Herhangi bir bireyin, özellikle de ‘tutunamayan’ bir bireyin sırlarını, çocukluğun tiksinti veren bıyıklarını bacaklarını, cinsellikten doğan sıkıntılarını, hatta hayatın sırlarını ifşa eden bir mekân olarak sinema. Hayattaki bu tatsız sırların zaman zaman büyülü gerçekliklere dönüştüğü bir mekân olarak sinema. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam romanının kahramanı C.’nin aylaklığının baş mekânlarından birisi olan sinema aslında onun sadece aylaklığını açıklamıyor ya da herhangi bir uğrak yeri anlamına gelmiyor. Onun çocukluk travmalarını, umutsuz varoluşunu yansıtmak bir yana belki de çelişkili bir şekilde içinde barındırdığı küçük bir umuda da işaret ediyor. Bu küçük umut kırıntısına gelmeden önce sinemanın ilk etapta göze çarpan öğelerle onu yansıtan bir araç olarak nasıl kullanıldığına göz atmak gerekiyor.
Her ne kadar batıdaki benzerlerinin aksine, bilinçlice bunu bir yaşam felsefesi olarak seçmemiş olsa da İstanbullu bir flaneur C. Babasından kalan parayla yaşayan, iyi bir eğitim almış, çalışmaya gerek duymayan / çalışmamayı seçen, bunun yerine şehrin sanatsal, sosyal bütün imkânlarından -cebindeki parayla birçok şeye sahip olabileceğini bilip bir yandan da bundan sıkılıp buna burun kıvırarak- yararlanmayı seçen bir umutsuz insan o. İçindeki boşluğu belirli aralıklarla çeşitli koleksiyonlar yapmaya yeltenerek doldurmaya çalışıyor. Bir dönem resme ilgi duyup ardından boşluyor, bir dönem müzik plakları biriktiriyor, başka bir dönem şehirdeki sokak isimlerinin listesini ve anlamlarını çıkarmaya başlayıp iki-üç gün içinde ondan da sıkılıyor. Hikâyeler yazmaya kalkıyor, ama bu uğraşı da diğerleri gibi sonuçlanıyor. Cehennemde sönmeyen ateşler içinde yananlar misali bitmeyen bir rehavet ve sıkıntı halinde şehrin içinde oradan oraya geziniyor. Amaçsızca gerçekleşen tramvay seyahatleri, akla estiği anda girilen meyhaneler...Sanki şehir aylak adam için kocaman bir lunapark; ancak o babası lunaparkta çalışan ve bu yüzden hayatını orada geçirmek zorunda kalan, dolayısıyla da bütün oyuncaklardan fena halde sıkılmış olan ama gene de bir oyuncaktan öbürüne şuursuzca atlayan bir çocuk. Onun lunaparkı olan şehirdeki aylaklık mekânlarının bir bakıma en tasasızı ve kolay tüketilebilir olanı da sinema. Beyoğlu’na çıkıldığında en sık karşılaşılan, bir bilet alıp bir kapıdan geçip karanlığa karışılıverilen bir kaçış ve oyalanma mekânı. Aylak adam için de oturup bir hikâye yazmaya çalışmaktan, kendini düşünce alıştırmalarına zorlamaktan daha elverişli olduğu kesin. Ne var ki kaçış ya da sadece oyalanma amaçlı olarak girilen bir sinema salonu her zaman bu işlevleri yerine getirmeyebiliyor, bireyi aynaya baktırmaya zorlayan beklenmedik durumlar da doğurabiliyor, aylak adamın durumunda olduğu gibi.
Sinema salonlarının karanlığına birtakım cinsel dürtülerini hayata geçirme ihtiyacı içerisinde giren çiftlerin, çift olmayanların farkında aylak adam. Film izlemek için gelenlerle diğerlerinin ayrımını yapıyor ve bunu dile de getiriyor. Kendisi ayrımlar yapabilecek kadar dışarıdan bakabiliyor etrafına; ancak netice de o da baktığında gördüğü insanlardan biri. ‘Aile kızı’ Güler ile en fazla yakınlaştığı yer, sinema. Bu temaya destek olarak romanda belki de aylak adamın ‘gerçek aşkı’ olabilecek olan kendisi gibi diğer tek harflinin, B.’nin de cinsellik ve toplumdaki kimliği ile olan sıkıntılarıyla yüzleştiği bir mekân olarak da gösteriliyor sinema.
“Hayattaki sıkıntılardan uzaklaşmanın en iyi yöntemlerinden birisi seyahat etmek (şehrin içinde oradan oraya) ya da uyumaktır” denir bir şarkının sözlerinde.[1] Aylak adam yazları öğle vakitlerini nasıl çırılçıplak yatağa yüzükoyun serilerek uyuyarak geçiriyorsa, kışları da belki de aynı uyuma dürtüsüyle sinemaya giriyor. Ancak bu uykularda bilinçaltını ve geçmişini açığa çıkaran kâbuslarla karşılaşıyor. Annesini bebekken kaybeden ve anne figürü olarak gördüğü teyzesiyle bir türlü sevemeyeceği babasının sevişmelerine şahit olduğu çocukluğu karışıyor bu kâbuslara. Lacan’a göre örümcek korkusu bir çocuğun anne ile babasını ilk defa sevişirken gördüğü ‘ölümcül an’ travmasından kaynaklanır; altı bacaklı bu ‘sevimsiz’ hayvandan korkulmasının nedeni bu ‘ölümcül an’dır. Aylak adamın örümcek korkusu da babasının bıyıkları, babasının yırtılan kulağının hatırası olarak kulaklar ve roman boyunca bir leitmotif olarak karşımıza çıkan sinemanın önünde bekleyen şaşı fahişe olarak beliriyor. Romanın son bölümünde hiçbir zaman simgesel olarak öldüremediği annesiyle sevişen babasını, kendisini kucağına yatırıp saçlarını okşamasını arzu ettiği anne figürünün bir nevi replikası olan teyzesini sinemanın önünde hep bekleyen bu fahişeyle canlandırmaya çalışıyor. Çocukken sokağa pek az çıkan aylak adam çocuklukta büyük sevinçlerden büyük kederlere geçişin birden öğrenilmesiyle birlikte ileride lunaparkı olacak şehre ve ana rahmine dönercesine sinemalara atıyor kendini. Çünkü izlediği filmlerden birindeki bir ses babayı öldürdüğünü haykırabiliyor ona. Yılbaşılarını kutlamaya, eli paketlilere ve üç oda bir mutfakçılara karşı barındırdığı aşağılama duygusu da bu karanlık sinema salonlarında şekilleniyor belki de. Nitekim bu teorisi için Şarlo’nun Easy Street filminden de referans alarak kendi kendisini doğruluyor.
Sinemanın karanlığı / benliğin karanlığı bir yana sinema gene de Yeşilçam filmleri yönetmenlerinin sahip oldukları naif inancı doğurabiliyor aylak adama göre: Sinema bir mucizedir. Öyle bir mucizedir ki dünyayı değiştirebilecek bir güce sahiptir, bu gücün etkisi çok kısa sürse bile:
İki saat sonra kalabalığın içinde, sinemadan bir dar sokağa çıkan sanki başka birisiydi. Düşünüyordu. ‘Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.’ [2]
Aylak adam da karışıyor kalabalıkta yürüyenlerin arasına, ama bu cümleleri sarf ettiği, sinemadan çıkmış bu kısa ömürlü yaratığın en azından farkında olduğu için sokakta yürüyen o diğerlerinden ayrılıyor. Diğerlerinin ‘tutunamayan’ olarak tabir ettiği başka bir yaratık haline geliyor. Ne var ki onun sahip olduğu ‘farkındalık’, sinema ile ilgili olarak yapılmış bu gözlemcik yazının başında da bahsedilen umut kırıntısına da bir yandan göz kırpıyor. En azından onun dünyada kocaman bir sinema salonu olmasını ve insanların topluca aynı anda içine girip aynı anda dışarı çıkmalarını istediğini, böylelikle meydana gelecek olan başka bir hayatı arzuladığı bir hayal sahnesine sahip olabileceğini akla getiriyor. Başka bir hayatı arzulamak hiçbir hayatı arzulamaktan daha umut verici bir durum sayılabilirse...
[1] The Doors, Soft Parade.
[2] Atılgan, Yusuf. Aylak Adam, s. 18.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder