Dünden kalanlar: Terry Eagleton'ın üniversite öldü mü acaba kabilinden Guardian'da çıkan yazısı 'elden ele' dolaştı internette orada burada. Üniversite de oldu bir status quo (statükocu mu diyeceğiz?) derken temel vurgusu sosyal bilimlerin soyunun tüketildiğine dair verdiği sinyallerdi tabii. Koskoca Eagleton laf söyledi bal kabağı olur mu denmesin ama yeni bir şey söylediğini pek zannetmiyorum. Bununla birlikte yazıyı bizzat internette paylaştığım sıralarda NTV'de Gündüz Vassaf, Murat Belge ve Şerif Mardin'in sohbet eylediği "Gerçek Orada Bir Yerlerde" adlı programda daha irkiltici ve 'yeni' bir şeyler duydum. Biz, üniversitede dersler online olacak, millet işsiz kalacak, millet daha da cahilleşecek amanın aman diyeduralım Gündüz Vassaf, Murat hocasının online vereceği bir dersin daha geniş ve de 'engin' kitlelere ulaşacağını, hem zaten ne öğrencinin ne de mesela Murat hocaların sabah erken kalkmak istediğini söylüyordu. Oxford'dan oradan buradan internet yayını yapan 'celebrity' profesörlerin derslerinin ne ulvi bir hizmet ettiğinin farkındayım ama bu adamlar bu işi tamamen 'online'a döndürmüş değil; hala organik bir iletişimin temelde yattığını görüyor ve de öyle olması gerektiğini düşünüyorum. Özellikle de özdisiplin ve özfarkındalık konularında milyon yıl geride olan ve bununla övünen Türk genleri sözkonusu olduğunda...Bununla birlikte Vassaf, İsveç'te akademinin kamuyla buluşturulduğu konusunda çarpıcı ve çok hoşuma giden bir şey söyledi. Doğruysa bu, akademik kariyerime İsveç'te devam etmeyi düşünebilirim. Doktora tezleri, halk jürisine sunuluyormuş, kamyon şoförü de akademisyeni de bu tezleri dinleyebiliyor, yorumlayabiliyormuş. Allahım, masal gibi geliyor kulağa...Akademiyle halk arasında bu yönden bir diyalog oluşturmak önemliymiş Vassaf'a göre. Öğrencilerin birçoğu akademi dilinden tabiri caizse tiksiniyor, anlayamamayı bırak anlamak istemiyor, aynı şeyi ben bile ekseriyetle hissederken bu diyaloğun gücüne inanmamak elde değil. Bu arada blog resmi olarak seçtiğim akademi avlusu gibi bir rüyadan oluşuyor hala kafamdaki "academia" imgesi. O da yalanmış...
Dün akşam izlediğim iki film üzerine yazacaktım, akademi baskın çıktı. Çocukluk aşklarımdan İzzet Günay'ın klasik filmi Akşam Güneşi'ni seyrettim sonunda. Hayatının iki aşk romanı masterpiece'ini ilan eden birisi Mösyö Pamük'ün Masumiyet Müzesi ile Reşat Nuri Güntekin'in Akşam Güneşi'ni tutkuyla anmıştı. Reşat Nuri, pek tutku uyandıran bir yazar değildir bende ama roman daha kayda değer olabilir diye düşündüm filmdeki ruhsal çalkantılarının çok derin olduğunu tahmin ettiğimiz karizmatik Nazmi karakterinin pat diye melaike kesildiğini, aşık oluverdiğini görünce. Gerçi insan pat diye aşık olmuyor muydu? Her neyse, karakterlerin daha ikna edici olduğuna inandığım romanı okurum belki bir gün, filmden kalansa İzzet Günay ve Sultan başta olmak üzere Parla Şenol'dan Nubar Terziyan'a bütün oyuncular, Rembrandtvari gölgelendirmeler, ara ara yürek kaşıyan gıcırtılı gergin melodiler, keskin geçişlerin komikliği ve güzelliği...
Birincisini ve ikincisini seyretmediğim Toy Story 3 ise dün izlediğim diğer filmdi. İzlediğim her şey üzerine yazacak değilim, yazmıyorum da ama bunun üzerine iki kelam etmezsem rahat edemezdim. Benim gibi oyuncaklarıyla ailevi bir ilişki kuran birisi için bu film ilk iki filmde ne olup bittiği hakkında hiçbir fikriniz olmasa bile tüyleri diken diken edecek bir hassasiyete sahip. O hassasiyet de sadece duygulara yoğunlaşmak anlamında değil, sinefil hassasiyetine de dokunarak sağlanıyor. "Çocukken oyuncaklarının değerini bilmeyen bir çocuk büyüyünce de bir haltın değerini bilmez" diye kışkırtıcı bir şey atarım vallahi ortaya.
eagleton'ın yazısını ben de okudum nilucan. çok doğru şeyler söylüyor ama yine de vassaf'ın bahsettiği o muhteşem isveç modeli pek az yerde işliyor. humanities bölümleri çoğu üniversitenin atalet yüklü pinekleme merkezleri gibi. orijinal hiçbir şey söylemeyen tezler, hiçbir yere varmayan mastürbatif muhabbetler...
YanıtlaSilBirer birer yıkılıyor hayallerim egecan:)
YanıtlaSil