir ifade, belli ki farklılıklardan oluşan bir bulamacın olumlu bir birlikteliğe dönüşebileceği fikrine / umuduna göndermedir. Öte yandan başka bir kişi, 19 yaşındaki bir lise öğrencisi, bulamaç fikrine sıcak bakmaz ve kaybolan değerler bütünü olarak gördüğü bu dünya için şöyle bir tabir kullanır: “Akü boşaldı, karıştır stilleri...” [22]
Birey olmaktan çıkıp Deleuze ve Guattari’nin söylemiyle “kolektif sözcelem dizgelerini” yaratan bu kişiler için söz konusu olan, örgütlenmiş, söylemleşmiş siyasi bir tavırdan çok içselleştirilmiş bir siyasiliktir. Yer yer nefret ve kızgınlık gibi yoğun duyguları içeren bu “hissediş” ve bakış açısı, onların kendilerine özgü dilini de oluşturur. Ne sadece argo ne sadece sokak ağzı ne de sadece melez lehçedir bu dil; o toplumun içinden çıkan bir edebiyatçının da “hissedişi” ve edebi yetisiyle şekillenen, konu bütünlüğü ve sığınacağı bir edebi türü olmayan bir çeşit anlatı bulamacında “mırıldanmaya” çalışır. Mevcut ırkçı bulamaç karşısında, Blanchot’nun bahsettiği gibi “varlık olmaktan fazlası olamayan” bireylerin “yapmamayı tercih etmelerini” [23] sunmak ister gibidir bu “ayarsız sesler”. Eylemsiz kalışlarıyla da siyasi duruşa dahil olan bu kişiler, kendilerini de acımasızca eleştirirler. Namluyu kendine çeviren, kendine acı çektiren azınlık kahramanının bilinciyle ve kızgınlıkla sahip olamadıkları iki majör dilin kelimelerini birleştirerek, “Türkolası ödlekçe titreme” [24] gibi bir tabiri kendilerine yakıştırırlar. Türkçe ve Almanca kelimeleri biraraya getirerek, Türkçe cümle yapılarıyla Almanca cümleler kurarak, Almanca cümlelere Türkçe yan cümlecikler ekleyerek, Türkçe deyimleri kendilerine özgü bir biçimde Almancalaştırarak, İngilizceden ve rap müzik jargonundan beslenerek, küfürlü, öfkeli, sert, keskin ve kendilerine özgü bir dille konuşurak “anlatmaya” çalışırlar. Almanya’da doğup büyüdükleri, Alman vatandaşı oldukları ve Almancayı “anadilleri” olarak öğrendikleri halde, dillerindeki bu hilkat garibesi Almancayı gururla taşırlar. Ve bu hilkat garibesi Almanca, dilbilim terminolojisindeki gibi bir şiveye değil; ruhsal bir alanda ortaya çıkan bir şiveye, “öteki” olma sancısına tekabül eder. Spinoza’nın “ruhumun sevdiğini ben de severim” [25] deyişini anımsatan bu kişiler, “öteki” olmanın yarattığı ne idüğü belirsiz şiveye pratikte de sahiptirler.
Deleuze’ün sıklıkla kullanmayı sevdiği “yersizyurtsuzlaşma” kavramı, bu eserin karakterlerinin “burunlarından kan gibi akan kanak şivesi” [26] ile hayat bulur. Deleuze ve Guattari’nin göçebelik olgusu üzerinden geliştirdikleri bu kavram, eserdeki temizlikçi kadının söylediği “Bugünlerde kimin bir vatanı var ki? Eskidi bu sözcük artık” [27] sözleriyle somutluk kazanır. “Vatan”a gereksinme duymayan bu kişiler, kelimeyi de simgesel olarak lugattan çıkararak bir anlamda majör dilin yapısıyla oynar. Sonuç olarak Zaimoğlu’nun eseri, karşıt örnek olarak verilebilecek Almanya’da Almanca yazılan, mevcut ve sıradan durumu geleneksel Türk motifleriyle bezeli, masallardan ve efsanelerden feyz alarak oluşturulmuş bir dille sunan, majör dile zenginlik katarak “canon”a dahil olma kaygısı güden başka bir azınlık edebiyatı modeli göz önüne alındığında, kavramları hiçleyişi, yine Kafa Örtüsü’nde geçen bir tabirle “oryantal laklaka”dan [28] uzak durmayı tercih ederek “başka” bir dil yaratışıyla minör edebiyata dahil olabilir gibi gözükür.



[1] Gillez Deleuze, Felix Guattari. Kafka, Minör Bir Edebiyat İçin. İstanbul: YKY, 2001. s. 25.
[2] Minör Bir EKafka, debiyat İçin. s. 25.
[3] A.g.y. s. 26.
[4] A.g.y. s. 14.
[5] Kritik ve Klinik. s. 14.
[6] Kafka, Minör Bir Edebiyat İçin. s. 26.
[7] A.g.y. s. 28.
[8] Kanak Attak oluşumunun internet sayfasındaki manifestosunun giriş kısmı: “Kanak Attak sınırlar üzerinden insanlara atfedilen, deyim yerindeyse beşik kertmesi ‘kimlikler’in ötesinde bir biraradalıktır. Kanak Attak pasaport ya da köken sormaz, pasaport ya da köken sorusuna karşı çıkar. En küçük ortak paydamız, belirli insan gruplarının ırkçı atıflarla toplumsal, hukuksal ve siyasal sonuçlara yol açacak şekilde Kanaklaştırılmasına karşı çıkmaktır. Kanak Attak milliyetçilik karşıtıdır, ırkçılık karşıtıdır ve etnolojik atıflardan beslenen her türlü kimlik politikası biçimini reddeder.” http://www.kanak-attak.de/ka/about.html, erişim tarihi: 07.12.07.

[9] Kritik ve Klinik. s. 144.
[10] A.g.e. s. 76.
[11] Feridun Zaimoğlu. Kafa Örtüsü. (Çev. Metin Zaimoğlu) İstanbul: İletişim, 2000. s. 13. Türkçeye çevrilmiş olan bu kitap, aslında Almanca konuşulan bir dünyada yaratılan başka bir Almancanın / minör bir Almancanın çevirisi durumundadır. Ve aslında, bu çevirinin kendisi de ne majör Almanca ne de majör Türkçe olan başka bir dil yaratmış olabilir.
[12] A.g.e. s. 16.
[13] Kritik ve Klinik.s. 13.
[14] Kafa Örtüsü. s. 10.
[15] A.g.y. ss. 10-11.
[16] A.g.y. s. 68.
[17] A.g.y. s. 75.
[18] A.g.y. s. 25.
[19] A.g.e. s. 14.
[20] A.g.e. s. 25.
[21] A.g.e. s. 19.
[22] A.g.e. s. 140.
[23] Kritik ve Klinik. s. 92.
[24] Kafa Örtüsü. s. 31.
[25] Kritik ve Klinik. s. 170.
[26] Kafa Örtüsü. s. 45.
[27] A.g.e. s. 50.
[28] A.g.e. s. 44.
*Bu yazı 2008 yılının Mayıs ayında Boğaziçi Üniversitesi'nde düzenlenen "Yazıdan Söze" adlı sempozyumda bildiri olarak sunulmuştur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder