4 Aralık 2010 Cumartesi

Naif üniversite ödevlerine devam...






Vüs'at Bey'in Godot'yu Beklerken Çiziktirdikleri Üzerine Bir İnceleme


1950’lerden itibaren, yaklaşık elli yıllık bir yazın serüveni olan –dört öykü kitabı, iki roman, iki oyun ve bir şiir kitabından oluşan bir yazın serüveni- Vüs’at O. Bener hakkında çok fazla değerlendirme yapılmamış olması dikkat çekici. Hakkında yazılanlara bakıldığında ise iki-üç farklı tavır dikkati çekiyor. Birincisi, çok fazla anlaşılamamış olmaktan kaynaklanan mesafeli, kuru bir ansiklopedik yaklaşım. Yazarı tanımlamayı, onu daha iyi anlayan, anladığı için de coşkuyla anlatmaya koyulanlara (Semih Gümüş ya da Nurdan Gürbilek gibi) bırakıyor bu yaklaşım, İnci Enginün’de olduğu gibi: "Hikayecilerimizin soyutlamaya ağırlık verenlerindendir; hakkındaki nitelendirmeler arasında “titiz bir işçilik taşıyan bir öykücü”, 'kapalı ve karanlık' ifadeleri bulunmaktadır. "(Enginün 342)
“Soyutlama”, “kapalılık ve karanlık” kelimeleri tanımlıyorsa bir yazarı, onun hakkında fazla yazılıp çizilememesinin nedeni de bu anlaşılamamazlık olur genellikle. Enginün’ün de Bener hakkında söyleyeceği kendine ait birkaç kelimesinin olmamasının, Bener’i başkalarının (Semih Gümüş’ün) kelimeleriyle tanımlamasının nedeni aynı olsa gerek.
Olcay Önertoy’a baktığımızda onun Bener’i en azından anlamaya çalıştığını ve onu bir yazar olarak kendince konumlandırdığını (ona benzer yazarları da bulup çıkararak) görüyoruz. Şunu da belirtmek gerekir ki, Önertoy, Bener hakkındaki değerlendirmesini 90’lardan önce yaptığı için yazarın ilk dönem öykücülüğü değerlendirmenin konusu. 90’lardan sonra bu öykücülüğün sınırlarının oldukça genişlediğini göreceğiz. Önertoy’a göre:
"Bener genellikle öykülerinde küçük kentlerin, küçük insanlarının olaysız, basit yaşayışlarını verir. Taşradaki günlük yaşayışı, küçük esnaf ve memurların tek eğlenceleri olan içki alemlerini, gençler arasında kimi kez sonuca ulaşmayan sevgileri verirken kişilerin ruhsal derinliklerine de inmeye çalışmıştır. Aralarına kendisi de katılan Bener’in kişileri, basit yaşayışları içinde biraz karmaşık bir ruhsal yapıda iki kişiliği olan insanlar gibi görünürler. Bu kişilerin en belirgin özelliği ise yazardan kaynaklanıyor gibi gelen can sıkıntısı içinde olmalarıdır." (Önertoy 271)
Konu edindiği ‘küçük insanlar’, onların çevresi ve sade hayatları nedeniyle Önertoy, Bener’i Esendal ve Sait Faik çizgisine yerleştirir. Bu sınıflandırmayı sadece kahramanları olan ‘küçük insanlar’ itibariyle sınırlandırmak yerinde olacaktır; zira, yazının ilerleyen bölümlerinde de göreceğimiz gibi, Bener’in öyküsü çok daha “Ben”e, hatta “Ben ve Öteki” sorununa, iç dünyaya, dolayısıyla da iç monolog, bilinçakışı gibi tekniklere dayanır, Sait Faik ya da Esendal’dan ziyade kahramanlarının karanlık ve sıkıntılı iç dünyaları nedeniyle Yusuf Atılgan ya da Oğuz Atay’a yakın durur. Zaten yaşamöyküsünden de bilindiği üzere, Atay ile yakın arkadaşlardır. Aralarındaki ruhsal benzeşme, şüphesiz edebiyatlarına da yansımıştır.
Vüs’at O. Bener üzerine düşünen ve yazan sayılı isimlerden biri olan Semih Gümüş’e göre ise Bener’i tanımlamada kullanılan “kapalılık ve karanlık”, “soyutlama” gibi özellikler onun birer meziyetidir ve onun öykücülüğümüzün olanaklarını zenginleştiren yazarlar denilince ilk aklımıza gelen isimlerden birisi olmasını sağlamıştır. (İpşiroğlu 51) Geleneksel anlatının en büyük ‘kozu’ anlaşılır ve açık olmaktır, hatta mümkünse aydınlık ve ferah. Sonunda zaman zaman bir kıssadan hisse de verilerek, ufak bir şaşırtmaca ya da ironiyle hafif bir tebessüm bırakılır okuyucuda; ki burada örnek olarak akla ilk Esendal geliyor yine. Ancak Bener’in sıklıkla başvurduğu iç monologlar ve bilinçakışı teknikleri (ki Orhan Koçak bunların kolay kolay iç monolog ya da bilinçakışı sayılamayacağını da söyleyecektir), kafaları ve duyguları karışık empati kurmaya fazla müsait olmayan anti-karakterleri anlaşılır ve aydınlık, bize hafifçe tebessüm ettiren cinsten değildir; dolayısıyla geleneksel hiç değildir. Bener’in öyküsü anlaşılmak için kendini atmaz ortaya; çünkü bu modern dünyada inatla açık ve anlaşılır kılmaya çalıştığımız her şey bir o kadar girift ve karanlıktır aslında yazar Bener’e göre. Nitekim geleneksel olana vurulan her darbe, Bener’in öyküsü için geçerli olduğu gibi, yeniyi ve farklılığı getirir.
Bu yazıda Bener’in bu karanlık, zorlu ama içine bir kez girildi mi anlam aramanın önemini kaybettiği ve belki de asıl bunun ‘anlamlı’ olan tek şey olarak kaldığı dünyasını tanımak ve yaşamak için yayınlanma sırasına göre öykü kitaplarına ve onların içinden seçilmiş öykülere yakından bakılmaya çalışılacaktır. Öncelikle yazarın yaşamına bir gözatmak gerekiyor. Kendisiyle yapılan söyleşilerin birinde Bener, özyaşamıyla ilgili “Behçet Necatigil’in açıkladığı kadarını bilsinler yeter” der. (Gültekin 136) Bakalım Necatigil, Bener’in hayatını nasıl anlatmış?
"Günümüz yazarlarından, doğ. 1922 Samsun. Ankara Hukuk Fakültesi mezunu. 1941-1978 döneminde kamu kesiminde görev yaptı. 1979-1992 döneminde bir sendikanın danışmanlığını yürüttü. Yeni İstanbul gazetesinin New York Herald Tribune gazetesiyle birlikte düzenlediği Dünya Hikaye Yarışması’nda “Dost” isimli hikayesiyle üçüncülük kazandı (Yeni İstanbul, 10 Ağustos 1950). Seçilmiş Hikayeler (1951-1952), Varlık (1952-1955) ve Yeditepe dergilerinde yayımlanan hikayeleriyle tanındı...Hikaye kitapları: Dost (1952), Yaşamasız (1957), Siyah-Beyaz (1993), Mızıkalı Yürüyüş (1998)" (Necatigil 84) *

* Alıntıda yazarın sadece hikaye türündeki eserlerine yer verilmiştir.


Necatigil’in bu satırlarının kitabının 1999 yılı baskısına ait olduğunu göz önüne alacak olursak birtakım güncellemeler yapmak gerekiyor. Örneğin, 2001 yılında son öykü kitabı olan Kapan’ın yayınlanması ve 2005 yılında Bener’in 73 yaşında aramızdan ayrılması gibi.
Yazarın, okuyucusunun kendisi hakkında sadece Necatigil’le sınırlı bir bilgiye sahip olmasını istemesinde ironik bir taraf vardır; çünkü öykülerinin büyük çoğunluğunda (anlatıcı ses neredeyse hep I. tekil şahıstır) aslında kendisini anlatır, kendi yaşamından olaylara, kesitlere yer verir. Askeri lisede okuyuşu, baba evinden ayrılışı, biri erkek biri kız kardeşleri, yaptığı evlilikler, kendi içki alemleri vs. girer öyküsüne. İlk akla gelen örnek Dost-Yaşamasız kitabındaki (ilk öykülerinden) “Kan” isimli öyküdür. Doğum sırasında bebeğini kaybettiği gibi kendisi de ölen bir kadını anlatır bu öyküde. Kanı, parçalanmış etleri, kısacası “rahatsız edici olanı” hiç çekinmeden, sakınmadan, ayrıntılara inerek, bütün çıplaklığı, gerçekliği ile sertçe gösterir. Böylelikle buz gibi bir taşa çarpmış gibi hissettirir kendini okuyucuya, en önemlisi gerçekliğini hissettirir ve daha çok etkiler. İleride kurmaca ve otobiyografiyi tamamiyle iç içe geçirten Mızıkalı Yürüyüş-Kara Tren ve Kapan adlı öykü kitaplarında bu olayın, kurmaca formatında da olsa, gerçekten başından geçmiş olduğunu (“Optalidon”, “Yaylı Çalgılar”, “Bir Tutam Saç”, “Ölüm Hak Miras Helal” adlı öykülerde) görürüz.
Bilindiği gibi Yapı Kredi Yayınları, Bener’in ilk öykülerini Dost-Yaşamasız adı altında yayınladı. 90’lardan sonra yazacağı otobiyografik öykülere nazaran kurmaca özelliği daha ağır basan bu öykülerde inadına insanların kötülüklerinin altı çizilir, ama bir yandan da bu kötülüğün ne kadar insani olduğunu fark ederiz. Yeni, modern dünyanın insanıdır söz konusu olan. Güvensizlik, yalnızlık, korku, şefkat ihtiyacı, çocukluğa dönme arzusu, hastalık (hem ruhi hem fiziki) bu dünyanın olmazsa olmazlarıdır ve doğallıkla Bener’in öykülerinin başlıca konuları olurlar. Bener bu içerikle paralellik gösteren alışılmadık bir dil kullanır. Kesik kesik, çoğunlukla öznesi olmayan (çünkü özne kendini kaybetmiştir), bilhassa bırakılmış boşluklara yer veren (ki okuyucu bu boşlukları tamamlasın), uzun sessizlikler yaratan (iletişimsizliğin gücü daha da net ve acı bir şekilde ortaya çıksın diye), ayrıntılardan ve rahatsız edici olanları özellikle ayrıntılandırmaktan kaçınmayan , çirkini ve uyumsuzu öne çıkartan bir dildir bu. Şimdi Dost-Yaşamasız adlı kitabından seçilmiş bir öyküye geçip bu özelliklere daha yakından bakalım.



“Dost”

Öykünün adından itibaren ironi başlar. ‘Dost’unun karısını ayartan bir adamdır öykünün I. tekil anlatıcı sese sahip ana karakteri. Öyküde yer alan her karakter yozlaşmış insan modeline tekabül eder. Hiçbiriyle özdeşim kurmamıza izin vermez yazar. Cemile Sümeyra ve Köksal Ayver’in dediği gibi insani değerlerin tükenişini hikaye etmiştir yazar. Bireyselliğe teslim edilen, samimiyetten yoksun ilişkiler konu edilir. (Sümeyra, Ayver 343)
Ana karakterin karısı yeni ölmüştür, ama buna çok üzüldüğünü söyleyemeyiz. Hatta ölen karısının bu ‘çekilmez’ hayattan kurtulduğu için belki de daha şanslı olduğunu ima ederek, vicdan muhasebesi içinde kendi kendini rahatlatır:
"Ne zavallılık. Bu kadının da umutları vardı elbet. Karımın olduğu gibi. Kabahat kimde?Uyuşamadık işte. Hangimiz kurtuldu? Bana ne. Duyuyor mu bir şey? Toprağı bol olsun. Değer mi çekmeye. Sanki yaşamak..."(Dost-Yaşamasız 14)
Bu son derece kendini, “Ben”i öne çıkartan ve onu korumaya yönelik tavır ‘arkadaşı’ olarak tanıdığımız Ali ve karısı Naciye’ye olan tutumunda da kendini belli eder. Kendisini sevdiğini öğrenen arkadaşının karısı Naciye’ye karşı acıma ve alayla yaklaşır, bir yandan da en ufak bir hassasiyetin bile gereksiz olduğunu hatırlatır kendine:
"...Senin de için sıkılıyor Naciye. Ne bakıyorsun. Hakkın var, çekilmez. İrili ufaklı dört çocuk. Bu kaba, ahmak herif. Düşmüşsün bir kere. Laf, bana ne düşmüşse? Bütün dertlerin tasası bana mı ait?" (s. 15)
Bir yandan cinsel arzularına gem vuramayıp, arkadaşının karısına yanaşır, bir yandan da yaptığından pişmanlık duyar. Oğuz Atay’ın, Bilge Karasu’nun kahramanları ya da Dostoyevski’nin “yeraltı adamı” gibi kendini aşağılamaktan da hiç geri durmaz, rezilliğini kendine ballandıra ballandıra tekrardan anlatır, hatırlatır. İçindeki ikinci ses araya girerek gerekli hatırlatmaları yapar ona:
"Yürü be. Bu kadar mı alçaldın?...Yatmalı...Akşam olanlar...Rezalet!...Enayi, sızmasaydın işte. Bırak bırak kimseye görünmeden gitmeli...Kabahat bende. Temizle bakalım şimdi.” (s. 19-20)
Öyküde arkadaşı olarak sunulan Ali de aslında arkadaş niteliği taşımaz. Ana karakter için dükkanının önünden geçerken uğranıp, sadece ‘sıkıntıdan’ bir iki kadeh bir şey içilip, vakit geçirilecek bir insandır, üstelik kaba sabadır. Bener’in yarattığı karakter burada da Oğuz Atay ve Yusuf Atılgan’ın karakterlerini hatırlatır: içlerinde nedeni belirsiz bir sıkıntıyla ‘aylak aylak’ dolaşan, içkiyle oyalanan, aslında okumuş, kültürlü, burjuva ama kitaplarla ya da sanatın diğer dallarıyla oyalanmaktan da usanmış karakterlerdir bunlar. Atılgan’ın “aylak adamı” da oyalanmak için sanatın hangi dalıyla uğraşacağını şaşırır, sürekli kitaplar, resimler, plaklar biriktirir, ancak hiçbiri fayda etmez. “Dost”un ana karakteri de Ali’ye bakarak içinden şunları geçirir:
"Allah belasını versin. Hayat mı be! Şimdi ben zevk mi alıyorum, bu adamla oturup içmekten? Sıkıntı işte. Keşke eve gitseydim. Kitaplar. Yerin dibine batsın kitaplar! Ne öğrettiler bana? Sökebildiler mi içimdeki huzursuzluğu?" (s. 11)
Ana karakter, son derece ironik bir şekilde öyküsünü anlatmaya Ali’nin ‘dostu’ olduğunu söyleyerek başlar; ancak hemen ardından Ali’nin bütün kötü özelliklerini sıralar, iyi bir özelliği yoktur zaten Ali’nin:
"Kasap Ali dostumdur. Eline geçen parayı içkiye yatırır...Bir yanda et parçalar, fukara kadınlara on kuruşluk ciğer doğrar, ötede kanlı ellerini pis önlüğünde temizleyerek rakısını gırtlağına aktarır. "(s. 9)
Patavatsızdır Ali, kabadır, içki içer, rakısının suyunu bardak yerine testiden midesine boşaltır, karısına kötü davranır, acımanın gereksiz olduğunu düşünür. Daha da ironik olanı ana karakter ısrarla birkaç kez “bu herifte kalp denen şeyin olmadığını söyler”; ancak kendisi ‘dostu’ dediği insanın karısıyla ilişkiye girmeye kalkışacaktır. Ali’yi kötüler, ama kendi “tuhaflığından” ve acımasızlığından hiç haberdar değildir:
"Karım gömülürken beraberdik. Hoca berbat bir sesle anlamadığım şeyler söylüyordu. Tabutun testereyle kesilmesi sırasında kulağıma eğilip: “Bu iyi işte. Çabuk çürür ölü” dediği zaman bile, bugünkü kadar canımı sıkmamıştı. Dahası onu, bütün ötekilerden daha dürüst bulmuştum." (s. 11)
Kadın karakteri sevmemize de izin vermez Bener; çünkü o ancak şiddete tepki vermeyen silik, cinsel yönden tatminsizlik içinde, ilk fırsatta kocasının arkadaşıyla bu tatminsizliğini gidermeye hazır bir karakterdir. Ana karaktere yazdığı mektupta ve birkaç kere daha, onunla beraber olmak uğruna çocuklarını bile hiçe sayacağını belirtir. Kocasını evden atıp (çünkü ev kendisinin üzerinedir) kocasının arkadaşını o eve alacak kadar da acımasız olur gerektiğinde.
Görüldüğü gibi hiçkimse masum değildir bu öyküde. Okumuşu da okumamışı da bencillik, acımasızlık, güvensizlik, kaçıp gitme isteği, cinsellik zaafiyeti içindedir, Bener’in diğer öykülerinde de olduğu gibi. Semih Gümüş, Bener’in insana uzaklığını öyküsünün başlıca özellikleri arasında saymak gerektiğinden söz eder:
"Duyguculuğu kesinkes dışlar öykülerinden. İnsanları sevgisizdir. Yalnızdır. Kendilerini çevrelerinden yalıtlamışlardır. Bütün bir yaşama ilençle doludurlar sanki. Kendilerine karşı da horgörülüdürler. Ama aynı kişiler kendi durumlarının da farkındadırlar." (Gümüş 108)
Çoğu öyküsünde karşımıza çıkan I. tekil şahıs anlatıcı ses, eylemlerin arasına karışan iç konuşmalar ve bilinçakışlarıyla kol kola gider. Anlatıcı ses yaşadığı olayı bize anlatırken içindeki bir ikinci ses de sürekli araya girip, düşündüklerini, sessiz konuşmalarını, vicdanıyla ya da geçmişle hesaplaşmalarını, hayallerini vs. aktarır. Bu öyküde de büyük yer tutan diyalogların arasına sürekli olarak iç ses karışır:
"Naciye deminkinin tersine, yalnız kalışımızdan sıkılır gibi.
-Bir kahve pişireyim mi, açılırsınız.
“Sınız. Niye sınız!”
Başımı salladım....
-Sen nerede yatacaksın?
Bakışları öyle bir bulandı. Sert bir sesle:
-Burada, dedi.
'Laf, numara yapıyor. Pekala!' " (s. 18)
Semih Gümüş’e göre “Bener’de çetin, çetrefil görünen, onun anlatısının hep bir iç ses, olarak kendini göstermesinden, insanın derin dünyasına vuran, onu döven söz ve sözcük dalgalarıyla oluşan yapısından ötürüdür.” (Gümüş 133) İnsanın iç dünyasının karmaşıklığı bir kurmaca yapıtın anlaşılırlığına ket vurmaya yeter de artar bile. Bu “kapalılık” konusu bir yandan da akla İkinci Yeni şiirini getirir. Daha fazla imgelem, daha fazla bilinç ve bilinçaltı yansıması (ki bu da karmaşayı getirir beraberinde), dilin iletişime ve anlaşmaya yetmediği düşüncesi, dolayısıyla dilde yaratılmaya çalışılan kırılma İkinci Yeni şiirinin de “anlaşılmaz” olduğu konusundaki suçlamaları beraberinde getirmiş ve büyük kitlelerin bu şiire yaklaşmasını engellemişti. O zamana kadar gördüğünden açık ve net, belirli bir anlamı çıkarması beklenen okuyucuyu kendi içine çağıran, kendi okumasını yaptıran bu şiir alışılmadıktır, tıpkı Vüs’at O. Bener yazını gibi. Okuyucu ard arda sıralanmış bilinç dizgisinde kronolojik düzen, anlam devamlılığı, geleneksel sebep-sonuç ilişkisi bulamaz. Enis Batur, Bener’in anlatı denklemlerini kurgu masasında altüst etmeye giriştiğinden söz ederek, bu durumu şöyle açıklar:
"Üç hamleden ortadakini çarçabuk devreden çıkarıyor, ardı ardına dizdiği iki öğenin toplamının üzerine seçerek eksilttiği ara öğenin gölgesini düşürüyordu. Okuru bir açıdan bakıldığında tökezleten, bir başka açıdan bakıldığındaysa örgünün tamamlanması işlemine ortak kılan, ‘işin içi’ne katan bir dokuma anlayışıydı bu.” (Bir Usta Bir Dünya 11)
Bener’in öykülerinde göze çarpan bir diğer özellik “Dost”ta da karşımıza çıkıyor: rahatsız edici olanı bütün çıplaklığı ile verme. Alışılageldik estetik, güzellik anlayışına ısrarla çomak sokar gibi, pis, çirkin, mide bulandırıcı olanı son derece canlı bir şekilde sunar okuyucuya. Bir yandan buna alışmamızı, algılarımızla oynamayı ister gibidir. “Kan” adlı öyküsünden bahsederken buna biraz değinmiştik. “Dost”un ana karakterinin ‘dost’u Kasap Ali, kanlı ellerini pis önlüğünde temizler, geniş ağzını elinin tersiyle siler. Anlatıcı bir yandan mekanı sunarken gözleri hep algılarımızı çimdikleyen görüntüleri görür: “Çengele takılı bir öküz yüreğinden toprağa kan damlıyordu.” (s. 10) ya da “Tavandan bir şey düşer gibi oldu. Örümcekmiş. İleri geri sallanıp duruyor.” (s. 12) gibi. Aynı şekilde “Dam” adlı öyküsünde de satır aralarına serpiştirerek de olsa estetiği bozmak için hamleler gerçekleştirir. Karakterlerden birinin suratında kocaman bir ben vardır. Ana karakterin önüne iri bir kurbağa sıçrar ve ana karakter onu eziverir. “Kibrit” adlı öyküde karakterlerinden birinin dişsiz ağzına vurgu yapar. Sanki ona göre ballandıra ballandıra anlatılması gereken güzellik değil, çirkinliktir. Gene “Kan” adlı öyküsünde çocukluğa dair bir anıdan bahsederken, çocukluk denince bizde uyanan masumiyet, sevecenlik, şirinlik hissiyatını, estetiği çok etkili bir şekilde bozarak tersine çevirir:
“Çocukluğumu düşünüyordum deminden beri.” Güldü: “Hatırlar mısın? İlk defa ava çıkmıştık seninle. Serçelerin kafasını koparmayı ilk o gün öğrendiydim. Bana şöyle tut, böyle çekiver dediydin. Sonra sustalınla göğüslerini yardıydık. Peşpeşine üç yürek sen yuttuydun, üç tane de bana yutturmuştun...” (Dost-Yaşamasız, s. 143)
Bazı boşlukları okuyucunun doldurması için özellikle bırakır Bener. “Dost” öyküsü için belki de görünürde en önemli anlardan biri sayılabilecek olan ana karakterin arkadaşının karısını öpme anı hiçbir şekilde anlatılmaz. Anlatıcı, kadının dudaklarının sıcaklığından bahsettiği anda okuyucu olarak irkilir, birkaç satır geriye gider ve “öpme anını” ararız, ama yoktur. Zihnimizi sürekli olarak açık tutmamız gerekmektedir ki, Bener’i en kıdemli modernistlerden yapan özelliklerden biri de budur.
Sinir bozucu, gerginlik yaratan sessizlikler de Bener’in öykülerinde sıklıkla rastlanan bir özelliktir. “Sustuk. Gene o sıkıntılı hava.” (s. 14) Anlatılması, açıklanması zor olan bir durum (yasak bir ilişki uygun bir örnek) ancak uzun sessizliklerle anlam kazanabilir. “Leblebi” adlı öykü bu “belagatli sessizlikler”in en etkin bir biçimde yer aldığı öykülerden biridir. Yaşlı bir leblebicinin dükkanına gelen küçük bir kızla arasında geçen kısa ilişkiyi anlatır öykü. Bu sıkıntılı durum Ömer Lekesiz’in de belirttiği gibi, bütün anlamlar seslendirilmeden, anlatı içinde bırakılan suskulara anlamlar yüklenerek, daha doğrusu okuru bu anlamları yüklemeye çağırtarak çarpıcı bir düzeye ulaştırılır. (Lekesiz 444)

“Siyah-Beyaz”

Uzun yıllar yazmaya ara veren Vüs’at O. Bener, 1993 yılında Siyah-Beyaz adlı öykü kitabını yayınlar. Siyah-Beyaz’dan itibaren yazdıklarını (Siyah-Beyaz, Kara Tren, Mızıkalı Yürüyüş ve Kapan’ı) “yaşlılık” dönemi eserleri olarak adlandırabiliriz kolaylıkla. Zira bu dönem öykülerinin en belirgin teması yaşlılık, hastalık, ölüme az bir zaman kala hayatta oyalanmadır. Bu dönem yazdıklarının dikkat çekici başka bir özelliği daha önce de belirttiğimiz gibi kurmaca ve otobiyografinin iç içe geçmiş olmasıdır. Öykülerinin kahramanı artık yaşını başını almış yazar Vüs’at O. Bener’dir, yazar dostlarıyla başından geçenleri anlatır, çok sevdiği kız kardeşi ve erkek kardeşine isimlerini değiştirerek yer verir, gençliğine dönerek ölen ilk karısını, ikinci evliliğini anlatır, çocukluğuna dönerek babası ve annesini, askeri lisede geçen ilk gençlik anılarını anlatır. İşin ilginç tarafı bu anıların bazılarını okuduğumuzda yıllar önce yazdığı öykülerin çıkış kaynakları olduğunu keşfederiz.
Bu kurmaca mı otobiyografi mi olduğu muallak olan yazı parçalarında zaman hiçbir şekilde kronolojik değildir. Anılar ve bugün arasında gidip gelir Bener: askeri okul anısından bahsederken birdenbire doktora, kontrole gitmesi gereken yaşlı yazar araya girer, ardından da ölüm döşeğinde bıraktığı ilk karısına atlayabiliriz. Orhan Koçak, otobiyografi biçiminin kendi türsel gereklerine uyulmadığını belirterek bu durumu şöyle açıklar:
"Başlangıç değil, çoğu belirsiz olan başlangıçlar vardır: Notların başlangıcı, yazımın başlangıcı, anlatıcının yaşamının karanlık bırakılmış başlangıçları...Süren değil, parçaları olan bir yaşam vardır sanki ortada. Ama kendi yaşamını otobiyografi biçimine sahip bir kurmaca olarak mı sunuyordur Bener, yoksa otobiyografiyi andıran bir kurmaca mı yazıyordur?" (Gültekin 26)
“Siyah-Beyaz” adlı öyküsüne daha yakından bakacak olursak Bener’in neden zaman içinde giderek daha da çok “kara anlatı yazarı”na dönüştüğünü anlarız. Hiçbir şey ‘olmaz’ bu gökyüzünün ‘kapkara’ olduğu öyküde. Mevcut olan durum ise kaldırımda durmuş caddeye bakan bir insanın iç konuşmasından anladığımız kopkoyu bir karanlıktır, iç sıkıntısıdır, hesaplaşmadır, korkudur (yenilmekten ya da ölümden), gördüklerine bir eleştiridir. Nedir gördükleri? “...spor arabasından mutlu çift gülücüklerini sergileyen reklam panoları”dır. (Siyah-Beyaz,s. 7) Modern dünyanın can sıkıcı sahteliklerine tekabül eder. Caddedeki insanlara bakar, onların iletişimsizliğini görür: “Bilinmeze götürüldüklerinden habersiz görünen soyunuk, ne erkek, ne dişi insanlar da duruyor, sırtları birbirlerine dönük, nereye baktıkları belli değil.” (s. 7) Bu ‘bilinmez’ çoğu insanın farkında olmadığı, kendisi gibi farkında olanların ise bitmeyen bir iç sıkıntısı ve acı çektiği bir bilinmezliktir. Bu ‘bilinmez’ dilin ifade edebileceği bir şey değildir, dil modern toplumda en sıradan halleri bile ifade etmekten aciz olmuştur zaten. Bundan duyduğu sıkıntıyı da dile getirir kahraman: “ Sözcüklerin tek tek karşılıklarını bilmenin anlamsızlığını, birleştirildiklerinde bile anlam kazanmayabileceklerini anlamaktan uzağım.” (s. 8) Sıkıntısı o kadar belirgindir ki iç konuşmasına bir iç savaş demek daha yerinde olacaktır. Bu savaştan da o kadar korktuğu halde yenik çıkar:
"Boşaldı ekran. Düz bir çizgi akıp gidiyordu. Durmuş olmalıydı yüreğim. Son bir çırpınışla ağzımı açtım, bağıramadım: BEKLEMEDİM. YENİLMEKTEN KORKMADIĞIMI SANDIM. YENİLDİM."(s. 8)
Artık Bener’in öykülerinin hemen hepsinde görülecek olan içi kararmış, kederli anlatıcı ses ikiye bölünür. Bir ben vardır benden içeri. İçinden bir “öteki” çıkar karşısına dikilir, ona gözlerini diker hiç konuşmadan ama çok şey anlatarak, bazen de hiç susmayarak rahat bırakmaz onu.
"Arka sıralardan bir pencerenin camı açık. Bu ‘ben’ miyim?...’Ben’ de beni görmüş olmalı, başını çıkardı pencereden –dev balyozlar pamuk yığınlarına dalıp çıkıyor, çıt yok, dudaklarının kıpırdanışını izliyorum ‘ben’in, “buluşalım” demeye mi getiriyor?" (s. 7)
Öteki ‘ben’ ile olan buluşmasını gerçeküstü denebilecek öğelerle anlatır zaman zaman da. Bu açıdan Dali’nin resimlerini ya da Sevim Burak’ın öykülerindeki gerçeküstücü imgeleri çağrıştırır. Gene “Siyah-Beyaz” da birisi kahramanımızın kürek kemiklerinin arasına sokulu anahtarı çevirmeye başlar. “Bavul” adlı öyküsünde ‘ben’ bir bavulun içine tıkıştırılmıştır. Bundan sonraki öykülerinin hemen hemen hepsinde hastalık, başlıca karakterlerden birisidir. En derin iç hesaplaşmalarının arasında bile tansiyon ilacını alıp almadığını hatırlamaya çalışır anlatıcı, “Siyah-Beyaz”da olduğu gibi. Nurdan Gürbilek ne kadar da çok hastalık ve ilaç ismi geçtiğinden bahseder Bener’in öykülerinde:
"yüksek tansiyon, damar sertliği, sırt ağrısı, gırtlak hırıltısı, bağırsak gurultusu. Vermidon, onadron, lidanil, isordil, nobraksin, parol, cipram...Kuşpalazı, köpek memesi, kan çıbanı, bronşektazi; anfizem, glokom, paranoya, dipsomani." (Gürbilek 208)
Bunlara yer vermekten çekinmez, çünkü bunlar hayatın tatsız da olsa gerçekleridir, tıpkı gündelik hayatın gereksiz gibi görünen ama sıkıntılı ayrıntıları gibi: bulaşık yıkamak, çorap örmek, akşamdan kalma içki sofrasını toplamak vs.
Son olarak “Siyah-Beyaz” adlı öyküyü Turgut Uyar’a ithaf ettiğini belirtip (ki daha önce bahsettiğimiz İkinci Yeni şiiri benzerliği ve Bener’in bu şairlerle ruh kardeşliği düşünülünce anlamlı olacaktır) Bener’in son öykü kitabı olan Kapan’dan bir öyküye geçelim.

“Dönüşsüzlüğe Övgü”

Bener’in anlatıcısının artık kabullendiği kendiyle savaşta yenilme bu öyküde de karşımıza çıkar. Bunu örneklendirmek için postmodern anlatının metinlerarasılık özelliğinden yararlanarak Nietzsche Ağladığında’nın karakterlerinden biri olan Doktor Bauer’i kullanır. Freud’un uyguladığı hipnoz yöntemiyle umutsuzluğun eşiğinden hayata dönen Bauer ile kıyaslar kendini anlatıcı. Sonra umutsuzluklarının eşiğinden dönemeyenleri düşünür ve intiharı sorgular: “Virginia Woolf, Ernest Hemingway, daha niceleri. Bitti’yi algıladıklarında bu yolu seçtiler. Gerçekten yürekliydiler. Bencileyin zayıf, korkak değil.” (Kapan, s. 9) Yaşamı bir “sürgün, köle düzeni” olarak görür anlatıcı. En sonunda kendi zırvalamalarından kendisi rahatsız olup susmaya karar verir; ki “anlatmak ya da anlatmamak” Bener’in başlıca sorunlarından birisidir aslında: Ölümün gerçekliği karşısında anlatmanın ne önemi var? Dolayısıyla hiçbir zaman kendini tam olarak bir yazar olarak göremez. Öykülerinin içine serpiştirilmiş gizli birer “Ne diye anlatıyorum ki bunları?” sorusu vardır sanki. Hatta zaman zaman okuyucularına bile acır, “Kırık Fincanlar” adlı öyküsünde olduğu gibi:
"Vicdan da kim? Ne işi var aramızda? O yüzden yürüyemeyecek öykü. Acıklı güldürü, tutmuyor melodramın karşılığını. Cinayet eksik, zayıfladı kurgu. Merakta bırakmalı seyirciyi. Ama ben sıkıldım, içim karardı, keçileri kaçıracağım neredeyse. Yazık değil mi okurlarıma?"(Siyah-Beyaz, s. 19)
Yazdıkça ölümsüzlüğe ulaşacağını düşünen sonelerindeki Shakespeare’in aksine, Bener ölüme yaklaştıkça yazmanın da iyice anlamsızlığını düşünür gbidir, giderek kısalan öyküleri, incelen kitaplarıyla. Ölüm yaklaştıkça kısalan yazılarında çocukluğa övgü de yazdıklarında daha çok hissettirir kendisini.

Rüya atmosferinde çocukluğa bir kısa övgü: “Yorumsuz”

“Yorumsuz” bir sayfayı bile doldurmayan uzunluğuyla en kısa öykülerinden biridir Bener’in. Başlığı çok yerinde bir seçimdir, çünkü öykü üzerine çok fazla söylenebilecek bir şey yoktur, kendisi başlı başına bizi bir rüyanın içine sokmakta ve her şeyi apaçık sunmaktadır. Bilinçaltının, çocukluğa duyulan özlemin, “saçmalarla”, gerçeküstücü öğelerle içiçe geçişi en etkili ve büyülü dille anlatılır. Bisikletlerle bir gölden geçilir, batılmaz. Karşı sahilde anne beklemektedir. Anneyle kucaklaşılır; alt metindeki anneye dönme arzusu çok açık bir şekilde ortadadır. Merdivenler de bisikletle çıkılır. Anlatıcı gene ikiye, “öteki”ye bölünür:
"Eşikten girdim. Küçülmüşüm. “Sen değilsin,” dedi, çocukluğum. Yan yana durduk. Elindeki kılıç başıma indi. Güldüm. Büyüdüm birdenbire." (Kapan, s. 31)
Minarelerin tepesine oturur, bulutlar yanaklarını okşar. Gökyüzünden denize kuşbakışı bakar, denizin yüzeyinde dev harflerle KARA DENİZ yazıyordur; herkese çocukluğundan tanıdık gelen bir imgedir bu: Sınıfa asılmış Türkiye Coğrafi Haritası’ndaki Karadeniz ‘gerçek’ olmuştur burada. Ardından bu denizde kağıttan bir gemiyle çarpışır anlatıcı. İskelede bekleyen ise babasıdır. Tek bacağının üzerinde zıplayarak yürüyordur babası. Belki de çocukluğunun bu otorite figürüne bu rüya-öyküde böyle bir görüntüyü yakıştırır yazar.
Bu kadar çok saçma bir araya gelip de nasıl bu kadar etkileyici ve anlamlı olabilir, bize gösterir Bener. Üzerinde ısrarla durduğu anlamsızlık ve bu yüzden sözlerini kısa kesmesi nasıl daha da büyük anlamlar yaratıyorsa, aynı şekilde burada da saçmaların gücü, artlarındaki anlamlarla önem kazanır.

Sonuç

Bu yazıda karalıkları ortaya koyarak aklıklara dikkat çektirmek isteyen “kara anlatı” yazarı Vüs’at O. Bener, öykülerine biraz daha yakından bakarak tanınmaya çalışıldı. Kendini hiçbir zaman tam olarak bir yazar olarak kabul etmeyen mütevazi yazarın “anlatmayı” sorun etmesinin nedenleri öykülerinin derinliklerine girildiğinde anlaşılıyor. Gerek yarattığı karakterlerin gerek bir kurmaca karakteri olarak karşılaştığımız kendisinin bize gösterdiği, hayatın gönülçelen, yürek burkan karakteri ve bunun karşısında dilin anlamsızlığı. Bener’e göre bir manasız bekleyiş içindeyiz sanki, her birimiz birer Godot bekliyoruz. Bu benzetmeyi kendisi son derece esprili bir şekilde Manzumeler’inde de kullanmış:
"GODOT
Vüs’at Bey
Ölümünü bekliyor
Beni beklese ya"
(Manzumeler)
Bener’in öykülerini okudukça yaşama dair algılar şekil değiştiriyor. Karanlığı görüp aydınlığı anlıyoruz açıklıkla. Çok fazla konuştuğumuzu ama aslında hiçbir şey söylemediğimizi. Her şeye bir anlam yüklemeye çalıştıkça nasıl da kaybolduğumuzu... Zaten tam da bu yüzden, yaşama dair algılarımızı ters yüz ettiği için, herkesin arasından sıyrılıyor o. Bazen sadece keyif almayız kitaplardan, yaşamımızı etkiledikleri de olur, hatta daha da ileriye gidip zaman zaman onu dönüştürdükleri de. Sözü, Bener’in de hep şikayet ettiği gibi, daha fazla uzatıp anlamsızlığa doğru kaymamak ve yazıya gene onun tam da anlamını bulan sözleriyle son vermek en doğrusu olsa gerek:
"Siz beklentilerinizi alıyor, yazıyorsunuz. Ama yaşamınızla beklentileriniz arasında bir paralellik yoktur, belki ters orantı vardır. O nedenle toparlayabilirsek eğer, benim öykü serüvenim için diyebileceğim şey şu: Bütün bu gelgitlerin içerisinde bir şey var. Bir duyarlı adam geldi geçti derseniz, ona sevineceğim. Bu kadar!" (Gültekin 152)
Hem de gönlümüz çok ferah bir şekilde söylüyoruz: “Bir duyarlı adam geldi, geçti.”





KAYNAKÇA

Bener, Vüs’at O. Bener. Dost-Yaşamasız. İstanbul: YKY, 2006.
Siyah-Beyaz. İstanbul: YKY, 2003.
Kapan. İstanbul: YKY, 2004.
Manzumeler. İstanbul: YKY, 2004.
Bir Usta Bir Dünya. Sergi, “Vüs’at O. Bener’in Yaratıcı Gözlem Gücü”, Cevat Çapan. İstanbul: YKY, 2006.
Enginün, İnci. Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı. İstanbul: Dergah, 2002.
Gültekin, Alpagut. (yay.haz.) Vüs’at O. Bener “Bir Tuhaf Yalvaç”. “Yazı Kurtarır Mı?”, Orhan Koçak. İstanbul: Norgunk, 2004.
Gümüş, Semih. Vüs’at O. Bener: Kara Anlatı Yazarı. İstanbul: Adam, 2000.
Gürbilek, Nurdan. Kör Ayna, Kayıp Şark / Edebiyat ve Endişe. “Anlatabilmeliydim”. İstanbul: Metis, 2004.
İpşiroğlu, Zehra. (der.) Çağdaş Türk Yazını. “Öykücülüğümüzün Kısa Tarihi”, Semih Gümüş. İstanbul: Adam, 2001.
Lekesiz, Ömer. Yeni Türk Edebiyatında Öykü. İstanbul: Kaknüs, 1998.
Necatigil, Behçet. Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü. İstanbul: Varlık, 1999.
Sümeyra, Cemile. Alver, Köksal. “Vüs’at O. Bener Öyküsü”, Hece. Ankara, 2005.




















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder